Mehmet Özay 30 Mart 2012
19. yüzyıl ikinci yarısı tüm İslam dünyasının Batıyla karşılaşmaları
silsilesinde yeni bir evrenin tecrübe edildiği zaman dilimine tekabül eder. Bu
dönem, 16. yüzyıl başlarından itibaren Avrupalıların dünyanın doğusu ile
batısını sömürgeleştirme girişimlerinin, aradan geçen sürede yaşanan pek çok
değişimin sonucu olarak emperyalizme evrildiği bir dönemdir aynı zamanda. Batı,
bu siyasi ve ekonomik hegemonyasını perçinleştirirken, pençesindeki İslam beldelerinin
asli sahipleri olan Müslümanlar varoluş algılarını merkezi teşkil eden
Halifelik kurumuyla giderek daha fazla irtibatlandırmaları, temelde Batı
emperyalizminin yol açtığı dolaylı bir etki ya da doğal akışını bulmuş bir
yönelim olarak da algılanabilir. Oysa, Halifelik makamı dini temsil kadar,
siyasi ve ekonomik sistemlerin nüfuzu ve çervevesi dışarısında tutulamayacak
kadar geniş bir alanı kapsar. O dönem İstanbul’daki Halife, bu nedenle Batılı
sömürgeci ve de emperyalist güçlerin soso-politik ve teritoryal sınırları
içerisinde varlıkları giderek sınırlı alanlara hapsolunmuş İslam coğrafyası
halkları için bir mucizevî kurtuluş ışığı olarak değerlendirilmiştir. Ancak bu
ışığın uzaktan parıltısının ne kadar aydınlatıcı bir gücü olduğu da -genelde
sergilenegelen uslübun aksine- öyle çarçabuk geçiştirilecek bir konu değil. Bu
sadedde, Malay dünyasının söz konusu yüzyıl içerisindeki önemli siyasi
kollarından birini teşkil eden Cohor Sultanlığı, tam da Avrupa medeniyeti ve de
emperyalizminin kendine has özellikleri ile dikkat çeken İngilizlerle yan yana
varlık sürdürme zorunluluğu nedeniyle dikkat çekici bir hâl arz eder.
Hemen yeri gelmişken ifade etmekte zaruret addettiğimiz bir hususa
değinelim. Cohor Sultanlığı dediğimiz siyasi bütün kökleri 1414 yılında kurulan
Malaka Sultanlığı’na kadar geri gitse de, aradan geçen yüzyıllarda kendi
içerisinde geçirdiği sosyal, siyasi ve de ekonomik evrimler kadar Batılı
güçlerle etkileşimlerinin neticesinde egemenlik alanı daralmış, siyasi meşruiyeti
sorgulanan bir yapıya dönüşmüştür. Bununla ne demek istediğimizi açıkça ortaya
koymak, Sir William Farquar ve Thomas Stamford Raffles’ın Singapur’u keşfi ve
de Ada’nın İngiliz kontrolüne geçme sürecinde yaşananların dikkatle tetkiki ile
mümkündür. Burada kısaca ifade edelim ki, 1800’lü yılların başında Cohor-Riau
Sultanlığı olarak varlık süren siyasi bütünün merkezi Riau’dur. Yani Singapur
Adası’nın karşısında bugünkü Sumatra Adası’nın doğu sahillerinde aynı adla yer
alan bölgededir. İç siyasi çekişmeler, Cohor-Riau Sultanlığı’nı önce ikiye
ayıracak, ardından, Güneydoğu Asya’nın diğer sömürgeci gücü Hollanda
Krallığı’nın emperyalizmi hayata geçirme projesi bağlamında teritoryal
yayılmacılık mücadelesinde Riau’nun varlığı ortadan kaldırılacaktır. Bu süreç,
aynı zamanda, Cohor Sultanlığı’nın bizatihî köklerinden -antropolojik olmasa
da- koparıldığı ve siyasi bağlamda kurucu unsurlarının başında İngilizlerin
karar mercii makamında oldukları bir aşamaya tanık olur. Bu karar merciiliği,
ustalıkla işlenmiş bir İngiliz siyasi projesinden ziyade, hemen hemen tümüyle
Raffles’ın bireysel teşebbüsleri ve referansları çerçevesinde vucüd bulmuştur.
