23 Ocak
2012
Bir
süre önce Rukiye Hanım konusuna değinmiş ve Ekrem Saltık Bey’in o günlerde
çıkacağını beklediğimiz yazısını sizlere tavsiye etmiştik. Ancak tahmin
edilebilecek teknik gerekçelerden ötürü Ekrem Bey’in Rukiye Hanım’ı konu alan
yazısı Yedi Kıta Dergisi’nin bu ayki (2012-Ocak) sayısında nihayet okuyucuyla
buluştu.
Rukiye Hanım |
Bu
yazıda konuyu özellikle Ekrem Bey’in makalesine kimi atıflarla birlikte, farklı
bağlamlara da değineceğim. Öncelikle Ekrem Bey’in metni heyecan verici ve Türk
medyasının çeşitli “katmanlarında” bugüne kadar yazılan Rukiye Hanım
metinlerine eleştirel yaklaşması nedeniyle dikkate alınmayı hak ediyor. Konuyu
gündeme getirmesi ve de alternatif söylem içermesi nedeniyle önemli olduğu
aşikâr. Tarihi yozlaştırmaya çalışanlara verilmiş bir cevap telâkki ediyoruz. Bununla
birlikte, ulaşılan kaynaklar noktasında Malezya ve Singapur’da yayınlanmış eserlere
nüfuzdaki sıkıntılar nedeniyle bazı hususlara dikkat çekilmesi gerekiyor. İşte
biz de bunu yapacağız.
Evvel
emirde şu söylenmelidir ki, Rukiye Hanım’dan bahsedenler niçin Hatice Hanım’dan
bahsetmiyor? Rukiye Hanım, diyelim ki bir ‘Çerkez Güzeli’ de, Sultan Ebubekir
niçin bu güzel hanımla evlenmiyor? Aksine onu, küçük kardeşi Ungku
Abdülmecid’le baş göz ettirirken, kendisi de, Rukiye Hanım’ın kızkardeşi olduğu
ifade edilen Hatice Hanım’la evleniyor? Bu önemli bir husus. “The Legacy of
Honour” isimli eserin yazarı Zainah Anwar kendisiyle yaptığım söyleşide -ki, bu
size verilmiş bir sözdü ve bu söyleşiyi bir süre sonra sizinle paylaşacağım-
ifade ve daha doğrusu teyit ettiği üzere Rukiye Hanım’ın hiçbir şekilde
“sultanah” ya da “prenses” unvanını taşımadı, aksine kendisine kimi önde gelen
kişilere verilen “Datin” unvanına sahipti.
“Rukiye
Hanım kimdir?” sorusuna kesin bir cevap verilebilmiş midir? ‘Yeni Osmanlıcılar’
pardon Yeni Açık tribününden “söyle söyle” naraları geliyor. Biraz daha
bekleyim nedir bu sorunun cevabı… Bu işi “didikleyen” bizzat Hüseyin bin Onn
bin Cafer’dir. Yani Rukiye’nin torunu ve 1976-1981 yıllarını kapsayan
başbakanlığı döneminde bizzat ‘ninesinin’ kökeni araştırma emrini veren, ancak
iş stratejik bir yere gelince “durdurun, tamam” diyen ve meselenin üzerini
örten Hüseyin Onn’dur.
Ungku
Abdülaziz konusu da gündeme getirilen bir diğer popüler husus. Ona da
değinelim… Rukiye Hanım’ın oğlu değil, aksine, iki oğlundan biri, yani
Abdülhamid’in Londra’da bir Ermeni bayanla evliliğinden dünyaya gelen ve
kardeşinin adını verdiği Abdülaziz’dir. Buradaki karışıklık, isim
benzerliğinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, Rukiye Hanım yerine bir Ermeni
Bayan’ın oğlundan bahsediyoruz. Rukiye Hanım’ın da torunundan… (Zainah Anwar’la
yapılan mülâkattan ve Zainah Anwar, Legacy
of Honour, Yayasan Mohamed Noah, Kuala Lumpur, 2011, s. 63).
