Yazının başlığı Avustralya eski Başbakanı ve geçenlerde mevcut hükümette
Dışişleri Bakanı olarak görev yapan ancak parti içi çekişme neticesinde istifa
eden Kevin Rudd’a atıfta bulunsa da, onun Avustralya iç siyasetindeki yerini
gündeme almıyor. Aksine, yeni güç aktörleri arasında yeni bir çatışma
sirkülasyonunun ortaya çıkacağı ihtimaline karşı, nasıl bir strateji takip
edilmesi konusundaki girişimine atıfta bulunduğumuz Rudd’un bu argümanının ne
denli somutlaşabileceği üzerinde durmak istiyoruz. Öyle ya, Rudd gitti, barış
umutları rafa kalktı da denilebilir. Hayır öyle değil... Aksine, ABD-Çin
ilişkileri bağlamında Güneydoğu Asya faktörünün biraz daha irdelenmesi
gerekiyor.
Bir süre önce dikkat çektiğimiz üzere, Rudd’un ABD-Çin ilişkilerinin ‘güvenilirlik
katsayısının’ artırılmasında Güneydoğu Asya’nın konumuna vurgusu önemliydi. Bu
önem, Güneydoğu Asya özelinde söz konusu bu ilişkiyi değerlendirmeye alanın salt
Kevin Rudd olmasından kaynaklanmıyor elbette. Ancak, Rudd’un önemi, her iki
güçle irtibatlandırılabilecek sahip olduğu siyasetçi birikimi ile, bu iki güç
dengesi arasındaki ilişkilere bir yön takibinde olasılıkların en güçlüsü
üzerinde görüşlerini açıkça dünya kamuoyu ile paylaşmasından geliyor.
ABD-Çin ilişkilerinin gitgide önem kazandığı ve küresel barış denilen olgu
üzerinde belirleyici etkisinin kaçınılmaz olduğu aşikâr. 21. yüzyılın Asya Çağı
olacağı çeşitli çevrelerce gündemde yer işgal ederken, bu çağın şekillenmesinde
rolün kimler tarafından paylaşılacağı üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.
Asyalılar derken -burada önceki yazılarımıza atfen “Hangi Asya?” sorusunun es
geçilemeyeceğini de bir kez daha vurgulayalım. Son iki yüzyıllık zaman dilimine
damgasını küresel boyutta vurmuş bir Batı’nın -burada da Hangi Batı? sorusunun
unutulmaması şerhini düşelim- Asya yüzyılında “geri çekileceği” anlamı taşır
mı?
Batı’yı batı yapan sosyo-ekonomik değer kapitalizm olduğuna göre ve bu
ekonomik sistem tüm yapılandırıcı gücü ile küresel meydan okumalarını
sürdürürken, sıkıştığı evrelerde kendine yeni kapılar ara(la)mada maharetini
sergilemiş bir sistemdir. Asya geleneğinin önemli bir ayağını oluşturan Japonya
birkaç yüzyıllık direnişinin ardından kapılarını 1850’li yıllardan itibaren
Batı’ya açarken, bugün Japonya’yı göklere çıkaran yazarlara hayretle bakmak
gerekir. Öte yandan, Çin ki, 16. yüzyılda Batının ‘Güneş Batmayan İmparatorluğu’,
yani İngiltere Krallığı’nın ekonomik ilişkilerine konu olmaya başladığı, bu
“öncü gücü”, tabiri caizse süreçte tekme tokat sınır dışı ederken, bugün
küresel kapitalizmin yeni bir güç ekseni olarak ortaya çıktığını kanıtlaması
nasıl bir dönüşüm geçirdiğini gözler önüne seriyor.
21. yüzyılın Asya yüzyılı olacağı vurgusu Asyalı, özellikle de Doğu ve
Güneydoğu Asya liderlerinden gelirken, bunun 20. yüzyıl Soğuk Savaş döneminden
kalma nedenlerini göz ardı edilemez. Söz konusu o dönemde, Günedoğu Asya bölgesinin
şu veya bu şekilde oynadığı veya oynamak istediği rol çeşitli nedenlerle hayata
geçirilememişti. Kaldı ki, o dönemin komünizm tehlikesi üzerine, ABD’nin sözde
bölgeyi koruma adına, ‘şeriflik’ rolünü üstlendiği ve uğruna ellisekiz bin
askerini feda ettiği 1960’lı ve 70’li yıllarda ABD’nin eteklerine yapışmış bir
ülkeler yığını varken, resmin öte yüzünde yani, 1980’lerden başlayarak yeniden
ekonomik yapılanmaları ile küreselleşen ekonominin atar damarı rolünü başarıyla
oynayan ülkeler, başgösteren kimi bölgesel ve küresel şartların zorlamasıyla da bugün siyaseten kendine
güvenen, sosyo-ekonomik varlıkları ve değerleri ile görece istikrarlı ve son
beş yılda dünyayı saran küresel ekonomik krizden Batılı ülkeler kadar etkilenmeyen
bir yapısal bütün teşkil ediyor.
Ancak her şeyin tastamam yerli yerine oturduğunu söyleyip pembe bir tablo
çizme niyetinde değilsek de, son dönemde ASEAN’a yapılan vurgular kadar,
pratikte bu birlik etrafında şekllinderilmeye çalışılan küresel yapılaşmalar da
ortada. Üstüne üstlük ASEAN şemsiyesi altında birleşen ve bu birliğin mevcut
gücü kadar, taşıdığı potansiyel değerleri gören bölge ve küresel güçlerin
yakınlaşması Güneydoğu Asya özelinde nasıl bir senaryonun gündemde olduğunu bir
kez daha bize hatırlatıyor. Dünün ‘Dragonları’na hızla eklemlenme mücadelesi
veren, bugünün Vietnam ve Kamboçya’sı ile -uzun vadede- gelecek vaad eden
Myanmar’ı bu güçlü yapı içerisinde yeni dinamik unsurlar olarak algılanmalı.
Bu söyleme, yani 21. yüzyılın Asya Yüzyılı olacağı söylemine ABD’nin -en
azından son birkaç yıla kadar- geriden takip ettiği şimdi daha net anlaşılıyor.
Bu “gericiliğe” neden ise, ABD’nin öncülüğünde Batı’nın doğu ile
hesaplaşmasında tarihten tevarüs ettiği üstünlük duygusunun başat rol
oynadığıdır. Özellikle ikinci Bush döneminde ABD yönetiminin Güneydoğu Asya
gerçeğinin kafasında ‘dank ettiği’ biliniyor. O dönemde, -kaldı ki bugünde
geçerliliğini sürdürüyor-, ABD’nin bölge, yani Güneydoğu Asya ile teşrik-î
mesaisinde en önemli yeri, özellikle 2001’deki gelişmeler muvacehesinde, sözde
“İslamcı terör” olgusu üzerinden yürütülüyor(du). Tıpkı, Universiti Malaya
öğretim görevlisi Prof. Lee Poh Ping’in de dile getirdiği üzere,
(Bond&Simons, 2009) Soğuk Savaş döneminde ABD’nin ilgi alanını terör
olgusunun çektiği gibi. Bugün de bu süreç, Avustralya’dan başladığı Güneydoğu
Asya’yı Amerikan “üsleriyle kuşatma” bir şekilde Amerikan Dış Politikası’nın
dinamiği olarak varlığını sürdürüyor.
Bu bağlamda, Prof. Ping’in bir görüşü üzerinden konuyu değerlendirmeye
devam etmekte fayda var. Prof Ping, ABD’nin bölgedeki gelişmelere ve gerçeklere
gözünü kapamaması, aksine ABD’nin varlığı için önemli bir sermaye birikimi
kadar, üretim ve tüketim gücünü temsil eden bölge ile ilişkilerini hak ettiği
şekilde realize etmesine vurgu yapıyor. Üstüne üstlük bunu Amerika’nın uzun
erimli dünya liderliğinin kaçınılmazları arasında sayıyor. ABD yönetiminin
Güneydoğu Asya üzerindeki aymazlığı sadece bölge yönetici elitleri ve
akademisyenlerinin eleştirileri ile de sınırlı değil. Bölgedeki örneğin
Malezya’daki ABD misyonundaki görevliler de işin farkında. Malay Yarımadası’ndaki
yönetimlerle-ABD ilişkilerinin ekonomik vechesi ile son 150 yıl boyunca
aksamadan sürdürüldüğü dikkate alındığında, ABD’nin bütün bir bölgeyi ve kendi
çıkarlarını tehlikeye atmak istemesinde anlaşılır bir yön bulunmuyor.
Peki bu minvalde yeni dünya kutuplaşmasında ABD ve Çin’in, 20. yüzyıl Soğuk
Savaş yıllarının aksine, farklı bir etkileşime konu olmaları mümkün değil mi? Soğuk
Savaş’a konu olan ideolojik kapışmada aktörler kapitalizm ile komünizm olurken,
günümüzde kapışmanın değil, kapitalizmin hangi yöne evrileceği ile ilgili bir
kapışma yaşanıyor. Thomas L. Friedman geçenlerde kaleme aldığı bir yazısında
David Rotkhopf’un henüz kitapçı raflarında sıcağı sıcağına yerini alan ‘Power’
adlı eserine atfen dile getirdiği üzere 21. yüzyılda mücadelenin “hangi
kapitalizmde” karar kılınacağı üzerinde olduğuna işaret ediyor. “Hangi
kapitalizm” derken Beijing türü kapitalizm, Brezilya ve Hindistan örneğindeki
gibi demokratik kalkınmacı kapitalizm, Singapur gibi site devleti türü
kapitalizm seçenekler arasında yerini alıyor. Buna ‘Körfez’ sermayesinin rolünü
eklememizde pek bir mahsur gözükmüyor. Kapitalizme yön tayininde Güneydoğu
Asya’nın rolü azımsanmayacak düzeyde. Kaldı ki, kapitalizmin çıkar
arayışlarında Güneydoğu Doğu Asya’nın bugüne kadar tuttuğu ve gelecekte
tutabileceği yer dikkate alındığında Çin ve ABD arasında çatışma olmaması,
sıcak çatışma olasılığından çok daha fazla olduğu görülebilir.
İşte bu noktada, gündeme Rudd’un yüksek sesle dile getirdiği husus
damgasını vuruyor. Nedir o? Her iki gücün, yani ABD ve Çin’in küresel ekonomik
bunalımlar içerisinde kendine farklı bir yer edinen Güneydoğu Asya üzerinden
farklı bir işbirliği geliştirme olgusu. Son derece pratik ve pragmatik bir
açılım... Çin bölge üzerindeki nüfuzu medeniyet ve kültür perspektifinden
vazgeçilemez bir öneme sahipken, modern dönemde buna ABD’nin bölgeyle ekonomik
ve güvenlik ilişkileri üzerinden etkisi eklemlendiğinde, ortaya her iki gücün
bölgede karşı karşıya gelmesini kaçınılmaz kılan bir sonuç çıkıyor. Özellikle
son birkaç on yılda ekonomik zorunluluklarla ABD’nin Doğu ve Güneydoğu Asya ile
etkileşimi, Çin’in kendi doğal nüfuz alanı kabul ettiği Güneydoğu Asya bu
gelişmeler neticesinde pasif bir konum almayı sürdürecek mi?
Bugün bölge ülkeleri fotoğrafına bakıldığında hiç de öyle bir sonuç çıkmıyor
ortaya. Aksine, bölge ülkeleri, ASEAN gibi giderek ağırlığını hissettiren bir
birlik şemsiyesi ile her iki kutba karşı güçlü bir alternatif olarak çıkmasa
da, bölgesinde çatışma olasılığı doğuracak gelişmelere kararlı bir duruş
sergileyeceğini gündeme getiriyor. Prof. Ping bu konuda da, Rudd’u destekleyeci
görüşleri serdederek Güneydoğu Asya’nın ABD ve Çin için küreyi etkileyecek bir
ilişki platformuna dönüştürülebileceği tezi üzerinde duruyor. Bunda kazanan her
üç taraf olacağına kuşku. ABD-Çin mücadelesi hız kazandıkça, Güneydoğu Asya
özelinden hareketle -içinde Rudd olsun ya da olmasın- bir Pasifik Barışı
(Pax-Pacifica) projesi de daha yüksek sesle dillendirilmeye devam edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder