16 Mayıs 2024 Perşembe

Cevdet Paşa diyor ki, Üstad’ım... / Cevdet Pasha says, Ustadz

Mehmet Özay                                                                                                                            16.05.2024

Üstadım, bugünlerde Ahmet Cevdet Paşa’nın Tezakir’lerini okuyorum içim yana yana...

Tanzimat’çı uyanışın -ya da uyandırılışın- ardından, uyanışın dirilişe değil de, çöküşe naklini Cevdet’ten mi öğrenelim dersin?, diye sormak istiyorum sana, Üstadım...

Osmanlı tarihine dair, hesaba kitaba gelecek mahiyette bilgilere ulaşmak önemli tabii ki. Önemli, önemli olmasına da sorun, bunlara nasıl ulaşacağımızda.

Cevdet Efendi, sağ olsun yazmış... Hem de, “açıklıkla, tekellüfsüz ve manidar ifadelerle anlatarak...”[1] Her ne kadar, dönemin sonlarına doğru, 2. Abdülhamit yıllarını, nasıl diyeyim, ‘biraz daha çekingenlikle’ de olsa kaleme alarak...

Cevdet Efendi’nin eline sağlık.

Cevdet Paşa için ‘Efendi’ diyorum, kusura bakmıyorsun değil mi, Üstad? Bu ifadeyi, bilerek kullanıyorum. Sebebi, biraz daha bize yakın olsun diye.

Nasıl diyeyim... Paşa vs. dersek, sosyal statüsü yüksek ve “Yahu, bu adam da ne diyor demekten” başlayıp, “Boşver adam da paşa’ymış zaten. Kendini konuşturuyor” hitaplarıyla karşılaşmamak için...

Evet, ne diyordum...

Cevdet Efendi’nin Tezakir’inin öneminden bahsetmeye başlamıştım... Önemi de şuradan kaynaklanıyor...

“Cevdet Efendi öncesine dair elde ne var ne yok?” diye sorsan üstad, dönüp sana, “tarihçi Esad Efendi’nin notlarının bulunamamasına” atıfla, “Vallahi, elde pek de bir şey yok” dersem, kızar mısın?

Sen bu işe ne dersin, Üstad?

Hani, diyor ya çevremizdeki birileri, “hikmet aramalıyız arkadaşlar... Sormalıyız, nedir bu işin hikmeti” diye...

Biz de hikmet arıyoruz Cevdet Efendi’nin yazdıklarından... Tabii, önce olan bitenin somutluğunu, gerçekliğini, toplumsallığını, nedenini-sonucunu, rasyonalitesini, felsefesini vs. şöyle bir etraflıca anlamaya çalıştıktan sonra...

“Oohoho!... Sen bunları yaptıktan sonra, geriye hikmet falan kalmaz” deme lütfen, Üstad... Merak et, hikmet’ e bir şey olmaz. Hikmet’i bulmak isteyen yine bulur, Allah’ın izniyle...

Ne diyordum, Üstad?

Evet...

“Cevdet Efendi’nin tecrübe dolu siyasi zekâsı, ilmiyyeden gelmenin verdiği ince kalem oynatışlarının eseri olan Tezakir’i, Osmanlı’nın son yüzyılının önemli hadiselerine ele alışıyla bize kayda değer dersler veriyor” demeye çalışıyordum.

Cevdet Efendi, öyle bir yaşamış ki, ‘Maşallah’ dedirtiyor açıkçası...

“... Abdülmecid, Abdülaziz, V. Murad ve 2. Abdülhamit devirleri...” Dedik ya girişte, Tanzimat’tan başlayarak...

Yaşadığını, gördüğünü, tecrübe ettiğini yazmış...

Öyle, senin benim gibi kahvehane erbabıyla ahbablığa dayanmıyor yazdıkları, Üstad...

Bizatihi, yanındaki paşadan, efendiden, saray eşrafından hatta padişah’dan işittiklerini not etmiş. Edilen notları toplamış, anlamlı bir bütün haline getirmiş ve iki kapak arasına koymuş...

Yukarıda, adını zikrettiğim padişahların döneminde öne çıkan isimler de var, görüş konuştuğu, fikir teâtisinde bulunduğu...

Meselâ, Tanzimat’ın banilerinden, “Mustafa Reşid Paşa’nın mahremiyet dairesine” dahi girmiş... ve de “... çok mühim meselelerin iç yüzünü öğrenmiş...”

Bununla da kalmamış, Üstad... “... Ali, Fuad, Rıza, Damad Mehmed Ali, Yusuf Kamil, Mütercim Rüşdi, Mahmud Nedim, Şirvani-zade Rüşdi, Hüseyin Avni ve Midhat Paşalarla da”[2] teşrik-i mesâisi olmuş...

Daha ne olsun, Üstad? Dinlemiş, düşünmüş ve yazmış...

“Eline gönlüne sağlık, Cevdet Efendi” demekten başka ne diyebiliriz. Öyle değil mi, Üstad?

İlmiyye’den olsa da, siyasetin dışında da görgüsü, bilgisi olduğu belli oluyor Cevdet Efendi’nin...

Öyle ki, görüp geçirdiği on yılların siyasi ve toplumsal hadiseleri kadar, döneminin padişahlarının şahsi özelliklerini, belki psikolojilerini, -buna siyasal psikolojileri de diyebiliriz, kızmazsan Üstad-, çevrelerindeki vekillerle ilişkilerini de ele almış eserinde, Cevdet Efendi.

‘Ama, bu kadar da olmaz’ demezsen Üstad, Cevdet Efendi’nin, “saray kadınlarının hususi hayatlarına, israf ve sefahatlerine” de değindiğini söyleyeceğim...

Vallahi, sorma bana Üstad, nereden ulaştı Cevdet Efendi bu ‘hususi bilgilere’... Bulmuştur bir yolunu, herhalde... Zeki adam baksana...

Bu arada, “İsraf ve sefahat” dediğime kızmadın ve tiril tiril titremedin. Değil mi, Üstad? Dur hele...Titreme...

Şöyle düşün, Üstad... Bunlar bireysel meseleler, bunlarla uğraşmayalım. Geçelim bunları efendim... Nasıl, için rahatladı mı, Üstad?

Ancak, dahası var... Hem de, gayet Sosyolojik...

Cevdet Efendi, yaşadığı on yılların hükümetlerinin ele aldıkları, belirledikleri politikaların, -en azından bazılarının- Osmanlı toplumu üzerine, ne türden etkileri olduğunu ve hatta, hasıl olan toplumsal karışıklıklara da sebebiyet verdiğini eserine aktarmış...

‘Hangi, Osmanlı toplumu’ dersin sen buna, Üstad?

Bana sorarsan, sonuna soru işareti koyacağım bir kısa cümleciklerle cevap veririm kabul edersen, Üstad.

Balkan halkları mı? Kuzey Magribi toplumları mı? Arap halkı mı? Kafkaslarda ki ahali mi? Anadolu’daki Türk/men/ler mi? Kürtler mi? Bilimum irili ufaklı etnik yapılar mı? İstanbul’un kozmopolit seçkinleri mi?

‘Hepsi demiyorum’, Üstad? Seç, beğen hangisini istersen... Sosyolojik, siyasal tadına kalmış senin...

Bir de, şu var Cevdet Efendi’nin es geçmediği...

Diyor ki, “Bu devrin ricali güzel ömür geçirdiler. Hoş geçindiler. Pek çok irad ve akar edindiler...”

Kanımca, burada Cevdet Efendi, şairliğini kullanmış... Nazım tarzını andıran ifadeler değil mi, Üstad?

Şiir’den anlarsın sen, Üstad... Hakkımı ver, bu görüşümün lütfen.

Devam ediyor, Cevdet Efendi... “... Haklarını inkâr etmeyelim dolab-ı Devlet’i dahi güzelce idare ettiler. Muvazene-i maliyyeyi gözettiler. Fakat, haricen şan ve itibar kazanamayıp politika işlerinde racil kaldılar. Dahilen beyn’en nas irtikab ve irtişa ile medhul oldular. Zat-ı şahane anlardan usandı.”

Tüm bunlara, ‘Eyvallah!...’, demeyeceksin değil mi, Üstad... Neyse, ben senin işine karışmayayım, Üstad olan sensin...

Bu vesileyle, her ne kadar şeyh efendicilik karışımı, sosyologcu fıkıhçılar gibi zevat-ı muhterem, “Yok canım, olur mu! Kim demiş biz geriledik, geri kaldık diye. Hiç de, öyle bir şey yok.” dese de, Cevdet Efendi’nin tarih-anı karışımı eserindeki detaylar üzüyor bizi, Üstad!...

“Geri kalmadık ki” diyenler, acaba Cevdet Efendi’nin yukarıda aksettirdiğim ifadeleri ve benzerlerini, hele bir daha Sosyolojik, hele bir daha Fıkıhçı gözle bir baksalar... Ne dersin, Üstad?...

“Bakarlar, bakarlar, üzülme sen...” diyorsun içinden, biliyorum Üstad...

Vel hasıl, katılıyorum sana, Üstad...

https://guneydoguasyacalismalari.com/cevdet-pasa-diyor-ki-ustadim-cevdet-pasha-says-ustadz/

14 Mayıs 2024 Salı

İspanya Katalan bölgesinde seçimler ve yeni dönem / Elections in Catalan region, Spain and new era

Mehmet Özay                                                                                                                            15.05.2024

İspanya’nın Katalan bölgesinde hafta sonunda yapılan seçimleri Sosyalist Parti’nin zaferiyle sonuçlandı…

Sosyalist Parti 135 sandalyeli parlamento’da 42 milletvekili çıkarırken, bağımsızlık yanlısı partiler parlamentoda 1984’den bu yana ilk defa çoğunluğu kaybetmiş oldu.

Seçimlerde 35 milletvekili çıkaran bağımsızlık yanlısı Birlik Partisi ikinci parti oldu.

Yeni dönem

Pazar günü yapılan seçimler, Sosyalistlerin bölge tarihinde seçimlerde ilk kez hem, seçim hem de, milletvekili sayısında ilk kez bu denli başarı elde ettilerini ortaya koyuyor.

Bu anlamda, geçen hafta yapılan Katalan bölge seçimlerini, Avrupa’da dikkat çeken bir sonuç olarak değerlendirmek gerekiyor.

Seçim sonuçları, bir tek partinin Katalan bölgesini yönetme şansı elde edememesini gösterse de, seçimlere damgasını vuran olgu Sosyalist Parti’nin başarısı oldu.

3.1 milyon kayıtlı seçmenin oy kullandığı bölge seçimleri, ulusal partiler ile bölge partileri arasında yarışa sahne olurken, en önemli gelişme ‘bağımsızlık’ yanlısı partilerin uzun bir aradan sonra parlamento çoğunluğunu kaybetmeleri oldu.

Sosyalistlerin başarısı

Seçimden, ulusal iktidardaki Sosyalist Parti adayı ve sabık Sağlık Bakanı Salvador Illa’nın başarıyla çıkarken, ‘bağımsızlık’ yanlısı dört partinin beklenen başarıdan uzak bir görünüm arz etti.

Sonuçlara bakıldığında en ağır darbeyi ise Katalon Cumhuriyetçi Sol’u aldığı görülüyor.

42 milletvekili çıkaran Sosyalist Parti’nin hükümeti kurabilmek için, 68 milletvekiline ulaşması gerekiyor.

Yarışı ikinci sırada bitiren bağımsızlık yanlısı Birlik Partisi ise, 35 milletvekili çıkardı.

Koalisyon süreci

Partilerin aldıkları sonuçlar tek bir partinin hükümeti kurmasına olanak tanımazken, koalisyon süreci önümüzdeki günlerin belirleyici gündemi olacak.

Bu noktada, Katalan bağımsızlıkçı partiler tek başlarına iktidar olma şansı bulamasalar da, kendi aralarında oluşacak olası bir koalisyonun bölge siyasitini değiştirebileceğini söylemek mümkün.

Bu noktada, en önemli çabanın seçimi ikinci sırada bitiren, bağımsızlık yanlısı Birlik Partisi lideri Carles Puigdemont olacaktır.

Puigdemont’un başında bulunduğu Birlik Partisi (Junts per Catalunya-JxCat), ılımlı ERC ve aşırı sol CUP’nin toplam 59 milletvekili bulunuyor. Bunlara, yeni kurulan ve ultra-milliyetçi olarak adlandırılan Catalan Birliği’nin iki milletvekili eklense dahi bağımsızlık yanlısı partilerin hükümet kurma şansları bulunmuyor.

Matematiksel olarak böyle bir ihtimal olsa da, seçimin galibi sosyalist partinin -ulusal hükümetin desteğini de alarak- böyle bir gelişmeye ‘evet’ deyemecektir.

Bu süreçte, -aşağıda değineceğim üzere- ulusal hükümet başbakanı Pedro Sanchez’in ‘siyasal af’ tanıdığı bağımsızlıkçı liderlerin özellikle de Carles Puigdemont ile yapacağı ‘siyasi anlaşma’ olacaktır.

Bölge hükümet kurma çabalarında en kötü senaryo, Ağustos ayına kadar koalisyon çabalarının sonuç vermemesi halinde yeniden seçim olacak...

Bağımsızlık ruhunda kayıp

Bu seçimin, Katalon bölgesi ve ulusal siyaset için belki, bundan daha önemli sonucu 1984 yılından bu yana ilk defa, bölge parlamentosunda ‘bağımsızlık’ yanlısı partilerin çoğunluğu kaybetmesi oldu.

‘Bağımsızlık’ yanlısı partilerin seçmenlerin üçte birinin oyunu alsa da, parlamento çoğunluğunu elde edemediler. Bu durum, oyların ulusal ve bölge partileri arasında farklı oranlarda -belki de, orantısız demek daha doğru- paylaştığı anlamına geliyor.

Seçimlerin en başarılı ikinci adayı ise, bağımsızlık yanlısı aday olarak dikkat isim Carles Puigdemont oldu.

2017 yılında Avrupa çapında ses getiren, “bağımsızlık referandumu”un öncü ismi olan Pugdemont’un bu başarısının, bölge ve ulusal siyasette yankıları ilgiyle izlenmeye değer olacaktır.

2017 sonrasındaki gelişmeler sonrasında, Fransa’da sürgünde bulunan Puigdemont, seçimleri ülke dışından yönetmesi seçimleri ilginç kılan unsurlardan biriydi.

1984 yılında bu yana, Katalan bölgesi parlamentosunda geçen haftaki seçimlere kadar çoğunluğu oluşturduğu, bağımsızlıkçı söylemin 2017’de zirve yaptığı ve ardından, bugün ortaya çıkan siyasal haritaya bakıldığında Katalan bağımsızlıkçılığının önemli bir darbe aldığına kuşku yok.

Bu noktada, ‘Cumhuriyetçi Katalan’ söylemine dayanan bağımsızlıkçı siyasal hareketin, kısa ve/ya orta vadede kendini yenilemesine şüpheyle bakılabilir.

Gözlemciler, ulusal iktidardaki sosyalist parti başkanı ve başbakan Pedro Sanchez’in 2017 referandumuna katılan Katalan siyasetçileri affetmesine vurgu yapıyorlar.

Bu durum, Katalan halkının idealist söylemine temel ve olumsuz bir etkisi olması, halkın seçimlerde ‘bağımsızlıkçı’ söylemden ziyade, daha çok eğitim, sağlık ve ekonomi gibi toplumsal sorunlara yönelik söylemelere eğilim gösterdiğini ortaya koyuyor.

Seçim sonuçlarının ardından, başbakanın bu ‘af politikası’nın ulusal parlamentoda onanacağını düşünmek mümkün.

Başarının anahtarı

İspanya’dan bağımsızlığı ile gündeme gelen Katalan bölge yönetimi için yapılan seçimleri ulusal hükümeti yönetem sosyalist parti adayı Salvador Illa’nın, ‘bağımsızlık’ yanlısı adaylar karşısında önemli başarı kazanması iki açıdan değerlendirilebilir.

Bunlardan ilki, Avrupa’da uzun süredir ‘sağ partiler’ ağırlıklı siyasal eğilimlere karşın, İspanya’da hem de, ‘bağımsızlık’ yanlısı bir bölgede sosyalist partinin öne çıkmasıdır.

İkincisi, Katalanlar gibi milliyetçi değerleri yüksek bir toplumda, halkın sosyalist partiyi bölge yönetimine eğilim göstermesidir. 

Seçim sonuçlarını etkileyen hususu ulusal siyaseti yöneten Sosyalist Parti mi yoksa, partinin Katalan bölge yönetimine aday gösterdiği, eski Sağlık Bakanı Salvador Illa’nın bireysel başarısı mı olduğu tartışılabilir.

Seçim sonrası analizlere bakıldığında özellikle, ikinci görüşün öne çıktığını söylemek mümkün.

Temel sorunlara eğilim

Salvador Illa, Katalan bölgesinin ‘ağır siyaset’ ağırlıklı söylemler yerine bölge halkının temel sosyal sorunlarına yönelik söylemiyle halktan önemli bir ilgi gördüğü anlaşılıyor.

Her ne kadar tek başına bölge yönetiminde söz sahibi olamayacaksa da, Salvador Illa’nın hükümet teşkilinde elinin gayet güçlü olduğu ortada. Illa’yı güçlü kılan bir başka unsur ise, ‘bağımsızlık’ yanlısı partilerin kendi aralarında ayrışmış olmalarıdır.

Seçimlerde düşük sayıda da olsa milletvekili çıkarma imkanı bulan bazı partilerin de, önümüzdeki dönemde koalisyon görüşmelerinde yer alabilecekleri öngörülebilir.

Bunun, İspanya’da -tıpkı Avrupa genelinde olduğu gibi-, son dönemde yaşanan ekonomi başta olmak üzere, politika gerilemelerinin bir yansıması olarak değerlendirmek mümkün.

Bu çerçevede, halkın önceliğinin ‘bağımsızlık’ gibi gayet önemli siyasal beklentiler yerine, daha güncel bireylerin ve toplumsal grupların ekonomik ve sosyal kalkınmalarıyla bağlantılı konulara evrildiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Bölge halkının böyle bir seçim sonucu ortaya çıkmasına neden olan yaklaşımında, bölgenin bağımsızlığı dört farklı eğilimin ve siyasi hareketin varlığı olduğunu söylemek gerekiyor.

Benzeri bölgelerde görüldüğü üzere, bağımsızlık veya özerk yönetim talebiyle ortaya çıkan siyasal hareketlerin kendi içlerinde ayrışmalarının neden olduğu bir tür siyasal kaotik ortam dikkat çekicidir.

Bu durum, bağımsızlığa veya özerk yönetime namzet bölge halkının, arzu edilen istikrar arayışları bir yana, gündelik yaşamlarına doğrudan etki eden ekonomik ve sosyal politikalar konusunda dahi arzu edilen siyasal yaklaşımlara uzak bırakılmalarına neden oluyor.

Katalan bölgesinde yapılan bölge seçim sonuçları, son on yıldır bölgeyi yöneten ‘bağımsızlık’ yanlısı partilerin, Katalan halkı tarafından bölge yönetimine layık görülmemeleri gayet önemli bir duruma işaret ediyor.

Bu siyasal sonucun ortaya çıkmasında, Başbakan Pedro Sanchez’in ‘Katalanlarla yeniden birleşme’ denilebilecek üst bir politik yaklaşımın eseri olarak, Katalan bağımsızlık yanlısı siyasetçilere yönelik af süreci oldukça önemliydi.

Gayet riskli olarak değerlendirilen bu af sürecinin, seçim sonrasında Katalan bölgesinde yeni oluşacak yönetim ile ulusal siyasete yansımaları önümüzdeki dönemde izlenmeye değer olacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/ispanya-katalan-bolgesinde-secimler-ve-yeni-donem-elections-in-catalan-region-spain-and-new-era/

 

12 Mayıs 2024 Pazar

Müslüman toplumlar, yönetim ve demokrasi / Muslim societies, governance and democracy

Mehmet Özay                                                                                                                            11.05.2024

İçinde bulunduğumuz dönemde, Müslüman toplumların kendilerini nasıl yönettikleri meselesi, öneminden bir şey yitirmiş değildir.

Aksine, giderek daha çok önem arz eden bir boyutta, bu sorunun devamlılık arz ettiğini söyleyebiliriz.

Zaman zaman dile getirildiği ve bizim de paylaştığımız üzere, “dünyanın iyi yönetilmiyor” olması meselesi, bizi Müslüman toplumların nasıl yönetildiği; kendilerini nasıl yönetmek istedikleri; ‘ötekilerin’ yani, Müslüman olmayan kesimlerin ki, burada özellikle halkının kahir ekseriyeti Müslüman olmayan ulus-devletleri kastediyorum-, Müslüman toplumların nasıl yönetilmeleri gerektiği konusundaki görüşleri, yaptırımları vb. gibi farklı bağlamlarda ele alınabilecek farklılıklar taşıyor.

Her ne kadar, dönemin çeşitli küresel sorunları ile Filistin gibi çatışma alanlarının doğurduğu hissiyat ve tepkisellik ve bu bağlamda, ‘öteki’ (the other) ile mücadelede harcanan zamana ve enerjiye karşılık, Müslüman toplumların kendi iç bünyelerinde nelerin olup bittiği konusu değerlendirilmekten uzak tutulmamalıdır.

Bu noktada, şunu vurgulamakta yarar var ki, çeşitli küresel sorunların ve Filistin gibi çatışma alanlarının, birer ‘sığınmacı’ ve ‘savunmacı’ konumunda ele alınmaması gerekir. Yani, bu olgulara yaslanarak, Müslüman toplumların kendilerini nasıl yönetmekte oldukları konusu göz ardı edilmemeli ve ötelenmemelidir.

Bunun yanı sıra, söz konusu küresel sorunların ve Filistin gibi çatışma bölgelerinin velev ki halledilmesi halinde, -ki umulan bu olmalıdır-, Müslüman toplumların kendilerini nasıl yönetmekte oldukları ve/ya nasıl yönetmeleri gerektiği konusunda var olan sorunların, bir çırpıda halledilebileceği gibi bir yanılsamaya da düşülmemelidir.

Herhalde burada hatırlanması gereken örnek hadise, Filistin sorununu çözmek hedefiyle 1960’ların sonlarında kurulan İslam İşbirliği Konferansı’nın (Teşkilatı), aradan geçen süre zarfında, Filistin sorununu ne türden bir çözüme kavuşturduğu ile bu ‘konferansa’ mensup üye ülkelerin kahir ekseriyetinin nasıl yönetildikleri meselesi olmalıdır...

Ulus-devlet ve yönetim

Müslüman toplumlar dediğimiz unsuru, global anlamda “ümmetçi” (ummatic) bir bağlamda ele almak kadar, belki yine dönemin getirdiği bir özellik ve zorunluluk olarak, adına ulus-devlet (nation-states) denilen siyasal yapılar içerisideki, Müslüman toplumlar çerçevesinde ele alıp değerlendirmek gerekir. 

Nihayetinde, ulus-devletler ile ilgili var olan sorunları, yerel ve bölgesel olarak ele alıp olası cevaplar üretmenin rasyonel olacağına kuşku yok.

Bu durumda, yerel ve bölgesel noktada, ilgili Müslüman toplumların mensubu oldukları ulus-devletlerin, insan stoğu, kültür, dil, şehirleşme, ekonomik üretim vb. gibi belirli parametrelerde buluşmalarının, var olan sorunlarına yönelik tespit ve çözümler sunmada da, elimizdeki imkânları geniş tutmamıza imkân tanıyacaktır.

 

Müslüman toplum kavramını bünyesinde barındıran ulus-devletler, siyasal-demografik anlamda monolitik, tek düze, lineer bir yapı arz etmemektedir.

Bu noktada, iki tür zorlukla karşı karşıya bulunduğumuzu söylemek gerekiyor...

Bunlardan ilki, halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan ulus-devletler dediğimizde karşımıza, Müslüman olmayan kitleleri içinde barındıran ‘azınlıklar’ (minority) meselesi çıkıyor. Bu azınlıklar, başta dini olmak üzere etnik, siyasal farklılaşmalara tekabül ediyor.

İkincisi, bizzat Müslüman toplum bütünü içerisinde, teolojik temeller noktasında olarak birbirinden ayrışan ve cemaatçi-mezhepçi (sectarian) çoğunluk-azınlık dikotomisiyle karşı karşıya bulunuyoruz.

Bu durumda, örneğin, Pakistan, Bangladeş, Nijerya, Sudan, Somali, Endonezya, Malezya gibi halkının kahir ekserisi Müslüman olan ulus-devletlerde, devletin siyasal yönetim şekli ne olursa olsun, Müslüman toplumun kendilerini -ve de ötekilerini- yönetme becerisini ne denli ortaya koyup koymadıkları üzerinde durulmaya değerdir.

Belki, bu ulus-devletler üç kategoride yani, Afrika, Hint Alt Kıtası ve Malay Dünyası bağlamında sınıflandırmayla ele alınabilir. 

Temelde, bu ulus-devletlerde Müslüman toplumun gündelik yaşam pratiklerinden bağımsız olmayan, bir yönetim ilişkisi sorunundan bahsedilebilir. 

Bu ulus-devletlerin ve özellikle de, bu ulus-devletler içerisindeki Müslüman kitlelerin kendi seçimlerinin ürünü olan veya son dönem tarihsel gelişmelerin ve bu gelişmeleri yöneten iç-dış güçlerin yaptırımı sonucu, ilgili ülke siyasal elitlerince kendilerine benimsetilmiş olan yönetim biçimlerinin varlığı ile adına, ‘demokrasi’ (democracy) denilen siyasal sistemle karşılaştırmalarına tanık oluyoruz.

Demokrasi ve Batı

Aslında, yazının başında belki de söylemem beklenen ‘Batı’, ‘demokrasi’ ve benzeri kavramları burada zikretmeye başlamam, Müslüman toplumlar olgusuna açıklık getirmek içindi.

Ulus-devletler bünyesinde varlık süren Müslüman toplumların, kendilerini nasıl yönettikleri sorusunun gündeme getirilmesi, doğrudan ve/ya dolaylı olarak ‘demokrasi’yle yönetilip yönetilmediği konusunu akla getiriyor.

Nihayetinde, yaşadığımız dönemde bir anlamda, ‘ölçüt’ (measure) olarak karşımıza çıkan/çıkartılan demokrasi olması, bu karşılaşmayı zorunlu kılıyor.

Bu noktada, bir siyasal rejim düzeyine indirgenerek ifade edilebilecek olan ‘demokrasi’nin, bir yönetim aygıtı olarak ‘ithâli’ mümkündür diyebiliriz.

Bunun, yukarıda zikredilen ilgili ulus-devletler bünyesinde, -başarı skalası farklılaşmakla birlikte- uygulamada yer aldığını da, -en azından, bağımsızlık süreçlerinden bu yana geçen zamana baktığımızda- tarihsel olarak doğruluk payı da taşıyabilir.

Ancak, demokrasi’yi salt bir siyasal rejim boyutu ile sınırlandırmayıp, bir dünya görüşü, hayatın farklı kurumları içerisinde kendini ortaya koyan bir dünya görüşü, yani, düşünce biçimi, hissediş, anlama, yorumlama, yaşama vb. boyutları ile düşündüğümüzde, Müslüman toplumların çoğunlukta olduğu ulus-devletlerde, böylesi bir yapılaşmanın olup olmadığı yönündeki soruya samimi cevaplar üretmek durumundayız.

Burada, şu hatırlatmayı yapmakta yarar var...

Demokrasi ne, son yüzyılda ne de, son birkaç yüzyılda Batı’da üretilmiş bir yönetim biçimidir...

Aksine, demokrasi, Hellen ve Yunan devirlerinden başlayarak, Batı Avrupa siyasal tarihinin, kendi iç toplumsal dinamiklerinin ve bunun yanı sıra, kendi iç dinamikleri ile dışardan gelen çeşitli etkiler ve nüfuzlar sonrasında oluşmuş siyasal rejimler gibi bir rejimdir.

Yani, Batı toplumlarının tecrübelerinin, düşünüş biçimlerinin, toplumsal evrilmelerinin vb. onları ‘Nasıl yönetmeli ve yönetilmeliyiz?’ sorusuna verdikleri cevabtır.

Ve salt bununla da sınırlı değildir...

Belki, bu son nokta, yani, “bununla da sınırlı olmayan” bir bağlamın, Müslüman toplumlarca anlaşılmasındaki bir sorundan bahsedebiliriz. 

Soyut ve kurumsal olarak ithâl edilmiş bir ‘demokratik’ yönetim biçiminin varlığına karşılık, bireysel, grup ve toplumsal pratiklerde ‘demokrasi’nin içselleştirilmemiş olmasının nedenlerini burada aramak mümkündür.

Bu çerçevede, adına ‘siyasal İslam’ diyelim veya demeyelim, Müslümanların şu veya bu şekilde, kendi ulus-devletlerinde siyaset kurumuyla olan ilişkilerindeki tutum ve davranışlarının, hayatın geneline yansıyacak şekilde ne denli kapsayıcı olup olmadığı konusu özel bir önem arz ediyor.

Batı’da tecrübe edilmekte olan ‘demokrasi’nin yine kendi iç toplumsal dinamiklerinin ürünü olarak eleştiriye tabi tutulduğunu göz önünde tutarak, Müslüman toplumlar için tarafından, “Bir alternatif arayışı mümkün müdür? sorusunu da gündeme getirmek gerekir.

Bu durum, Batı’nın kendi tarihsel tecrübesinin ürünü olan yönetme ve yönetilme biçiminin dışında ve ötesinde, Müslüman toplumların kendilerini ve ötekileri yönetme konusunda ne tür bir düşünceye sahip oldukları ve bu düşüncenin pratikte karşılığının ne olabileceğini açık yüreklilikle ve samimi olarak tartışmak gerekir.

Bu durum, bizi hiç kuşku yok ki, uzun tarihsel geçmişe sahip Müslüman toplumların yönetme ve yönetilmeyle ilgili tecrübelerinin; bunların coğrafya ve kültürel farklılıklardan doğan çeşitlilikleriyle ve de ‘uzak öteki’ olan diğer Batı ve Doğu toplumlarının, yönetme ve yönetilme biçimleriyle karşılaşmalarına dayanması gerekiyor.

Bu yaklaşım sayesinde, bugün kendilerini nasıl yönettikleri konusunda pek de olumlu cevaplara sahip olmayan Müslüman toplumların, kendilerine ve ötekilerine suhabilecekleri çözümlere ulaşmaları mümkün olacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/musluman-toplumlar-yonetim-ve-demokrasi-muslim-societies-governance-and-democracy/

9 Mayıs 2024 Perşembe

Şi Cinping’in ziyareti ve Çin – AB ilişkileri / Xi Jinping’ visit to France and China – EU relations

Mehmet Özay                                                                                                                            09.05.2024

Çin devlet başkanı Şi Cinping’in hafta başında Fransa ile başlayan ve Macaristan ve Sırbistan ile devam eden ziyareti, Batı ile Çin arasındaki ilişkilerin seyri açısından gayet önemli bir anlam taşıyor.

Cinping’in Fransa ziyareti iki ülke ilişkilerinin 60. yılı vesilesiyle gerçekleşirken, Avrupa Birliği (AB) dönem başkanlığını devr alacak olan Macaristan ziyareti ise ikili ilişkiler kadar, Çin-AB ilişkileri bağlamında da önem arz ediyor.

Cinping’in Avrupa ülkelerine yönelik bu ziyaretleri, geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde Alman Fransa devlet başkanı Macron ile Alman şanyölyesi Olaf Scholz’ın Çin ziyaretlerinin ardından, AB ile Çin arasında gelişmekte olan olumlu etkileşimin devamlılığı anlamı taşıyor.

AB ülkeleri ile Çin arasında son dönemde gelişmekte olan ilişkiler, küresel güç paylaşımında ABD dışında, AB ile Çin’in yeni bir söylem ve politika ile gündeme geldiklerini ortaya koyuyor.

Bu gelişmenin hem, AB açısından hem de, Çin açısından siyasal ve ekonomik kazanımı yüksek bir açılım olduğuna kuşku yok.

Fransa’da sıcak karşılaşma

İki ülke devlet başkanı ve heyetler arası görüşmelerin odağında ticari ilişkiler belirledi.

Bazı ürünlerin karşılıklı olarak, ilgili ülke pazarlarına girmesi konusunda varılan anlaşma ve/ya yakın dönemde çözüme kavuşturulması beklenen girişimler süreç açısından önemli gelişmeler olarak yorumlamak gerekir.

Bu çerçevede, özellikle Çin üretimi elektrikli araçların ithaline AB bünyesinde onay verilmesi konusunda Macron’un çaba sergileyeceğini açıklaması, Fransa ile sınırlı olmayan aksine, Avrupa kıtası boyutunda bir gelişme olarak değerlendirilmelidir.

Görüşmelerde dikkat çeken nokta, Fransa tarafının ticari ilişkilerde duruşunun örneğin ABD’nin yaklaşımıyla benzerlik taşımasıydı. Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Çin’in uluslararası ticaret ilişkilerine ve var olan normlara bağlılığına dikkat çekmesiydi.

Yapılan görüşmeler ve anlaşmalar temelinde, Çin yönetiminin uluslararası normlara tabi olup olmayacağını, iki ülke ile AB-Çin arasında gerçekleşeceği ümit edilen ticaret ilişkilerinin gerçekleşip gerçekleşmediğinde test edilecektir.

Çatışma bölgeleri

Cinping’in Fransa’daki temaslarında küresel çatışma bölgeleri konusu da gündeme geldi.

Avrupa’nın ortasında devam eden Rusya’nın Ukrayna işgal süreci ile Ortadoğu’da İsrail’in Filistin’e yönelik soykırımı görüşmelerde ele alındı.

Cinping, Ukrayna konusunda Avrupa liderlerini ve toplumunu memnun eden açıklama yaparken, Filistin’e dair de uluslararası camiada yanlışlaşmadığını kanıtlayacak bir tutum sergiledi.

Çin devlet başkanının sergilediği bu yaklaşım, kendi bölgesinde tehdit algısı oluşturan Çin’in, küresel barışa dair yaklaşımını netleştirmesi açısından önemlidir.

Bu iki temel uluslararası sorunda, Fransa ve AB’nin katkılarıyla Çin’in uluslararası antlaşmalar ve konsensüslere verilen demeçlerle yakınlaşma arzusunu yabana atmamak gerekir.

Bu çerçevede, Ukrayna sorununda taraf olmadığını belirten Cinping, sorunun çözümü için uluslararası toplumla hareket edeceğini söylemesi önemliydi.

ABD ve AB’den geçtiğimiz dönemde Rusya’ya verilen askeri yardımla eleştirelere hedef olan Çin’in ‘barış konusunda’ kararlı söylemini önümüzdeki dönemde dikkatle takip etmek gerekir.

Ukrayna sorununun AB içerisinde hayati öneme sahip olması, Fransa başta olmak üzere, AB ile Çin arasındaki ticari ilişkilerin yeniden yapılandırılmasında bu konunun bir ‘baraj’ niteliği taşıdığını söyleyebiliriz.

ABD yönetiminin Ortadoğu politikasındaki İsrail bağımlılığının doğurduğu tıkanmışlığın Fransa özelinde, Avrupa ülkelerinde görülmemesinin ve Çin’in de benzer bir söylemle gündemi belirleme çabasının, ABD’nin Ortadoğu ile ilgili yaklaşımında yanlızlaşması anlamı taşıyor.

 

AB-Çin ilişkilerinde genişleme

Bu noktada, Almanya ve Fransa’nın AB içerisindeki belirleyiciliklerinin hem, AB-Çin hem de, genel anlamda, Batı ve Çin ilişkilerinin yeniden yapılandırılması sürecinde, kayda değer önemi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

AB ülkelerinin Çin ile ‘yakınlaşma politikaları’nın temelde, ABD ile karşılaştırıldığında ‘muhafazakâr’ dış politikalara sahip olduğu söylenebilecek AB ülkelerinin aslında, içinde bulunduğumuz dönemde, ABD’ye alternatif bir küresel güç yapılaşması sergilemektedir.

Burada ABD ve AB arasında geniş anlamda bir kopuştan söz edilemese de, özellikle, 2016 yılından itibaren sabık başkan Donald Trump politikalarıyla gerginleşen ABD-AB ilişkilerinde, AB’nin küresel politikalar noktasında kendi rotasını çizme kararını aldığı ortadadır.

Bunun en açık göstergesi ise, hiç kuşku yok ki, küresel liderlik yarışında öne geçmeye namzet Çin’le ilişkileri Soğuk Savaş formu ve normundan eşit ve sürdürülebilir boyuta taşıma niteyidir.

Macaristan’dan katalizör görevi

Cinping’in Macaristan ziyaretine kısaca değinelim...

Bu ziyaret iki ülke ilişkilerinin 75. yılı vesilesiyle gündeme gelse de, bu Batı Avrupa ülkesinin genelde Batı ve özelde Avrupa Birliği (AB) içerisindeki konumu Çin’le var olan sorunlu ilişkilerin yönetilebilirliğine ve sürdürülebilirliğine dair ipuçları taşıyor.

Bu noktada, Şi Cinping’in üç gün süren Fransa ziyaretinin ardından, AB dönem başkanlığını devralacak olan Macaristan’ı ziyaretini, aslında yukarıda dikkat çektiğim özelliğin bir devamı mahiyetinde değerlendirmek gerekir.

Fransa ve Almanya gibi Birlik’in iki güçlü üyesinin desteğini alan bir Macaristan’ın AB dönem başkanlığı sürecinde AB-Çin ilişkilerini yeniden yapılandırılmasda kayda değer rol oynayacaktır.

Şi Cinping’in Fransa, Macaristan ziyaretlerinde gözlemlendiği kadarıyla AB bünyesinde oluşturduğu olumlu bir atmosfer bulunuyor.

Bu durum, yakın geçmişte Fransa ve Almanya devlet başkanlarının Çin’e yaptıkları ziyaretle önemli bir evreye geçerken, bugün Çin Devlet Başkanı’nın Avrupa’ya ziyareti tarafların birbirlerini anlama konusunda siyasal niyetlerini ortaya koyuyor.

Bu gelişmenin, küresel açılımları noktasında ABD’nin belirleyici olduğu söylenebilecek politikalarına en azından alternatif süreçlerin gündeme  gelmesine hizmet ettiği açıktır.

Küresel barış açısından gayet önemli olan bu süreci, yeni dönemde ABD tarafının da destekleyici politikalar geliştirmesinin son dönemde Doğu-Batı ilişkileri kadar, küresel politikada da egemen olan çatışmacı söylem ve süreçlerin yerini, daha rasyonel ve yapıcı ilişkilerin alacağını ileri sürebiliriz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/si-cinpingin-ziyareti-ve-cin-ab-iliskileri-xi-jinping-visit-to-france-and-china-eu-relations/

6 Mayıs 2024 Pazartesi

Güney Çin Denizi, Filipinler ve Büyük Güçler / South China Sea, the Philippines and Great Powers

Mehmet Özay                                                                                                                            06.05.2024

Küresel plânda potansiyel çatışma alanlarının başında gelen Güney Çin Denizi eksenli gelişmeler, her gün neredeyse yeni bir bağlamı gündeme geliyor.

Bugün, Filipinler devlet başkanı Marcos’un “gerilimi artırmaya niyetimiz yok” açıklaması ile, ABD ve Filipinler birliklerinin, Çin’in bölge sularında olası “tehlikeli eylemlerine” karşı nasıl tepki verileceğine yönelik tatbikat, çelişkili mesajları içinde barındırıyor.

Çin’den güç testi

Güney Çin Denizi’nde kıta sahanlığı sorunu veya daha gerçekçi bir bakışla Çin’in, uluslararası anlaşmalara aykırı olarak, Güney Çin Denizi’nin yüzde 90’lık bölümü üzerinde hak iddiası, bölgesel ve küresel ilişkilerde Soğuk Savaş sürecinin yaşanmasına neden oluyor.

Bu durumun, yeni bir olgu olmadığı aksine, özellikle, 2013 yılından bu yana, kendini kayda değer ölçüde hissettirdiğine kuşku yok.

Söz konusu bu gelişmeyi, Çin’in son otuz kırk yıl sürecinde elde ettiği ekonomik gelişmenin yansıması olurken bir yandan, tarihsel verilere dayandırarak gündeme getirdiği teritoryal hakları koruma ve bu çerçevede, askeri gücünü sınama ile bağlantısını unutmamak gerekiyor.

Çin devlet aklında, tarihin bir yerinde Batılı güçlerce kıstırılmış halinin yer alması, bugün ekonomik süper güç olmaya doğru giderken Güney Çin Denizi’nde benzer bir kuşatılmışlık hali yaşıyor.

Bölgede, ortaya koyduğu tüm çaba da aslında, bu kuşatılmışlık halinin ortadan kaldırılmasına matuftur.

Bugün, söz konusu bu sorunun önemi, Çin’in bu sorun çerçevesinde sürekli karşı karşıya geldiği ülke olan Filipinler’in, askeri ittifakları içerisinde yer aldığı ülkelerle ilişkilerin giderek gelişmekte olmasıyla ilintilidir.

Bu gelişmenin, özellikle askeri vechesi ve bunun, kara ve deniz tatbikatlarıyla güncellenmesinin, bölgede barış ortamına yönelik tehdidin, her an gerçek bir savaş ortamına dönüşebileceğinin göstergesi sayılmalıdır.  

Marcos’dan egemenlik hakkı söylemi

Filipinler devlet başkanı Ferdinand Marcos’un, bugün bölge basınında karşılık bulan, “Kimseye saldırmaya niyetimiz yok, sadece egemenlik haklarımızı koruyoruz” açıklamasını dikkatle incelemek gerekiyor.  

Marcos’un açıklamasının detaylarında, Filipinler deniz kuvvetlerine ait gemilere sutopları olarak da anılan, tazyikli su sıkan mekanizmaların yerleştirilmeyeceği bulunuyordu.

Marcos, bu mekanizmayı “silah niteliğinde” kabul ettiğini söylemesi önemliydi. Filipinler deniz kuvvetleri bu mekanizmaları, -en azından, bugüne kadar kullanmamış olsa da-, Çin tarafının her daim buna başvurduğunu unutmamak gerekiyor.

Marcos’un, bölgede son dönemde artan gerginliği gidermeye yönelik olduğu intibaı veren bu söylemi bir başka bağlamda ele alındığında, Çin’in, Filipinler’e ait savaş gemileri ve balıkçı teknelerine karşı silah kullanıyor anlamına geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. 

Barış-savaş dikotomisi

Bu tür bir söylemin gündeme getirilmiş olması, bölge ülkeleri arasında var olan gizli/açık Soğuk Savaş boyutunun varlığına ilâve olarak, Çin ile bölge ülkeleri arasında kıta sahanlığı ve deniz güvenliği konularının ciddi bir noktaya evrildiğine işaret ediyor.

Bu gelişmeyi ve çatışma söylemlerini sadece, bölge ile sınırlı boyutta ele almamak, aksine, dünyanın farklı bölgelerinde özellikle de, Doğu Avrupa ve Ortadoğu’da var olan savaş ortamlarından beslenme eğilimlerini göz ardı etmemek gerekiyor.

Bölgeden uzakta gerçekleşmekte olan bu açık çatışma süreçlerinin, bölgede barışa daha çok şans tanıma imkânı olarak görülebilir.

Öte yandan, belki de, en az bu olumlu seçenek kadar, Doğu Avrupa ve Ortadoğu’daki savaşların ilgili ülkelerin ‘reel politikalarının’ yansıması olduğu düşüncesi, benzeri reel politikaların bölgede de neşet edebileceğini akla getiriyor. 

Bu noktada, Filipinler devlet başkanı Marcos’un söylemine içkin olan, saldırı ve savunma gibi dikotomik iki kavramın varlığından hareketle, bölgede iki farklı bakış açısına sahip politikanın gayet tehditkâr bir nitelik taşıdığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Filipinler ve güçlenen ittifak

Ekseninde Çin’in bulunduğu ve bölgede Soğuk Savaş normu olarak görülen gelişmelerde Filipinler’in öne çıkmasında, Marcos iktidarıyla birlikte, yeniden ABD ile yakınlaşma süreci gayet belirleyici bir rol oynuyor.

Bu durum, Çin’in egemenlik iddialarına karşı Filipinlerin’in, ABD başta olmak üzere Japonya ve Avustralya ile yakınlaşmasına neden oluyor.

Kuruluşu yaklaşık on yıl öncesine dayanan ve adına “squad” denilen dörtlü ittifak gücü, son dönemde taraflar arasındaki görüşmeler ve askeri tatbikatlarla somut bir şekilde ortaya konuyor.

“Kıta sahanlığı egemenlikleri” çerçevesinde, ABD’nin eski sömürgesi olan Filipinler’in haklarını güvence altına alma kararlılığı salt bu ülke teritoryal haklarıyla sınırlı değil.

ABD’nin bölgedeki gelişmelere bakışı çok daha küresel boyut taşıyor...

Çin’in, Güney Çin Denizi’nde egemenlik iddiasını, yüzlerce sahil güvenlik gemileriyle pratik olarak sürdürmesi, bu deniz üzerinden gerçekleşen küresel ekonomik ilişkiler için büyük bir tehdit anlamı taşıyor.

Egemenlik hakları ve ekonomik varsıllık

Çin ile bölgedeki altı ülke yani, Filipinler, Vietnam, Bruney, Malezya, Tayvan ve Endonezya arasında -farklı ölçülerde de olsa, sürekli gündemde yer alan sorunun iki temel açılımı bulunuyor.

Bunlardan ilki, bölgedeki ülkelerin kıta sahanlığı ve/ya egemenlik haklarıyla ilgili.

Bu anlamda, henüz pek fazla gündeme getirilmeyen ve yatırım ve üretimleri söz konusu olmayan sualtı doğal kaynakları bölge ülkelerinin geleceğinde, önemli jeo-ekonomik önem egemenlik hakları söyleminde başat bir rol oynuyor.

İkincisi ise, Güney Çin Denizi’nin küresel kalkınma süreçlerinde Çin’in dışında, gayet önemli yerleri olan Doğu Asya ülkeleri yani Japonya, Güney Kore -buna, Tayvan’ı da eklemek mümkün- ile Ortadoğu ve Avrupa ile olan çok yönlü enerji ve ticaret ilişkilerinde stratejik bir yeri bulunuyor.

ABD, Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan gibi bölge ve küresel ekonomideki rolleriyle öne çıkan ülkelerin yukarıda dikkat çekilen Doğu Asya ülkeleriyle suyolları üzerinden bağı, Güney Çin Denizi’nin kritik önemini daha da artırıyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/guney-cin-denizi-filipinler-ve-buyuk-gucler-south-china-sea-the-phillipines-and-great-powers/