Yani bir anlamda, tarihi tesadüflerin Güneydoğu Asya şartlarında neşet
edişidir.
Malay modernleşmesinin ana damarı kabul edilebilecek olan Cohor Sultanlığı
daha kuruluş aşamasında Batılı bir nüfuz ve etkiye konu olduğundan modern
Malezya ulus devletinin nihai noktada ortaya çıkmasında da Cohor’un önemi
yadsınamaz. Öyle ki, Cohor bugüne kadar Malezya siyasi hayatında varlığını
devam ettiren ve Ulusal Cephe’nin en güçlü ortağı kabul edilen UMNO’ya “kan
vermiş” olması hiç de şaşırtıcı değil. Ulus devlet olgusuna evrilen yerel
sultanlıklar, önce İngilizler eliyle ‘eyalet’ konumuna indirgenmiştir. Bunların
bir bölümü, İngilizlerce günün koşulları dikkate alınarak Federe Malay
Devletleri adı altında, doğrudan siyasi ve idari yönetim altına alınmış. Ki din
ve gelenek Sultan’ın özel sahasına bahşedilmiştir ki, bu bir yandan sultanları
egemenlik haklarından “hiçbir şey” kaybetmediklerini iknaya yaramış ve bundan
daha trajik olanı da İslam anlayışının “dünyevi ve ilâhi” boyutlar bağlamında
parçalanmasına bir başka deyişle deformasyonuna neden olmuştur. Özellikle bu
ikinci husus, bugüne kadar ki çalışmalarda pek de rastlamadığımız, ancak can
yakıcı bir durum arz etmesiyle sahici bir araştırmaya değer bir konu olarak
araştırmacıları beklemektedir.-
Federe Devlet birliği dışında kalan sultanlıklar -ya da Eyaletler dersek
dönemin siyasi gerçekliğine daha çok vurgu yapmış oluruz- ise İngiliz
yönetimine alınması için görece geç bir döneme ertelenmiştir. Oysa bu geç dönem
Cohor söz konusu olduğunda, kimilerinin bu Sultanlığa atfettiği siyasi bir
güçle açıklanma çabasının ilişkilerin doğası dikkate alındığında zorlama bir
yorum sonucu olduğu kanaatindeyim. Bu nedenle, Cohor’un 1904 yılına kadar
İngilizler’den bağımsız bir yönetim yapısı teşkil ettiği söylemi temelde bir
yanılgının ürünüdür. Nedeni ise tastamam Cohor Sultanlığı’nın 19. yüzyıl
başında kuruluşuna kadar geri götürülebilir. Aradan geçen yaklaşık bir
yüzyıllık dönem, Cohor’u İngilizler için kontrol altına alınacak bir belde
kılmadığı gibi, Cohor yönetimi gönüllü olarak İngiliz “fikri ve maddi”
sermayesinden istifade etmiştir. Öyle ki, sultanlığın asıl mekânı Riau’dan
koparılan Singapur’da sözde taht mücadelesine taraf olan Malay eliti önce -yerel
bir unvan olan ve soyluluğu“Temenggong” unvanı verilmiş, ardından da
Ebubekir’in talebi ile, bizzat gene İngilizler eliyle “sultan”lığa lâyık
bulunmuşlardır. Bu bağlamda, Ebubekir’in İngilizlerle içli dışlı sosyal ve
siyasi yaşamı kadar, İngiltere’ye yaptığı çeşitli ziyaretler dönemin ulaşım ve
uluslararası ilişkileri dikkate alındığında epey dikkate şayandır.
Sultan Ebubekir’in, hani bizde yaygın ifadesiyle "Batı'nın tekniğini
alıp ahlâkını atma" ilkesi yerine, “hem tekniğini hem ahlâkını” alma formülasyonunu hayata geçirdiğini söylersek
abartmış olmayız. Ebubekir, kendi şahsında teknikten önce “ahlâk” işini
halletmesiyle bir anlamda saray ve çevresine öncülük etmiştir. Elbette önce
“ahlâkını” almakla Batı’nın tekniğinin hiç de nazlanmadan peşi sıra geleceği
aşikârdır. Nitekim öyle de olmuştur...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder