31 Ocak 2018 Çarşamba

Trump’ın konuşması: iç barış çabası / Trump’s speech: attempt for national peace

Mehmet Özay                                                                                                                       31.01.2018

ABD Başkanı Donald Trump’ın senatoda yaptığı ‘Birlik’ konuşması, “Amerikan’ın öncellenmesi” politikasıyla nükleer tehdit algısı üzerinden Kuzey Kore ve İran’ı hedef almasıyla dikkat çekerken, elbette ki, diğer hususlarıyla da değerlendirilmeyi hak ediyor. Trump, başkanlık koltuğu oturmasından yaklaşık bir yılı aşkın bir süre sonra yaptığı bu konuşmayla, bir kez daha gündemi belirlerken, ülkesine barış ve huzur mesajları vermeyi vaad ettiği anlaşılıyor.

Başkan’ın ilk defa gerçekleştirdiği birlik konuşması, daha başkanlık yarışının sürdüğü dönemden başlayarak, giderek artan bir hızla Trump’ın söylemleri ve ‘beden dili’ ABD kamuoyundaki bölünme ve buna eklemlenen yönetim mekanizmasındaki çatlaklar ile karşılaştırıldığında bir çelişki olarak anlaşılmaya matuf bir yön çiziyor.

“Amerikanınsesi”nde de belirtildiği üzere, zaten böylesi bir konuşmanın da bu bölünmüşlük ve dağınıklık haline bir çeki düzen vermeyi amaçladığı anlaşılıyor. Aşağıda değinilecek bazılarına değinilecek hususları kamuoyu önüne taşımak Amerikan toplumunun birliğini ne kadar sağlayacağı ise şüpheli. Demokrat Parti üyesi Jim Kessler’ın, “Trump, son derece bölünmüş ve kutuplaşmış bir ülkeyle karşı karşıya” sözü, bu bölünmüşlüğün ve kutuplaşmanın bir söylemle büyüsel bir değişime maruz kalamayacağını ortaya koyuyor.

Öyle ki, Trump konuşmasında Amerikan’ın yeni bir evreye girdiğini, ‘mitolojik’ boyutlar olarak değerlendirilmeyi hak eden, “ Yeni Amerika dönemi”, “Amerikan’ın yeniden keşfi” ve “250 yıl önce doğan özgürlük yurdu” gibi söylemlere yer veriyordu. Bu yönde aradan geçen bir yılda elde edilen ‘başarıların da’ hükümete ve bürokrasiden ziyade “inanç ve aile” odaklı olduğuna dikkat çekiyordu.

Bu bağlamda, ‘önce Amerika’ söyleminin içini dolduracak ve ekonomi alanından seçilen istatistiki veriler, Trump’ın yüzünü güldürürken, herhalde bu gelişmeden pay alan ‘Amerikalıları’ da memnun etmiştir. ‘Rekorlarla’ anılan istatistiki verilerde işsiz sayısının azalması, borsada elde edilen başarılar vb. öne çıkıyor.

Bununla birlikte, Trump’ın senato’ya davet ederek ulusa örnek olarak sunduğu ‘halktan seçilmiş bireyler’ bir yana, unutulmaması gereken bir husus var ki, o da kapitalizmin beşiği ABD’de gelirlerin artması, zenginlik dağılımında ‘adaletin’ sağlandığı anlamı taşımıyor. Öyle ki, zenginlik dağılımındaki yüzdeler genel ülke ölçeğinden ziyade, bireysel ve toplumsal gruplara yönelik verilerin daha gerçekçi olacağı yönünde bir kanaat olduğu da ortadadır. Nihayetinde kapitalizmin doğasında var olan küçük bir kitlenin, sermayenin büyük bölümünü elinde tutması olgusu, ülke veya küresel zenginliğin paylaşımındaki ‘arıza’yı ortaya koymaktadır.

Kapitalizmin gelişmesi ve ‘komünist ahlakı’
Bu nedenle, gerek Trump öncesi dönemde gerekse bu dönemde Amerikan kapitalizminin değerlerinden bir şey kaybedip etmediği hususu da gözden geçirilebilir. Zaten Trump’ın başından bu yana dile getirdiği husus, özellikle ikili ve bölgesel işbirlikleri anlaşmalarında ABD aleyhine gelişme olduğu yollu söylemi, olsa olsa kapitalizmin diğer ülkeler ‘lehine’ gelişme gösterdiği şekilde değerlendirmek mümkün.

Bunun en iyi test edilebileceği ülke ise hiç kuşku yok ki, Çin olduğu ortadadır. Trump düşüncesinde, kapitalizmin lideri konumunda ABD’nin yerini kaybetmemesi öncellenmektedir. Yoksa, kapitalizmin ‘kuralları’ çerçevesinde sistemin Washington’da veya Pekin’de yürütülüp yürütülmemesinin pek de önemli olduğu söylenemez. Hani, Çinliler de ‘biz komünistiz, tek partiyiz’ diyerek kapitalizmin ‘nimetlerinden’ istifade etmeyiz diyerek ‘komünist ahlâkı’ tavrı geliştiriyor değiller.

Bununla birlikte, Trump aynı konuşmasında bir başlık altında yer alan açıklamalarında Çin’i ABD’nin “ekonomik çıkarlarına” meydan okuyan ülkeler arasında saymaktan da geri durmadı. Bu noktada, liderlerin rol yapıp yapmadıkları ile kapitalizmin evrim geçirip geçirmediği konusunda daha derin araştırmalar yapmak gerektiği görülüyor.

Nükleer Tehditle gelen Kuzey Kore ve İran karşıtlığı
Küresel nükleer tehdit bağlamında bir süredir hedefinde yer alan ve meydan okuyucu tavırlarıyla ABD’yi karar alma konusunda tetikleyen Kuzey Kore bu alanda yalnız değil. Aynı zamanda, Trump’ın halefi Barack Obama’nın ‘yanlış politikaları’ arasında saydığı İran’la mevcut nükleer anlaşmaya rağmen, İran’ı yeniden hedef tahtasına koyduğu ve bunda ısrarcı olduğu anlaşılıyor.

Güney Kore yönetiminin sadece Kuzey Kore devlet başkanı Kim Jong-un’un tavrından değil, ABD’nin de politikalarının da günün getirdiği sorunlara çözüm olabilme noktasında zaaflarını görmüş olmalı ki Kuzey Kore ile görüşmeleri başlatmak kararı bir süredir gündemde. Ancak, ABD’nin Kuzey Kore’nin nükleer silahlanma konusunda Kim Jong-un’un söylemlerine pek bel bağlamayacağı Trump’ın yaptığı konuşmadaki içerikte de karşılığını buldu.

Kuzey Kore, bugüne kadar tedrici olarak gelişme kaydettiği nükleer teknolojisinde, gelmekte olduğu aşama, tüm görüşmelere ve olası anlaşmalara rağmen, ABD açısından konunun göz ardı edilemeyecek boyutta olduğuna işaret ediyor. Geçenlerde ABD ortak kuvvetler komutanlığından üst düzeyde yapılan açıklamada, Kuzey Kore’nin nükleer teknolojide geldiği aşamaya dikkat çekiliyor ve hava kuvvetleri komutanı general Paul Selva da, ‘emir verilmesi halinde kuvvetlerinin Kuzey Kore’nin nükleer alt yapı tesislerinin büyük bölümünü ortadan kaldırabileceklerini’ dile getiriyordu. Kaldı ki, geçen Kasım ayında Kuzey Kore’nin kıtalararası balistik füze denemesini inceleyen ABD uzmanları, füze testinin ABD topraklarına ulaşabilirliğini doğrulamışlardı.

Trump, Amerikan ulusal güvenliğini tehdit eden unsurlar arasında Çin ve Rusya’yı sayarak, fonları kesilmiş Amerikan ordusunun güçlendirilmesi için Kongre’ye yaptığı çağrı dikkat çekicidir. Bu ordu, Kırım’da ilhakı gerçekleştiren, Suriye’de güçlü bir mevzi kazanan Rusya ile Güney Çin Denizi’ndeki askeri varlığına Hint Okyanusu rotası üzerinde yenilerini eklemekte olan Çin karşısında askeri gücü caydırıcılık ötesinde bir anlam taşıdığını gösteriyor.  

Trump, seçim kampanyasındaki söylemini, ‘Birlik’ konuşmasında da tekrarladı. Elde edildiğini iddia ettiği kazanımların, Amerikan toplumundaki parçalanmışlığı sona erdirme hedefli olmasına rağmen, Trump’un başta ittifak ettiği ülkeler olmak üzere dünya kamuoyunu tatmin edici küresel politikalara değinmiyor. Kaldı ki, bizatihi Amerikan’ın öncellenmesi bir söylem ve icraat olarak buna da izin vermiyor.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2018/01/31/trumpin-konusmasi-ic-baris-cabasi-trumps-speech-attempt-for-national-peace/

27 Ocak 2018 Cumartesi

Çin-Maldivler Anlaşması ve Hint Okyanusu / China-the Maldives Agreement and the Indian Ocean

Mehmet Özay                                                                                                                       27.01.2018

Çin, ipek yolları projesinde yeni adımlar atmaya devam ediyor. Bu çerçevede, Çin yönetiminin son girişimlerinden biri, Hint Okyanusu’nda ‘tatil beldesi’ olmanın ötesinde jeo-stratejik konumuyla öne çıkmakta olan Maldivlerle serbest ticaret anlaşması imzalamak oldu. Maldivler devlet başkanı Abdullah Yameen’in geçen Aralık ayında Pekin ziyareti sırasında gerçekleşen bu anlaşma, Çin ve Maldivler arasında yakın ve orta vadede ilişkilerin geliştirilmesi kadar, komşu ülke Hindistan’ın güvenlik politikalarını da ilgilendirmesiyle dikkat çekiyor.

Çin, bu anlaşmayla bir yandan kara ipek yoluna paralel olarak deniz ipek yolu politikasında da önemli adımlar atmakta olduğunu kanıtlarken, aynı zamanda Asya-Pasifik bölgesinin henüz pasif bir rakibi görümündeki Hindistan’a karşı bir başka hamle ortaya koyduğunu dünyaya sergiliyor.

Bu gelişme hiç kuşku yok ki, Çin’in Güney Çin Denizi ile Doğu Afrika sahilleri arasındaki erişimde önemli arterlerden biri kabul edilebilecek adalar bölgesine nüfuzu anlamı taşıyor. Öte yandan, bu gelişme, geleneksel olarak Hindistan’ın etki sahası kabul edilen komşu Maldiv Adaları’nın bir anlamda doğu-batı ipek yolları projesinde yer almakta olduğunu ortaya koyuyor.

İki ülke arasındaki serbest ticaret anlaşması, Çin ipek deniz yolu güzergâhında ayrık parçaları birleştirme projesinin bir unsuru olarak öne çıkarken, Maldivler açısından da bir ilk anlamına geliyor. Öyle ki, Çin, Maldivler’in bugüne kadar serbest ticaret anlaşması yaptığı tek ülke konumunda.

Bu anlaşmanın turizme ve su ürünleri ticaretine bağımlı ve irili ufaklı bin ikiyüz civarında adadan oluşan Maldivler için önemi göz ardı edilemeyecak boyutta. Örneğin, Maldiv deniz ürünlerinin Avrupa piyasalarına girişinde yüzde 25’lik vergiye karşılık, Çin’le yapılan anlaşma gereğince Maldivli deniz üreticileri dünyanın en büyük tüketici piyasası konumundaki yeni bir ticari pazara kavuşmuş oldu. Bununla birlikte, ilgili anlaşmanın meclisten apar topar geçirilmesi kadar, anlaşmalar çerçevesinde Çin’e borçlanmadaki artışın ülkenin ‘egemenlik’ iddialarına halel getirdiği konusu Maldiv Demokrasi Partisi’nin eleştirilerine konu oluyor.

Söz konusu bu anlaşma, iki ülke arasında ticari faaliyetler, iklim değişikliği, sağlık ve teknoloji gibi alanların ötesinde, Çin’in geniş Hint Okyanusu üzerindeki hareket kabiliyetini genişletmesi açısından dikkat çekicidir. Anlaşmada dikkat çeken bir diğer madde ise, turizm sektöründe işbirliği ve yatırımlar noktasında öne çıkıyor. Bunun Maldivler için olduğu kadar, kayda değer bir düzeye ulaşan ve orta vadede bu eğilimin devam edeceği anlaşılan orta sınıflaşmanın Batılı ulusları aratmayacak ‘turizm açlığını’ tatmine yönelik bir anlamı olduğu da ortadadır.

Bu çerçevede, Çin yönetiminin deniz ipek yolu yapılaşmasında önceliği yumuşak bir giriş alanı olarak turizm üzerinden başlatması gibi bir seçenek oldukça makul gözüküyor. Bu süreç, Maldivler yönetiminin sağlayacağı adacıklar/kayacıklar üzerinde inşa edilecek çeşitli alt yapı imkânları ile Çin ‘Adalar çevresine’ bağlanacaktır. Tabii, bu gelişme Çin’in şu veya bu şekilde Himayalar üzerinden olduğu gibi bu sefer denizden de komşu Hindistan’a komşu kılacaktır.

Çin-Maldivler yakınlaşmasını tek başına gelişme olmak yerine, Çin’in Sri Lanka ve Pakistan ile yaptığı anlaşmalar ile birlikte değerlendirmek gerekir. Hindistan’a komşu, ikisi ada ülkesi biri Basra Körfezi’ne açılan ve bu çerçevede Hint Okyanusu bağlamında değerlendirilmeyi hake den üç ülke ile yapılan işbirliklerinin Çin’in bu devasa su yolundaki sivil ve askeri hareket kabiliyetinde kayda değer rol oynayacaktır. Bugüne kadar Sri Lanka’nın Hambantota limanını 99 yıllığına, Pakistan’ın Gwadar limanını ise 40 yıllığına işletim haklarını elde etmesi bu anlamda yakın ve orta vadede benzer bir yapılaşmayı Maldivlerle de gündeme taşıyacağını öngörmek hayalci bir yaklaşım olmayacaktır.

Maldivler açısından bu gelişme, rakip küresel güçlerin mücadelelerinde kendine yeni konum kazanan veya yeni bir konum biçilen ülkeler skalasında yer alması anlamı taşıyor. 1965 yılında İngiltere sömürgeciliğinden ‘bağımsızlığını’ kazanan Maldivlerin bugüne kadar sergilediği ekonomik ve siyasi gelişmenin ardında Hindistan bulunurken, bugün bu ilişkide yeni bir döneme girildiğini öngörmek mümkün. Çin’in 2011 yılına kadar Maldivler konusunda bir dış politikaya sahip olmamasına karşılık, Şi Cinping döneminde ilişkilerin gelişme seyri sergilediği görülüyor. Öyle ki, bu sürece bir hazırlık anlamı taşıdığı düşünülebilecek gelişme, 2012 yılı Şubat ayında yaşandı.

O dönem başkanlık koltuğunda oturan Muhammed Nasheed görevini bırakmak zorunda kalırken, başkent Male’de havalimanının Hindistan’ın desteğiyle genişletilmesi projesinin de rafa kaldırılması ve ardından projenin Çin’e verilmesi birbirini izleyen gelişmelerdi. Şi Cinping’in 2014 yılında Maldivleri ziyaretiyle ilişkiler ivme kazanırken, Çin diğer bölge ve ülkelerdekine benzer şekilde agresif bağlamda alt yapı çalışmalarında anlaşmalar birbiri ardına gelirken, ‘turizm cenneti’ adalar ülkesine en çok turist gönderen ülke olarak Avrupa’nın önüne geçti.

Şi Cinping yönetiminin 2013 yılından itibaren giderek etkin bir şekilde gündeme getirdiği ipek yolları projesinin deniz güzergâhında Maldivler bugün son derece önemli bir konuma ulaştığını söylemek abartı olmayacaktır. Bir süredir siyasi huzursuzluklara konu olan Maldivler’de mevcut başkan ve yönetim iktidarlarını sürdürme adına, Çin’le kurulan bu ekonomik ilişkilerden kendilerine bir pay çıkarmayı öncelleyecektir. Bu bağlamda, Çin ve Maldivler ilişkileri, böylesine siyasi ve ekonomik çıkar ilişkileri içerisinde önümüzdeki yeni serbest ticaret anlaşmasının da imkânlarıyla kısa ve orta vadede de gelişmeye matuf bir seyir takip edecektir.


22 Ocak 2018 Pazartesi

Malezya’da “İslamlaşma”ya Dair / About “Islamization” in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                        22.01.2018

Son birkaç haftada Malezya’da İslamlaşma sürecine şöylesine değinen, atıfta bulunan biri yerli diğeri yabancı iki gazete makalesine rast geldim. İlki bir politikacı sosyologa, diğeri bir sosyal aktiviste ait olan yazılarda Malezya’da İslamlaşma sürecine biri dışarıdan diğeri içeriden iki bakışı gündeme taşımasıyla ve de birbirine tam anlamıyla tezat teşkil etmesiyle önem taşıyordu.

Dışarıdan bakışın bir politikacı tarafından yapılmış olmasının, ‘bakışın içeriğine’ dair bir ‘şüpheyi’ gündeme taşıyabilir ve bu bakışın bizatihi anlaşılabilir nedenleri de olabilir. Örneğin davetli olduğunuz ülkenin iç politika dünyasına uygun sözlerle bulunduğunuz ortamın dili ve yönelimine siz de kendinizi kaptırmış olabilirsiniz. Ya da en azından ‘protokol’ gereği bu sözleri bile-isteye etmiş de olabilirsiniz. Ancak üzerinde durmak istediğim Dr. Mahathir Muhammed’in çocuklarından biri olan Marina Muhammed’in yaklaşımı.

Marina, “Demokrasi’nin İllüzyonları” adlı bir kitabın tanıtım programında yaptığı konuşmada dikkat çektiği husus, ülke siyasal ve toplumsal yaşamında hakim bir ‘çatışmacı’ kültürün hakim olduğuna vurgusudur. Ve -tabii bu kadar açık ve net söylememekle birlikte- çatışmayı üreten bu siyasi ve toplumsal yapının bizatihi bir ‘üretim’ olduğu ve bunun kaynağının da epeyce bir süredir ülkede egemen siyasi yapının politikalarında yer verdiği ‘İslamlaşma’ya bağlamasıdır.

Marina’nın böylesi bir yaklaşım ortaya koymasına neden olan hadise ise, Malezya’nın eyaletlerinden biri olan Penang Adası’nda, kamusal alanda bir erkeğin başı açık bir kadına yönelik ‘şiddet’ içerikli yaklaşımı. Erkek aktör, kadına dinin nedir, kıyafetin niye böyledir gibisinden söyleminin ardından ‘tokat atması’, Marina’nın Malezya toplumunda bir şiddet ögesinin ortaya çıktığına ve bunun da iktidar aygıtını elinde tutanlarca sürdürüldüğü ileri sürülen ‘İslamlaşma’ politikalarından neşet ettiğini ileri sürüyor.

Ancak bu eylemin, örneğin Penang’de geçen ve yukarıda dikkat çekilen hadiseye Malezya toplumu yerine, ‘Malay toplumunda’ şiddet olarak de gündeme getirmek olası... Malezya dendiğinde ülkedeki farklı etnik ve dini yapıları hesaba kattığımızı hatırlatalım. Malay dendiğinde ise belli bir etnik ve de “yüzde yüz” Müslüman bir kitleye atıf yapıldığını unutmayalım… Nihayetinde olaya konu olan aktör ve nesnesi ‘Malay kimliği taşıyan’ iki kişi. Örneğin aktör Malay bir Müslüman ve nesnesi diyelim ki bir Çinli bayan olsa belki şiddet olgusu üzerinde farklı değerlendirmelerde bulunmak mümkün olabilir.

Marina, bu tekil hadisenin ötesinde siyasi ve toplumsal yaşamdan bazı örnekleri de gündeme taşıyor. Bunları yazıda bulmak mümkün… Burada dikkat çeken husus Marina’nın, Penang’daki vakıanın ‘politik gücün üretimi bir İslamlaşmanın sonucu olduğunu söylemekle kalmayıp, aynı zamanda bunun yeni bir tür ‘sömürgeleşme’ olduğunu iddia etmesidir. Marina’nın bu değerlendirmeleri, aslında üzerinde epeyce düşünülmeyi hak ediyor. Bu anlamda, Malezya toplumunda uzun dönemli politikaların ötesinde, bizi yine uzun erimli sömürge dönemi özne-nesne ilişkilerine kadar geri götürecek bir imkân sağlıyor.

Bu husus şimdilik bir yana, özellikle de tanık olduğum kadarıyla son on beş yıla varan bir sürede Malezya’da giderek artan bir toplumsal kırılma ve parçalanma söylemi kendini belirgin kılıyor. Ülkede toplumsal ve siyasal yaşamda ortaya konulan performansların tatmin edici olmadığı ortada. Ve bunun bir ulus devlet olduğu iddiasındaki Malezya’da farklı dini, etnik yapılar arasında çatışma ortamını doğurduğu ifade ediliyor. Bu söylemi dillerdiren kişi ve grupların bir bölümünün Müslüman-Malay’lar arasından çıktığıdır.
Bazı akademik çalışmalar nedeniyle kendileriyle tanışma ve sohbet etme fırsatı bulduğum bu kitlenin İslamiyetle ilgili bir sorununun bulunmadığı, aksine yukarıda dile getirilen çıkışlarına temel olarak altmış yıldır iktidarda bulunan siyasi yapının ürettiği politikalar olduğudur. İslamiyetle ilgili bir sorunları bulunmayan bu kitlenin eğitim, aile, iş gibi toplumsal süreçlerini göz ardı ederek, bugün sahip oldukları yaklaşımlarını değerlendirmek ise pek mümkün gözükmüyor.

Bu kişi ve grupların İslamiyetle ilgili bir sorunlarının ne olup olmadığı üzerinde eleştirel bir tutum takınmadan, bu kitlenin geçmişten örneğin, ülkenin kurucu babası Tunku Abdul Rahman dönemi politikalarına dikkat çektikleri görülür. Tunku’nun ülkenin sosyo-kültürel ve dini yapılaşmasında artık klasikleşmiş Malay-Çin-Hintli üçlüsü arasında bir ‘ayrım’ ve ‘ayrıştırmaya’ neden olacak politikalar üretmediği konusu başat bir söylem olarak ortadadır. Ancak aynı Tunku Abdul Rahman dönemindedir ki, ‘Malayların mutsuzluğu’ artarken, işin ucu anarşizme kadar gitmiştir. Bu ‘Malayların bu mutsuzluğu’ nasıl giderilir sorusuna verilebilecek cevaplar ise bizi bir ucun sömürge dönemine, diğer ucu 1970 ve sonrasında modern Malezya politikalarına dair epeyce bir araştırma ve öğrenme sürecine girmemize neden olmaktadır.

Marina’nın açılışına katılıp konuşma yaptığı ‘Demokrasi’nin İllüzyonları’ adlı kitaptan hareketle ülke siyasetinde başat etkisi olan siyasi yapının “İslamlaşma” yönünde olduğu belirtilen politikalarına ‘vurmak’ yerine, ülkede demokratikleşme süreçlerine dair neler olup bittiğini söylemesi daha yerinde bir çıkış olabilirdi.

Marina’nın ülkedeki İslamlaşma süreçlerine yaptığı atıf kadar, bu süreçleri ‘yönetenlerin’ söylemlerinin -en azından bir bölümünün-, son dönemde küresel olarak isim yapan terör yapısının söylemlerinden ayrıştırmada zorlandığını ifade eden cümleleri de epeyce üzerinde durulmayı hak ediyor.

Bu bağlamda, Malezya toplumunda İslamlaşma sürecinin sivil kanadından öte, siyasi ve toplumsal yaşamın neredeyse her alanına nüfuz eden ve bu anlamda etkinliği, tartışılmaz bir siyaset yapma biçimini gündeme getiren ‘İslamlaşma’nın şu veya bu şekilde bir başka ülkede karşımıza çıkabilecek sorunlarından bağımsız olmadığını söylemek gerekir.

Kaldı ki, 1990’lardan itibaren gündeme gelen ve küresel terör adıyla anılan yapıların başta Müslüman toplumları olumsuz etkilemesi ve bu terör yapılarının gündemi belirleyici eylemlerinin sadece Malezya Müslümanlarının değil, İslam toplumlarının sorunu olduğunu dikkate almak gerekir.

Bu anlamda, Marina Muhammed’in çıkışının mikroskobik bir bakışın ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte, içinde yaşadığı toplumu değerlendirmesi noktasında belirli çerçevede haklılık payını da dikkate almakta fayda var. Ancak burada unutulmaması gereken husus, Malezya İslamlaşmasının, altmış yıldır iktidarda olan bir siyasi yapının farklı dinamiklerle ortaya çıkarılmışlığı ve bunun sürdürülebilirliği konusundaki siyasi yaklaşımlarından bağımsız olmadığı da ortadadır. Üstüne üstlük bu egemen siyasi yapının ortaya koymuş olduğu yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik olarak yapılaştırılan İslamlaştırma modeline bizatihi farklı Müslüman çevrelerden eleştirilerin olmadığı da söylenemez.


17 Ocak 2018 Çarşamba

“Kudüs Bugün Üzgün” / Al-Quds dejected today

Mehmet Özay                                                                                                                        18.01.2018

Kudüs meselesi, önceki süreçler bir tarafa, İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılından bu yana uluslararası gündemin baş sıralarında. 1948 öncesinde genelde Filistin toprakları özelde Kudüs konusunda söz hakkını kendinde bulan İngiltere’ydi. 2. Dünya Savaşı sonrasında ise, dünyaya yeni bir nizam vermeye yönelik teşebbüslerde İngiltere’nin yerini almakta olan ABD, bu konuda da belirleyici bir rol üstlenmeye başladı.

Bu süreçte, 1954 yılında dönemin ABD dışişleri bakanı John Foster Dulles’ın dış ilişkiler komisyonunda yaptığı bir konuşmada, diğer bazı can alıcı konularla ilintili olarak Kudüs şehrini de gündeme, “Birleşmiş Milletler’in bu şehirle ilgili verdiği uluslararası kararından vazgeçip İngiliz ve Yahudilerin istedikleri gibi, Araplarla Yahudiler arasında taksim edilmesi” yaklaşımını dile getirir. Bu çıkış, o dönem küresel gündemi belirlerken, önde gelen Filistinli siyasetçilerinden de tepki almıştır.

Bu tepkiler, bir yandan uluslararası kamuoyu ile paylaşılırken, dönemin Türkiye başbakanı Adnan Menderes’e gönderilen bir mektupla Kudüs konusunda Türkiye’nin doğrudan taraf olduğuna dikkat çekilir. Kudüs Tahrir Partisi adına Takiyyüddin B. Nebhani’nin, Başbakan Adnan Menderes’e mektupla birlikte gönderdiği rapor, Cumhuriyet Arşivi’nde 15.09.1955 tarihli ve toplam 41 belge ile yer alıyor.

Nebhani bu raporda, Dulles’ın 26.08.1955 tarihindeki konuşmasını ve hemen akabinde İngiltere hükümetinden sadır olan açıklamaları, genelde Ortadoğu özelde ise Filistin meselesini doğrudan ilgilendiren son derece ‘tehlikeli’ bir girişim olarak değerlendiriyor. Nebhani, Başbakan Menderes’e hitaben kaleme aldığı bölümde bu raporla amacının, “… mezkur nutukla beyanatın red ve mukavemeti lüzumuna ve İslam dünyasını ilgilendiren siyasi problemlerin yeni bir zihniyetle tedkik edilmesinin lüzumuna ve (İslam dünyasının) davalarını tek bir dava halinde telakki etmenin lüzumuna işaret etmekle ümmeti bu fasid durumun ızdırabından kurtarmak ve sürüp giden zalim usullere nihayet vermek” olduğunu söyler.

Savaş sonrasında yeni bir küresel güç merkezi oluşturulması bağlamında, ABD ve İngiltere’nin İsrail üzerinden birbirleriyle rekabet halinde oldukları ifade edilse de, yakıcı gerçek Filistin’in kaderiyle bağlantılıdır. Öyle ki, Anglo-Sakson güç yapılaşmasında İsrail’in varlığının teminat altına alınması değişmeyen bir olgudur. Ve Ortadoğu’da geliştirilmekte olan ilişkiler ağıyla küresel siyasette yeni belirlenimler hedeflenmektedir. Anglo-Sakson güçlerin, velev ki kendi siyasi güç merkezlerini teşhis ve belirleme gibi bir yönü de olsa, raporda dikkat çekildiği üzere, Dulles’ın ortaya koyduğu görüşler nihayetinde, “kötü ve öldürücü niyetler” taşımaktadır.

Nebhani, Dulles’ın gündeme getirdiği bu görüşü, “Amerika ve İngiltere’nin İsrail’i İslam dünyasının kalbgahına yerleştirip yaşatmak istemekte müttefiktirler” diyerek yorumlarken, “İslam milleti onları –yani ABD ve İngiltere’yi- Yahudiler ayarında hasım bilmekten kaçınamaz ve onları, bu meselenin hallinde hakem olarak kabul edemez” görüşündedir. Kudüs’ün bugün niçin üzgün olduğunu, yaklaşık bir buçuk asrı aşkın bir dönemde bölgede yaşananları gözden geçirmekle anlamak mümkün.

Not: Bu yazı Ibn Haldun Üniversitesi’nce yayınlanan Açık Medeniyet gazetesinin Aralık-Ocak “Kudüs özel sayısı”nda yer almıştır. 

http://openaccess.ihu.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12154/236#sthash.YQv1TAuo.uy7erfPZ.dpbs




12 Ocak 2018 Cuma

Dr. Mahathir Muhammed: Bir Siyasi Virtüöz ve Malezya Siyaseti / Dr. Mahathir: A Political virtuozo and Malaysian Politics

Mehmet Özay                                                                                                                         12.01.2018

Malezya’da Dr. Mahathir Muhammed ilerlemiş yaşına rağmen ulusal siyaseti belirlemeye devam ediyor. 93 yaşındaki kurt politikacı muhalefeti biraraya getiren ‘Umut Koalisyonu’ (Pakatan Harapan) bloğu tarafından geçen hafta yapılan açıklamada muhalefetin başbakan adayı olarak ilân edildi. Bu süreç, sadece muhalefetin merakla beklenen başbakan adayının artık açıklanmış olmasıyla sınırlı değil.

Dr. Mahathir’in ulusal siyasette var olma arzusuna karşılık, bir süre önce, birilerinin belki ahlaki sınırları zorlayarak ‘yeter artık, öl’ dercesine temennilerine rağmen, bugün aynı Dr. Mahathir yine gündemde. 20. yüzyılın son çeyreğinde UMNO’da uzun yıllar zirvede bir siyasetçi olarak ulusal politikalar kadar, söylemleriyle belli ölçülerde uluslararası arenada ses getiren ve Malezay’yı gündeme taşıyan bir liderdi Dr. Mahathir. ‘Siyasi emeklilik’ sürecinde gelişip büyümesine katkı sağladığı Petronas, Proton gibi ulusal kurumlarda yöneticilik rolünün yanı sıra, zaman zaman çeşitli konularda verdiği demeçler ve katıldığı uluslararası konferanslarla görüşlerini ulusal ve hatta uluslararası boyutlarda sergilemeye devam etti.

‘Usta’ ve ‘çırak’ yan yana
Ülke siyasi haritasında çatlakların büyük depremler boyutuna ulaştığının bir göstergesi. Artık 1990’ların ikinci yarısında tabiri caizse Dr. Mahathir’in ‘siyasi çırağı’ Enver İbrahim’le başlayan muhalefet hareketinde ‘usta’ ve ‘çırak’ın aynı kulvarda yer aldığı bir duruma işaret ediyor. 

Geçen yıl boyunca muhalefetin yaklaşmakta olan seçimlerde kimi başbakan adayı olarak belirleyeceği merak konusuydu. Halen cezaevinde bulunan Enver İbrahim adı gündeme getirilse de, bunun sansasyonel olduğu ve gerçeklikte bir karşılığı olmadığı ortaya çıktı. Umut Koalisyonu adıyla biraraya gelen muhalefet partilerinin hedefindeki isim kuşkusuz ki Enver İbrahim. Ancak ülke ‘reel politikası’nda umulmadık süreçler bugün Dr. Mahathir’i öne çıkarmış durumda.

UMNO umut vermiyor mu?
Dr. Mahathir, 2003 yılında siyasi emekliliğine karar vermesinin ardından, Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu’nda (UMNO) kontrolü elinde tuttuğunu gösterircesine birbiri ardına iki dönem başbakan atamalarında rol oynadı.

Önce, kendisinden sonra kimin başbakan olacağını tayinle, ‘centilmen ve mütevazi’ kimliğiyle tanınan Ahmad Abdullah Badawi’yi UMNO genel başkanı ve başbakan koltuğuna oturmasını sağladı. Ardından Badawi’nin 2008 seçimlerinde arzu edilen başarıyı gösterememesi ve UMNO merkezli ulusal cephe iktidarının mecliste üçte ikilik çoğunluğu kaybetmesinin ardından, yeni arayışlarda bir başka isim gündeme geldi. Yani, ülkenin ikinci başbakanı Rezzak bin Hüseyin’in oğlu Necib bin Rezzak...

Necib’in parti içinde önünün açılmasında kayda değer rol oynayan Dr. Mahathir’in başbakana yönelik eleştirileri, 2013 yılı Mayıs’nda yapılan 13. genel seçimlerde iktidarın mecliste üçte ikilik çoğunluğun yanı sıra, popüler oyların çoğunu da muhalefete kaybetmesi başladı. 2015 yılından itibaren ulusal gündeme ve akabinde bazı soruşturmalara konu olmasıyla uluslararası çevrelerde gündeme gelen “1 Malezya Kalkınma Fonu”nun (1MDB) Dr. Mahathir’in gözünden kaçması mümkün değildi.

Bu nedenle Dr. Mahathir, eleştirilerini kurumsal olarak UMNO’dan ziyade Başbakan’a yöneltti. Ancak, parti kongrelerinde ‘bir değişim için’ üyelerden gerekli karşılığı bulamaması ve Başbakan’a desteğin devamı Dr. Mahathir’in sorunun daha büyük bir temel üzerinde gerçekleştiğine kanaat getirmesine ve dolayısıyla istifasına yol açtı. 

Virtüöz işbaşında
Bu gelişme, son birkaç yılda UMNO’da yaşanan kırılmanın geldiği noktayı göstermesi açısından kayda değer bir durum. Kaldı ki, 29 Şubat 2016’da UMNO’dan istifasını açıklayan Dr. Mahathir, yeni bir parti kurmayacağını ve UMNO’ya desteğinin devam edeceğini söylese de, aradan geçen yaklaşık iki yıl zarfında hem kendi bireysel tarihi, hem de UMNO ve ulusal tarih için kayda değer süreçlerin büyük ölçüde aktörü konumunda oldu. Aynı yılın, yani 2016’ın Temmuz aylarında ise etnik bir temele oturan Yerli Birlik Partisi’nin (PPBM) kuruluşu gündeme geldi.

Bugün Dr. Mahathir’in muhalefet hareketi içerisinde olmakla kalmayıp, altmış yıldır iktidarda olan UMNO’nun siyasi egemenliğini sona erdirme hedefinin bizatihi öncüsü olmaklığıyla dikkat çekmektedir. Dr. Mahathir’in bir kez daha aktif siyasetin içinde yer almasını sağlayan bu süreç, onun aynı zamanda ulusal siyasette iktidar ve muhalefet blokları içerisinde yaşanan süreçleri yöneten bir siyasi akıl olarak da ortaya çıkması anlamı taşımaktadır. “Muhalefet bu haliyle yapılacak seçimlerde UMNO merkezli Ulusal Cephe iktidarını alt edemez” diyen, Dr. Mahathir kurucusu olduğu bu yeni parti ile “Malezya’yı Kurtaralım” (Save Malaysia) adıyla başlatılan sosyal kampanyaya destek vermiş oldu.

Sokaktaki vatandaşın “Evet iktidar kötü, ancak iktidar adayı muhalefette de birlik gözükmüyor” yakınmaları, yapılacak bir seçimde iktidarın eşiğine kadar gelinmesine rağmen, UMNO iktidarına ‘mahkum olunmuşluk’ halini ortaya koyuyordu. Dr. Mahathir siyasi tıkanıklıkları ve toplumsal talepleri gören bir lider olduğunu ortaya koyarcasına muhalefet birliğini kucaklayan yeni bir partiyle ortaya çıktı. Ve onun geçen hafta muhalefetin başbakan adayı olması da sürecin ulaştığı noktayı göstermesi açısından önem arz ediyor.


Malezya’da iktidar mücadelesinin ötesinde ülkede yerleşik siyasi yapıyı etkileyebilecek gelişmeler yaşanırken, şu soru akla geliyor ister istemez: Acaba Dr. Mahathir 1998 yılında partiden ihraç etmesiyle başbakanlık yolunu kapattığı Enver İbrahim’e aradan geçen yirmi yılın ardından başbakanlık yolunu açacak mı?” Bunu bekleyip görmek gerekiyor. 

7 Ocak 2018 Pazar

Malezya’da İktidar Değişim İstiyor mu? / The ruling elite wants change in Malaysia?

Mehmet Özay                                                                                                                      08.01.2018

Malezya’da seçimlere az bir süre kala muhalefet koalisyonu başbakan adaylarını nihayet açıkladı: Dr. Mahathir Muhammed. 2003 yılında ‘siyasi emekliliğe’ geçiş yapan, bununla birlikte, 2004’de Abdullah Badawi ve 2009’da Necib bin Rezzak’ın başbakanlık yolunu açarak ‘emekliliğinde de’ vaktini boş geçirmediğini kanıtlayan Dr. Mahathir, 93. yaşında bulunduğu şu günlerde ülkenin en önemli görevine talip.

Dr. Mahathir yeniden Başbakan mı olacak?
2016 yılı ortalarında iktidarın büyük ortağı Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu’ndan (UMNO) istifa eden ve ‘Birleşik Yerli Partisi (Partibumi) kurucuları arasında yer alan Dr. Mahathir’le ilgili olarak, bir süredir gündemde yer alan başbakan adayı olup olmayacağı tartışmalarında son nokta konulmuş oldu. Dr. Mahathir ve Malezya siyasetini ayrı bir yazıya konu yapacağız. Ancak burada, söz konusu bu son gelişmenin arka planını oluşturması dolayısıyla Malezya’da iktidar koalisyonunun değişim isteyip istemediğine kısaca göz atacağız.

Malezya’da bir yılı aşkın süredir siyasetçilerin gündeminde yer alan genel seçimlerin yapılmamış olması, yapılmayacak anlamı taşımıyor. Elbette standard bir ‘demokratik’ rejim de olduğu üzere, beş yılda bir yapılan seçim Malezya’da da kendini gösterecek. Ancak bugün Malezya’da seçim bağlamında işlerin ‘tıkırında’ gitmemesinin nedeni, genelde son ana kadar beklemeyip oyların büyük çoğunluğunu alınacağının kesinleşmesine sebebiyet verecek en uygun anın yakalanıp, bir ‘baskın’ seçimle iktidarı yeniden perçinlemek şeklinde zuhur ediyor(du).

Öyle ki, hükümet kanadına mensup siyasetçilerin verdikleri ipuçlarından hareketle, baskın seçimin geçtiğimiz Ekim ayında olması bekleniyordu. Ancak Ekim’de seçim olmadı… Şubat veya en geç ihtimalle Ramazan ayı öncesinde seçimler yapılmış olacak. Seçim sürecinin son ana kalmasına sebep, halkın seçime hazır olmamasından ziyade, halkın yeni bir hükümet çıkarma ihtimalinin iktidarı elinde tutan güçler tarafından görülmüş olmasıyla bağlantılı.

Halk değişim istiyor, ya iktidar?
Tabii ‘halk’ ne istiyor sorusunun Malezya gibi bir ülkede karşılığı nedir sorusu kendi başına anlamlı ve üzerinde detaylı durulmayı hak etse de, son iki seçimdeki gelişmeler ‘halk’ olgusunun iktidarı belirlemeye yönelik arzusunun ortaya çıkmasıyla yakından ilintili. Yani halk, acaba ‘muhalefet koalisyonuna’ bir beş yıllık süreçte yer versek mi düşüncesini güçlü bir şekilde sergiliyor.

Böyle bir değişimin gerçekleşmesi Malezya özelinde, sadece bir iktidarın gidip yerine yenisinin gelmesi anlamı taşımıyor. Aksine, kurulu veya ‘kurgulanan’ bir siyasi ve de toplumsal yapının yerini, yeni bir siyasi anlayışın alıp almayacağıyla bağlantılı bir durum söz konusu. Bu noktada, geçen yılın başlarından itibaren iktidar çevrelerince “seçimlerin eli kulağında olduğu” ifade edilmesine rağmen, seçimin son ana, yani bu yılın bahar aylarına ertelenmesi, iktidarın Malezya’da bir değişim isteyip istememesi ile alâkalıdır. Bu bağlamda, iktidar seçim sürecine hazırlıkları uzatırken, ülkede altmış yıl boyunca hükümetleri kuran ‘Ulusal Koalisyon’un (Barisan Nasional) değişim istemediğini ileri sürebiliriz.

Ekonomik demokrasi
ASEAN’ın çok kültürlü ve çok dinli ülkelerinden olan Malezya, coğrafi genişlik ve nüfus yoğunluğu bakımından diğer üye ülkelerin gerisinde yer alsa da, birliğin ikinci büyük ekonomisi hüviyetine sahip. Kendine özgü monarşik bir yapının hakim olduğu, öte yandan ‘çoğulcu demokrasinin’ sembolik göstergelerinden biri olarak ‘çok partili’ bir parlamenter yapıya sahip bir görünüm arz ediyor.

Bununla birlikte, ülkenin altmış yılı aşkın modern döneminde ülkenin, adına tek parti denmese de ‘çok partili’ tek koalisyon tarafından yönetiliyor. Partilerin sayısı, ülkede dağılım gösteren azınlıklara koşut olarak öne çıkarken, belki de bölge ülkeleri tarafından bile Malezya Çin Birliği (Malasian Chinese Association-MCA) adı verilen Çin etnik kökenli parti ile Malezya Hint Kongresi (Malaysian Indian Congress-MIC) adı verilen siyasi partiler dışında özellikle Sabah ve Saravak Eyaletleri’ndeki diğer azınlıkların kurmuş olduğu partiler pek de bilindiği söylenemez.

İktidar aygıtını teşkil eden ve omurgasını UMNO’nun oluşturduğu koalisyon bloğunu dengede tutmaya yarayan en elverişli araç ise ekonomik kalkınmışlık. Yönetim Malay etnik azınlığın ‘hakkı’ olurken, ‘ekonomi’ daha sömürge döneminden itibaren küçük ve orta işletmeler gibi ekonominin can damarını oluşturan sektörlerde Çin’li azınlık başat bir konumda bulunuyor. Peki ya diğerleri? Başta Hint kökenliler olmak üzere Sabah ve Saravak eyaletlerindeki azınlıkları ‘iktidar’ aygıtına bağlayan temel faktör ekonomik paylaşımdan ne kadar pay alıp almadıklarıyla bağlantılı.

Tabii bu görüş ortaya konurken, başta Malay ‘Müslümanlar’ olmak üzere, her bir etnik azınlığın yek-vücud bir siyasi hareket sergilediklerini söylemek toplumsal yapının doğasına aykırı bir durum olur. Öyle de değil zaten. PAS, PKR, DAP gibi muhalefet bloğunun öne çıkan partilerinin hangi etnik temeller üzerinde ve ne türden siyasi farklılaşmalarla kendi etnik bütünlerinden ayrıştıkları Malezya toplumunun dinamikleriyle yakından bağlantılıdır.

1MDB faktörünü kimler ayarttı?
2014 yılından itibaren ulusal siyasette giderek artan bir şekilde gündemi oluşturan 1 Malezya Kalkınma Fonu (1MDB) suiistimalleri konusu karşısında hükümetin daha doğrusu başta Başbakan Necib bin Rezzak olmak üzere, hükümetin UMNO kanadında farklı bir yaklaşım dikkat çekiyordu. “Dış mihrakler” atfıyla başlayan söylem, belki de Malezya modern siyasetinde karşılığı olmayan bir olguya vurgu yapıyordu. Bu söylemde dış mihraklerin adı konularak ve ‘ABD’nin bazı kurumlarına gönderme yapılarak hedefte Malezya’da hükümetin düşürülmesi olduğu ifade ediliyordu. Dünyanın dört bir yanında ABD’nin evvelinden bu yana hükümet ya da rejim değişikliklerine yöneldiği biliniyor. Böyle bir husus varsa bile, bunda bir sürpriz niteliği aranmamalı.

Ancak, ABD’nin varsa bu türden teşebbüslerinin, Malezya siyasetiyle ilintisinde ‘devirmek’ fiilini hak edecek boyutlarda olduğu ne kadar karşılık bulur bu şüphelidir. Bu söyleme konu olan 1MDB suistimalleri ise, -ki öyle gözüküyor- uluslararası kara para aklama süreçleri olarak gündeme gelen bu husus ABD’den önce, Malezya’nın yanı başındaki komşusu Singapur tarafından gündeme getirilmişti. Kara para aklama konusunda fiili katkısı olduğu tespit edilen kurumların faaliyetlerine son verilirken, bazı çalışanlara da hapis cezasının gelmesi yine Singapur’da vuku bulmuştu. Ardından ABD dahil dört ülke de daha bu konuda soruşturmalar açılmıştı.

Kaldı ki…. Daha 1MDB süreci uluslararası platformda kendini göstermediği bir dönemde Malezya’da açılan ve sürdürülmesi beklenen soruşturmada sürecin soruşturma ayağında baş aktör konumundaki kişinin yerinden edilmesi ve ardından gelenler herhalde sorunun uluslararası bir arka plânı olduğuna işaret etmiyor.

Bugün şayet seçimler öncesinde bir değişim rüzgârı esiyor ise, bunu salt 1MDB konusuna endekslemek Malezya siyasetinde olup bitenleri anlamamakla eş değerdir. O zaman, muhalefetin ‘ayak seslerinin’ yüksek bir şekilde gündeme gelmeye başladığı 1990’ların sonları ve ardından 2008 ve 2013 seçimlerindeki parti yapılaşmaları, toplumsal konsensüsler, iktidarın buna karşı geliştirdiği ‘klasik’ yöntemleri nasıl ve ne şekilde anlamak gerekir?

Neredeyse her seçim arefesinde olduğu üzere bu sefer de, din/Müslümanlık-Malay milliyetçiliği-sultanların varlığı-ekonomik kazanımlar gibi popülerleştirilmeye matuf konular yine gündemde. Buna karşılık, yukarıda dikkat çekildiği üzere iktidarın ana damarı (UMNO) dışında, koalisyon partilerinin bu duruma tepkileri olup olmadığı da merak konusu olsa gerek.

Değişimin ayak seslerinin giderek daha gür çıkmakta olduğu izlenimi edinilmiş olmalı ki, bugüne kadar yan yana gelmesi neredeyse mümkün olmayan Çin etnik temelli siyaset yapan ve ikisi de iktidar aygıtı içerisinde yer almakla birlikte, bir türlü yan yana gelmeyen MCA ve Gerakan liderleri yaklaşık bir hafta önce yaptıkları basın toplantısıyla ‘Çin birliği’ne çağrıda bulundular. ‘Çin birliği’ çünkü karşılığı 2013 seçimlerinden hemen sonra Başbakan Neci bin Rezzak’ın seçim sonuçlarındaki ‘başarısızlığı ‘Çin tsunamisi’ kavramıyla ilan etmiş olmasıyla bağlantılıdır.  

Değişim ama nasıl?
Bazı bilim ve düşünce adamlarının zaman zaman dile getirdiği üzere, Müslüman toplumlarda değişimin iyiye doğru yönelim kazanmasında ilk adımı atması gerekenlerin bizatihi Müslümanlar ve de bu kitleye liderlik ve rehberlik mevkiinde bulunan kişi ve gruplardır. Malezya da bundan ari değil.

Özellikle 1980’li ve 90’lı yıllarda -her ne kadar ulusal ekonomi ve geniş halk kitlelerinin düşüncesi farklı olsa da-  Malezya adına üçüncü dünya denilen ülkeler için bir ‘model ülke’ mesabesinde gösteriliyordu. Ülkenin çeşitli alanlara ait istatistiki verileri konusunda bağımsızlığını elde ettiği 1957 yılı ile aradan geçen elli, altmış yıllık süreç sonrasındakiler kıyaslandığında, elbette bir ekonomik ve sosyal gelişmeden bahsedilir. Buna kuşku yok…

Kaldı ki, böylesi uzun dönemlerde dünyanın herhangi bir geri kalmış ülkesi bile şu veya bu şekilde gelişme kaydedebilir. Malezya’nın yarım yüzyılda kat ettiği yol, sarf edilen ‘milli eforlar’ kadar, aralarında bugün ‘hükümeti devirmek istediğine’ dikkat çekilen ABD’nin de olduğu bazılı ve Japonya gibi doğulu ülkelerin dış destek ve yatırımları, özellikle teknolojik insan iş gücü açığını ve de know-how açığını kapatacak desteklerini unutmamak gerekir.

Aynı Malezya, siyasi elitinin ‘etnik korkular’, ‘maddi kayıplar’, ‘sömürge dönemi ayrıştırmacılıkları’ gibi hususiyetler üzerinde epeyce kafa yormasıyla yeni bir döneme girebilir.  Ve bu konuda ülkenin önde gelen bilim ve düşünce çevreleriyle işbirliği yapması, ülkeyi ‘zora sokacak’ bir sürece değil, aksine hem ülke içerisinde hem de bu ülkenin ‘modellik’ vasfından hareketle bölge ülkelerine yapacağı olumlu etki yapabilir. Değişim olacaksa, bu değişimin kimin ve nasıl gerçekleşeceği önemlidir.


5 Ocak 2018 Cuma

ASEAN’ın Asya-Pafisik’te Görünümü / ASEAN Outlook in Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                         05.01.2018
Küresel güç merkezleri olarak adlandırılan yapıların yeni yılda odaklanacakları coğrafyaların belki de ilki yine Asya-Pasifik bölgesi olacak. Tekrarlamakta mahsur yok… Asya’dan kasıt, Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan ülkeler yani, Doğu ve Güneydoğu Asya’yı oluşturan ülkeler. Pasifik’in öte yakasında ise Kuzey Amerika ve Latin Amerika’nın Pasifik’e bakan ülkeleri ile tabii ki, Adalar bölgesi olan Avustralya ve Yeni Zelanda.

Her ülkenin veya bölgenin bir şekilde kendini ‘dünyanın merkezi’ görme gibi bir eğiliminden bahsetmek mümkün. Coğrafi, politik ve ekonomik yapılaşmaları ve ilişkiler ağı özelinde bunda bir sakınca olmayacağı, hatta haklı gerekçeleri olabileceğini düşünmek bile mümkün. Ancak Asya-Pasifik bölgesinin bir küresel merkez niteliği taşıması, bugünün veya yakın geçmişte ortaya çıkan gelişmeleriyle bağlantılı değil. Aksine bölgenin kadim geçmişten bu yana taşıdığı özellikler örneğin, sahip olduğu su yollarının çeşitliliği ve bunların bağlantılılığı ile görece erken dönemlerde bu su yollarını çevreleyen hinterlandın kaynak zenginliğinde yatıyordu.

Öte yandan, söz konusu bu bölgenin böylesine bir nitelik arz etmesini, bizatihi bölgedeki kendinde ve zinde güçlerin bir çıkışı olarak da değerlendirmek mümkün. Yine görece yakın dönemde ulaşım ağlarının öne çıkması, ‘su yollarının’ tam da içinde-derininde yer alan ‘maddi değerlerin’ varlığı, Asya-Pasifik bölgesini kaçınılmaz olarak küresel ilişkilerde ilk sıraya çıkartıyor.

Tabii bu süreçlerin yüksek sesle dile getirilebilirliğinin 15. yüzyıl sonunda baş gösteren ‘yayılmacılık’ ‘sömürgecilik’ süreçleriyle küresel bir önem kazandığı ortadadır. Yayılmacılık ve sömürgecilik olgusu, adına ‘denizci milletler’ denilen unsurların öne çıktığı ve bir bölümünün Ada toplumları, bir diğer bölümünün karanın denizle iç içe olduğu coğrafya(lar) üzerinde yükseliyor oluşları, ‘denizci’ olmanın nedeni kadar sonuçlarını da içinde barındırıyor(du).

Su yolları üzerinde mobilize olma karakteristiği ‘dünyanın öbür ucuna’ ulaşmayı sağlarken, içinde bir ölçüde durağanlığı da barındıran teritoryal bir egemenlik tesisi yerine, ‘kısa dönemli’ girişimleri ve teşebbüsleri de mobilize ederek bir dinamizm ortaya koyuyordu. Bu kısa girişle ortaya koymaya çalıştığımız, işte bugün Asya-Pasifik bölgesinin niçin bu denli bir önem arz etmekle olduğuyla alâkaladır.

Bu çerçevede konuyu, bugünün canlı ve diri ilişkileri üzerinden sürdürebiliriz. ABD’nin dış politikasında, Asya-Pasifik bölgesini ‘düne’ kadar göz ardı ediyormuş izlenimi vermesi, diğer ülke ve bölgesel birlikleri de bölgeyi bu şekilde algılamalarına neden olmuş olabilir. Öte yandan, bir süredir bu bölgenin ‘dünyanın gözü önüne’ getirilmesinde, yine ABD’nin bölgeyi yeniden ele alma kararının da başat bir unsur olarak öne çıktığı iddia edilebilir. Bununla birlikte, unutulmaması gereken bir husus, Çin’in kendinde bir güç olma istidadını ortaya koyma çabasıdır. Bu iki ‘güç’ çekişmesinde bölgenin kadim kültürlerine ev sahipliği yapmış olan Güneydoğu Asya’nın nerede durduğu meselesi önemlidir.

Yayılmacılık ve sömürgeciliğin sona erişinden bu yana epeyce bir süre geçmiş olduğu düşünülse de, dünün küreselleşmeye neden olan unsurlarına karşılık, bugünün farklı küreselleşme süreçleri ile karşıya karşıya olunmaktadır. Güneydoğu Asya bir başka deyişle ASEAN, tarihsel olarak Çin’le var olan ilişkilerini 20. yüzyılın, özellikle son çeyreğine doğru yapılaştırılmaya başlanan ilişkilerle yeniden tesis ediyordu.

Öte yandan, Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olması ise, bu sürecin nitelik ve nicelik olarak gelişmesinde kayda değer bir artışı getirmiştir. ABD’nin, 2. Dünya Savaşı’nın ardından, adına ‘güneş batmayan imparatorluk’ olarak anılan Birleşik Krallık’tan (İngiltere) devr aldığı Asya-Pasifik ya da daha doğru deyişle su yolları egemenliği, ABD’yi 20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca bölgede başat bir güç yapısı oluşturmasına neden oluyordu. Bu sürecin bir karşılığı olarak ASEAN’ın 1967 yılında kurulmasının şaşılacak bir yönü de bulunmuyordu.

Peki, bugüne gelindiğinde Güneydoğu Asya coğrafyası üzerinde yükselen ve bünyesinde on ülkeyi barındıran ASEAN, yaşanmakta olan gelişmeler karşısında nasıl bir yol izlemektedir? Bu noktada, üye ülkeleri tekil olarak ele almak, ASEAN bütününün nasıl bir yapı ortaya koyduğunu en azından bir ölçüde görmemize olanak tanıyacaktır. Tabii, on ülkeyi bu yazı çerçevesine sığdırmak mümkün olmadığından, birkaç ülke özelinde konuyu ele almak mümkün. Bu noktada ASEAN’ı iki kategori, yani ilki adalar, ikincisi ana kara ülkeleri olarak değerlendirebiliriz.

Endonezya ve Filipinler’de başkanlar Joko Widodo (Jokowi) ve Rodrigo Duterte’nin şahsının ağırlığını hissettirdiği bir siyasi yapı bulunuyor. Jokowi bir yandan ülkede sivil siyaset, asker ve polis ile cemaatler arasında var olan süreçleri ‘yönetebilme’ uğraşı veriyor. Jokowi, bir yandan da iktidarına zemin hazırlayan ekonomik kalkınma konusunda verdiği söze duyulan ‘güven’ bağlamında, ülkenin ihtiyaç duyduğu ekonomik kalkınma süreçlerinde adım atmaya çalışıyor.

Bu süreçteki girişimleri onu Çin’i öncellediği yönlü bir tür suçlama olarak alttan alta toplumda işleniyor. Endonezya’nın Çin’le ilişkileri yeni ortaya çıkmış bir süreç değil, aksine dönemin özelliği gereği ABD’nin geri çekilmesiyle açılan boşluğu kimin ve ne şekilde dolduracağı sorusuyla bağlantılıdır. Jokowi’nin ‘bir yanıyla Çin’li olduğu gibi kimilerinin ortaya atmakla siyasi rant elde etme arasında ilişkiyi ortaya koyma çabasının burada bir karşılığı olduğunu düşünmek mümkün. Ülke siyasetinde siyasi rantlar konusu, bugün ortaya atılan iddiaların sağlık derecesini de değerlendirmemize elbette ki olanak tanıyor. Bununla birlikte, Endonezya’nın yaşamakta olduğu bu süreç, çeşitli alanlarda sahip olduğu potansiyelin değerlendirilmesine mani olduğuna kuşku bulunmuyor.

Filipinler’de 2016 yılı Mayıs ayında yapılan seçimlerin ardından önemli bir halk desteğiyle başkanlık koltuğuna oturan Davao şehri eski belediye başkanı Rodrigo Duterte’nin ülkenin en önemli ‘hastalığı’ olarak teşhis ettiği uyuşturucu ile mücadele, sadece ülkenin değil, dönem dönem küresel bir konu olarak gündeme taşındı. Duterte’nin ‘üç ayda’ bitireceğini söylediği uyuşturucu konusu bugüne kadar bitirilemediği gibi, uygulamaya konulan politikanın hak - hukuk alanları ile bir toplumsal çözüm süreci olarak sürdürülebilirliği konusu ciddi bir sorun halini almış durumda.

‘Halk desteğinin’ bu anlamda neye tekabül ettiği ise hiç kuşku yok ki, Filipinler halkının nasıl bir yapısal gelişme ortaya koyduğuyla alâkalıdır. İspanya ve ABD sömürgeciliği döneminde ‘yıldızları parlayan’ feodal ailelerin uzantılarının modern Filipinler siyasetindeki varlığı, tıpkı dün plantasyonlarda bu feodallere çalışan kitlelerin, bugün siyasi partilerin oluşturacağı irili ufaklı varsıllık alanlarında yer alma mücadelesine evrilmiş bir görünüm arz ediyor.

Aslında siyasi partiler ve halk ilişkisinin bir tür karşılığını, aradan geçen süreçte başkan Duterte’nin maço duruşu ve söyleminde temsil edildiği iddia edilebilir. 70’ini aşmış olan başkan Duterte’nin herhangi bir siyasi gelecek beklentisi içerisinde olmaması, tabii ki onu Filipinler halkına kısa sürede en önemli faydayı sağlama gibi bir misyon üstlenmesinin de yolunu açıyor. Ancak Duterte, sadece bu yolda gitmekle kalmıyor, üstüne üstlük yerine yakın geleceğin başkanı olarak 80’li ve 90’lı yılların ‘diktatör Marcos’un oğlunu hazırlıyor. Junior Marcos olarak da bilinen Ferdinand Bongbong Marcos’un ‘başkan yardımcılığına’ getirilmesi çalışmalarının geçen yıl ortalarında başlandığı ve ülkede başkanlık seçimlerinin altı yılda bir yapıldığı dikkate alındığında, sağlık sorunları da nüksetmiş olan ‘yaşlı Duterte’nin elini biraz çabuk tutacağı öngörülebilir.

ASEAN’ın ‘ana kara’ bölümünde Tayland derin bir cunta rejiminin siyasal ve toplumsal yaşama adapte edilmiş bir örneği olarak karşımızda duruyor. 2014 yılı Mayıs’ında yaşanan darbenin ardından ‘kısa sürede demokrasiye dönüleceği’ söylemi, bugüne kadar pratikte bir karşılık bulmadı. 20. yüzyıl boyunca ‘ağır’ cunta rejimi tecrübesine sahip Tayland, Asya-Pasifik bölgesinin ciddi bir şekilde öne çıkmakta olduğu günümüzde de benzer bir cunta rejimine konu oluyor.

ASEAN’ın ikinci büyük ekonomisi sıfatını taşıyan ve geniş bir coğrafya parçası üzerinde yükselen, batısında Bengal Körfezi ve doğusunda Güney Çin Denizi’ne açılan ülkede geniş halk kesimleri ve sivil siyaset kanalları bekleme sürecini sürdürüyor. Cunta rejimi güç aldığı siyasi yapıyı sürdürülebilir kılma adına anayasayı değiştirirken, meclise ordu mensuplarının atanması şartını gündeme taşımasıyla sanki kendisine Myanmar’ı örnek almış bir görünüm arz ediyor. Bu çerçevede, bu yıl içerisinde yapılacağı öngörülen seçimlerin hangi demokratik değerlerle örtüşeceği ise tabii ki sorgulanmayı hak ediyor.

2010 yılından itibaren eski general yeni sivil Thein Sein liderliğinde ‘sivilleşmeye’, ‘demokratikleşmeye’ adım atan Myanmar, 20. yüzyıl boyunca yaşadığı tüm kapalı devre süreçlerine rağmen, bugün bazı güç odaklarınca bölgenin ‘yeni bir ümidi’ olarak parıldatılıyor(du). Asya’nın iki köklü kültürel ve medeniyet unsuru Çin ve Hindistan’a komşu olmasının, ülkede çoğulcu dini ve etnik zenginliği yeşertmek ve geliştirmek yerine, Burmese çoğunluğun hegemonyasının devam ettirilmesi bahsi geçen ‘ümidin’ nasıl ve ne şekilde ortaya çıkacağı konusunda tereddütleri azaltmıyor aksine artırıyor.

Ülkenin yegâne sorununun ‘Arakanlı Müslümanlara’ yapılan zulüm ve etnik soykırım olmadığı, ülkenin yakın geçmişindeki siyasal sistem ve azınlıklar ilişkilerinde görmek mümkün. Ülke sınırlarını çevreleyen bölgelerdeki irili ufaklı etnik azınlıkların var olma hakları ve bu yönde verdikleri mücadele ile bu azınlıklarla kimlerin ne türden ilişkiler geliştirdikleri de ele alınması gereken bir başka hususu oluşturuyor. Ciddi sorunlara sahip olan ülkenin, kendi içinde siyasi, ekonomik ve toplumsal gelişmişliği ortaya koyabilmesi ve bu anlamda 2. Dünya Savaşı sonrasının bölge içerisinde en çok gelecek vaad eden ülkesi umutlarının yeniden yeşertilebilmesi için epeyce bir çaba sarf etmesi gerekiyor. Bu sürecin, sadece Suu Kyi’ye ile ortaya konamayacağı ise aşikâr.


1 Ocak 2018 Pazartesi

Arakanlıların eve dönüş (!) muamması / The Rohingya riddle while preparing back to home(!)

Mehmet Özay                                                                                                                        01.01.2018

Arakan Müslümanları yeni yılın başında bir seçimin daha arefesindeler. 25 Ağustos’tan itibaren başlayan ‘büyük göç’ sonrasında Bangladeş ve Myanmar hükümetlerinin geçen Kasım ayında vardıkları ‘ön anlaşmaya’ göre sayıları yarım milyonu aşkın Arakanlının şimdi geri dönme sürecine girileceği belirtiliyor. Bangladeş yönetiminin geri dönüşle ilgili öngörüsü ise, bu sürecin Ocak ayı sonunda başlaması yönünde.

Bangladeş hükümetinin ilk etapta kayıt işlemleri yapılan yüz bin kişiden oluşan listeyi Myanmar makamlarına devri, vakıanın çeşitli veçhelerinden habersiz olanlar için iyiye yorumlanabilecek bir durum. Ancak bu sürecin hemen başlarında Arakanlı Müslümanlar modern tarihlerinde üçüncü büyük göç dalgasına maruz kalmalarının ardından, nasıl bir yakın gelecekle karşı karşıya kalacakları endişesini çoktan duymaya başladılar bile.

Bu endişe, sadece Bangladeş’in sahil boyunca uzanan irili ufaklı köy ve kasabalarındaki yüzbinlerce kişi tarafından değil, dünyanın değişik bölgelerindeki Arakan diasporası tarafından da hissediliyor. Bangladeş makamlarının kayıt işlemleri sırasında ufukta bir dönüş imkânından ziyade, tehlikesini sezen Arakanlılar ‘bizi göndermeyin’ yalvarışına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Bölgedeki gelişmeleri yakinen bilen uluslararası sivil toplum kuruluşları ve diplomatlar da zaten bu geri dönüş ‘hikâyesinin’ gerçekliği konusunda şüphelerini ortaya koyuyorlar.

Öte yandan, Bangdaleş hükümeti kendi topraklarına girmek zorunda kalan bu yüzbinlere ‘iyilik olsun’ diye geri dönüş sürecini başlatmış değil. Aksine, Bangladeş’in güneydoğu sahil şeridinde yaşanan göç kaosuna bölgenin sosyo-ekonomik ve özellikle de siyasal gerginliğini ateşleyebilecek bir unsur olarak bakıldığındandır ki, Arakanlılar bir an önce Myanmar sınırlarına geri döndürülmek isteniyor. Bangladeş yönetiminin aklında 90’lı yıllarda yaşanan bir başka dev göç dalgası sonrasında yaşanmış olanlar var…

Bangladeş yönetimi geri gönderileceği belirtilen yüzbinlerce kişinin “kimlik tespitinin” yanı sıra, geri dönüşlerinin kendi rızalarıyla olduğu yönünde bir belge imzalatması ülke yönetimini olası aksi gelişmeler karşısında uluslararası çevrelerden gelecek eleştirileri engellemeye matuf bir yönü olacaktır. Akıllara, 2014 yılında Myanmar hükümetinin uzun bir aradan sonra yaptığı nüfus sayımı geliyor. Önlerine konulan belgede ‘Rohingya’ (Arakan) seçeneği bulunmadığından Arakanlıların önemli bir bölümü belgeleri imzalamazken,  bu kitle içinde baskılardan kaçma adına kendilerine sunulan seçeneği imzalayanlar da olmuştu.

Doldurulacak formlar, kimlik tespiti gibi hususlar aslında kafa karıştırmaya yetecek boyutta. Kimin, hangi yetkili makam tarafından verilmiş ve tanımlanmış nasıl bir kimlik belgesine sahip olup olmadığı başlı başına bir muamma. Diyelim ki, Bangladeş makamları kendi ‘yöntemlerine’ göre formları doldurmaları halinde, bunun Myanmar yönetimince kabul edileceğinin de garantisi bulunmuyor.

Kaldı ki, ortaya çıkabilecek bir tür toplumsal kaosun, sadece Bangladeşliler ile Arakanlı sığınmacılar olduğunu düşünmek kadar, önceki yıllarda bu bölgeye gelmiş yüzbinlerce Arakanlının zor koşullarda yaşamakta oldukları kamplardaki ‘insani’ konumun daha da kötüleşmesiyle oluşabilecek olumsuz gelişmeleri de hesaba katmak gerekir.

Bangladeş sınırlarına sığınan Arakanlılar bu noktada acılardan hangisini tercih etmeleri ile karşı karşıya bırakılıyorlar. Yukarıda dikkat çekilen nedenden ötürü Bangladeş yönetimi bir an önce ‘yüzbinlerden’ kurtulmanın hesabını yaparken, geri dönmek istememeleri üzerine bir tür direniş gösterecek olan Arakanlıları zorla gönderme çabası sergilemesi, uluslararası gözlemcilerin dediğine göre hiç de “güvenlikli” olmayan bir süreç kapıda.

İşin öte yanında, Ağustos ayında yaşananlar sonrasında, aralarında küresel kurumların da dahil olduğu çevreler, bu insanların ‘etnik temizliğe’ maruz kaldıklarını artık yüksek sesle ve sürekli bir şekilde gündeme taşımasına rağmen ve örneğin ABD dışişleri bakan Rex Tillerson Kasım ayında “soykırımdan sorumlu olanlar hesap vermeli” türünden açıklamalar yapsa da, bugüne kadar Myanmar resmi makamlarından veya ordu mensuplarından herhangi bir kişinin bu yönde bir suçlamayla mahkemeye çıkartıldığına tanık olunmadı.

Öte yandan, Myanmar topraklarına geri dönüşlerinde Arakanlıları insani muameleyle karşılayacak bir siyasi ve toplumsal ortam olduğunu düşünmek saflık olur. Terk ettikleri toprakların Budist yerleşimciler ve hükümet kurumları tarafından el konulup konulmadığı bilinmese de, daha önceden bu yönde var olan uygulamalar benzer bir sürecin hayata geçirilebildiğini veya geçirileceğini akla getiriyor.

Örneğin 2012 yılında yaşananların ardından bölgedeki kamplarda yaşayanlar yeniden evlerine ve topraklarına dönememişti. Bu noktada, Bangladeş ve Myanmar arasında imzalandığı söylenen anlaşmaya rağmen, yüzbinlerce insanın geri dönüşüne ‘yeşil ışık’ yakma anlamı taşıyacak herhangi bir hazırlığın Myanmar yönetimince yapıldığına dair şu ana kadar herhangi bir açıklama yapılmış değil.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2018/01/01/arakanlilarin-eve-donus-muammasi-the-rohingya-riddle-while-preparing-back-to-home/