Cariye
meselesi -en azından Güneydoğu Asya bağlamında- şöyle ele almak mümkün mü? Öyle
anlaşılıyor ki, cariye verme uygulaması Osmanlı devleti’nde gelenek halini almıştı.
Aslında bu tüm köklü devletlerde -sultanlık veya krallık- uygulanagelen kadim
bir gelenek olduğuna kuşku yok. Ancak her nasılsa, Güneydoğu Asya İslam’ının
kurucu aktörü konumundaki Açe Sultanlığı’ndan Osmanlı’ya defaatle yapılan
ziyaretler, talepler vb. girişimlere rağmen, -bugüne kadarki bulgular ışığında-
herhangi bir Açe elçisine Açe’ye götürülmek veya Açe’deki Sultan’a sunulmak
üzere cariye verildiğine rastlamıyoruz. Örneğin, bırakın erken dönem yani 16.
yüzyıl ve 17. yüzyıl başlarını, giderek hararetlenen bir dönemde yani, 1850 ve
1871-2 yıllarında hiçbir Açe elçisi Constantinople’de bu şekilde bir ‘itibara’ maruz
kalmamıştır.
Dato Cafer bin Muhammed |
‘Türk
tipi’ siyasetçi kavramının, “young Turks” kavramının bir uzantısı olduğuna
kuşku yok. Bunu özellikle batılı akademisyenler İslam coğrafyasındaki alternatif
siyasi hareketler bir başka deyişle “reformist” akımlar için kullanmayı
içselleştirmişlerdir. Yani doğrudan bir “aile” bağına gerek yok bunun için.
Peki,
“cariye”ler üzerinden bir Pan-İslamizm çıkartabilir miyiz? Şüphesiz ki, tek
yönlü bir okuma yanıltıcı olacaktır. 19. yüzyıl sonlarını ve o dönemdeki
İngiliz hakimiyetindeki Singapur ile Cohor ilişkilerini iyi anlamak lazım…
Bölgenin iki gücü arasındaki ilişki sıkıntılı mıdır? Siyasi bir bunalım mı söz
konusudur? İngilizler Cohor Sarayı’na asker mi yığmıştır? Sultan Ebubekir,
İngiliz baskısından çaresizlik içinde kıvranmakta mıdır? Gibi pek çok soru
yöneltilebilir. Cevaplarını bir çırpıda vermeyeceğim elbette.
Şöyle
bir bakalım… Pan-İslamizm konusu, dönemin çalkantıları içerisinde her yana
çekilebilecek politik yaklaşımlardan azade değildir. Örneğin, Cohor
Sultanlığı’nın 1819 yılında Singapur’un kuruluş hikâyesinden başlayarak -ki o
dönemde Cohor Sultanlığı yoktur Riau-Lingga vardır, yani Malaka Boğazı’nın
karşı yakasında bugünkü Riau’da. Cohor’un sultanlık makamındaki aile, Malaka
Sultanlığı’ndan o güne uzanan bir gelenekten gelmiyor. Suyun kuruduğu bir
zamanda tahtta çıkarılan bir aileden bahsediyoruz. Bir diğer husus, İngiliz
sömürgeciliğinin alabildiğine ilerlediği ve Pangkor Anlaşması (1874) ile
emperyalizme evrilmeye yüz tuttuğu dönemde Cohor, Singapur’un hemen yanı başında
olmasına rağmen, diğer Malay Sultanlıklarından çok geç dönemde sömürge yönetim
idaresine girmesinin nedenleri arasında İngilizlere husumetten ziyade,
İngilizlerle aranın “çok iyi olmasından” kaynaklanıyordu. Yani, İngilizler
Singapur’da İngiliz okullarında öğrenim gören, Singapur modernleşmesine dünden
razı bir Saray eşrafı ile karşı karşıyadır. Zaten pek de netameli olan yönetim
işlerinde bir de yanı başındaki Johor ile başını ağrıtmanın faydası olmayacağı
pratik ve pragmatik düşüncesinden hareket ettiği kanaatindeyim. Cohor Saray
çevresinin İngiliz hayranlığı, Sultan Ebubekir’in İngiltere ziyaretlerinden
mütevellit aşikâr bir durum arz eder. Bu minvalde, dönemin sultanı Ebubekir’in
Pan-İslamizm gibi son derece rijit ve İngilizlerin asla ve kat’a tahammül
göstermeyecekleri bir siyasi akıma tevessül eylemesi mümkün değildir. Siyasi
alan bir yana, ticaretinin tamamı Singapur üzerinden gerçekleşen ve gelirleri
tamamıyla İngilizlerin kontrolü ve güdümünde olan bir Cohor, Osmanlı ile siyasi
ve dini ilişkiler geliştirme yönünde adım atacak bir yapıya sahip midir?
sorusunu yöneltiyoruz.
Pan-İslamizm’den
konuşacaksak, başka hususlara dikkat çekmek lazım… Yani, Pan-İslamizmi
güdümleyen unsurlar yerli Malay unsurların dışında geliştiğini ifade etmeliyiz.
Örneğin, Singapur’daki ve Penang’daki penarakan
denilen Hintli Müslümanlar ile ‘seyit’ unvanlı Arap ailelerin başını çektiği
gruplar. Bu iki öncü grubun yayın faaliyetini İngilizlerin doğrudan
hakimiyetindeki iki adada yapmaları, buna mukabil gerek maddi gerekse manevi
desteğin çok daha fazla olacağı düşünelebilecek örneğin Cohor’da hayata
geçirilememiş olması manidar değil midir? Yani, Cohor saray ve çevresi böylesi
bir gelişmeye sıcak bakmadığını anlamak için, bir dönem sonraki yani
Ebubekir’in oğlu İbrahim’in tahta çıktığı dönemi irdelemek gerekir. Dato Onn
bin Cafer’in İbrahim’den neler çektiğine vakıfız. İngilizler ve Sultan bir
yana, Malay halkı bir yana diyebilen siyasi ve entellektüel bir deha olan Dato
Onn bin Cafer iki kez saraydan dışlanmış ve hicret etmek zorunda kalmıştır.
Osmanlı-Atatürk
minvalindeki yayınlara gelince… Çok ilginçtir bu yayınlar da hiç de sanıldığı
gibi, meşhur Cohor Sultanlığı hakimiyet bölgesinde gerçekleşmemiştir. Aksine,
daha geleneksel ve İngiliz nüfuzunun görece az olduğu bugünkü Kelantan Eyaleti
başkenti Kota Bharu’da yayınlanmıştır. Ancak Kelantan’ı tek başına düşünmek de
hata olur. Tarihsel olarak Patani ile yakın bağı bulunan Kelantan eyaletindeki
yayın faaliyetlerinin salt Malaya topraklarındaki Malay inisiyatifinden ibaret
olamayacağı, -Kutsal Topraklar’da ilk Malay dini eserlerin yayınlanmasına ön
ayak olan ve II. Abdülhamit’le görüştüğü ileri sürülen Şeyh Ahmed Patani
örneğinde olduğu gibi- Patani’deki entellektüel birikimin uzantılarının bu
yayın faaliyetlerinde rol almış olduğu mantıksal bir çıkarım olacaktır. Söz
konusu bu bölge (Patani-Kelantan), geçmişte olduğu gibi -ki bu hususun
Türkiye’de yeterince bilindiğini sanmıyorum- bugün de İslami hassasiyetleri ile
öne çıkan kendine özgü niteliklere sahip bir coğrafyadır.
Osmanlı hakimiyet
sahasını ele almak gerekir ise, bunun Rukiye ve Hatice Hanımlar üzerinden
değil, Osmanlı’nın atadığı elçiler Al-Sagoff, Ataullah Efendi, Şeyh Ahmet
Patani, ‘Ertuğrul’un ziyareti bağlamında düşünmekte fayda var. Rukiye Hanım’la
ilgili söyleceklerimiz elbette ki bitmedi. Heyecanla bekleyelim... http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haber&ArticleID=193833&q=Rukiye+Han%C4%B1m
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder