29 Mayıs 2024 Çarşamba

Bir Tarihi dönemecin izinde: Constantinople, Osmanlılar ve Malaka / In the footsteps of a historical turning point: Constantinople, the Ottomans and Malacca

Mehmet Özay                                                                                                                            29.05.2024

Bugün, yani 29 Mayıs günü sadece, Osmanlı-Türk toplumu için değil, dünya Müslümanları için de gayet önemli bir gün...

Batı medeniyetinin geliştirdiği üçüncü büyük medeniyet kuşağı olan Roma İmparatorluğu’nun Doğu’da uzantısı ve Roma’yı, Doğu’da temsil gücüne erişmiş olan Bizans İmparatorluğu’nun başkenti Constantinople’ın 2. Mehmet tarafından fethinin 571. yıldönümü...

Fetih sürecini, dini kaynaklar bağlamında açıklama yönündeki iradenin tarihsel önemi olduğu ortadadır.

Bununla birlikte, Constantinople’ın önce İslambol ve ardından, İstanbul’a dönüşmesi yani, bir Müslüman şehri haline gelmesinin öncesindeki ve sonrasındaki gelişmeler de, hiç kuşku yok ki, bu tarihi an kadar gayet önemlidir.

Bu noktada, önce İslamlaşmayla birlikte Arap yayılmacılığına ve ardından, Osmanlı’ya kısaca bakmakta yarar var..

Beylik-devlet süreci

Osmanlı’nın bir Oğuz-Kayı topluluğu unsuru olarak, bir ‘beylik’ (principality) -kimi ifadelerle özellikle, Arapça kavramsallaştırmayla ‘emirlik’ (amirate) düzeyinden, teritoryal ve kurumsal olarak bir devlet ve küresel egemen güç haline gelmesinde, -biz ‘imparatorluk’ (empire) kelimesini kullanmıyoruz ve kullanılmasının da, Osmanlı siyasal epistemolojisiyle (political epistemology) bizzat çeliştiğini iddia ediyoruz-, sahip olduğu karakteristiklerden biri yani, mücadeleci yapısıdır.

Bu yapının, Ortaasya’daki klâsik ve kadim Türk varlığının bir devamı olması ile özellikle, sekizinci yüzyıldan başlayarak, Türk toplumlarının Müslümanlaşmasıyla kendini, yeni bir kültür ve medeniyet evrenine evirmesi ikinci karakteristiği oluşturur.

Bu yapı, özellikle Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu yapısıyla, Batı Asya yani, Afganistan’ın bir bölümü ile İran’ın tamamı ile Mezopotamya’nın neredeyse, tüm bölümünü içine alan coğrafi genişlemeciliğinin ardından, Oğuz-Kayı’nın uzantısı olan Osmanlı ailesinin, tıpkı diğer aileler gibi, Anadolu coğrafyasında edindiği tarihsel yeri, güçlü bir yapılaşma sergilemesiyle yeni bir boyuta evrilmiştir.

Emevi Arapları, Akdeniz ve denizcilik

Osmanlı’nın Kuzey-batı Anadolu’dan başlayan ve İstanbul’un fethinin öncesinde Balkanlara yoğunlaşan yayılmacılığının neden olduğu tarihi ve coğrafi yapılaşma, Arap Emevi Devleti’nin Avrupa ile karşılaşmasının ardından gerçekleşen ikinci büyük önemli karşılaşma anlamına geliyor.

Emevileri oluşturan Arap unsurların, yedinci yüzyıl ortası ile sekizinci yüzyıl ortasında yaklaşık yüz yıllık süreçte, genel itibarıyla Arap toplumlarının doğal varlık alanları olan Mısır’dan başlayarak Fas’a kadar olan coğrafyada, -aralarında Bedeviler (Bedouin) denilen dağınık, göçebe yapıları da içine alacak şekilde- bir anlamda, kendinde ve doğal bir yaygınlaşma sergilemiştir.

Denizle bağı, İslam öncesine dayanan Arap toplumlarının, Akdeniz bölgesinde özellikle, Adalar üzerinde kurduğu hakimiyeti, bu tarihsel gerçeklik ile açıklamak gerekir.

Denizci Osmanlılar!

Osmanlıların ise, yine tarihsel ve geleneksel olarak, sürekli kara toplumu ve devleti olma özelliği taşımıyor olan Türklerin devamı olarak, Kuzey-batı Anadolu’daki varlığının karasal niteliğindeki belirleyicilik her daim öne çıkmıştır.

Her ne kadar, adına uzman diyebileceğimiz Hocalarımız, Osmanlı’yı bir ‘denizci imparatorluk’ olarak adlandırsalar da, bunda gayet önemli ‘açıklar ve zaafiyetler’ olduğunu görmek ve anlamak gerekiyor.

Bununla Türk unsurlarını kastediyor ve bize Çaka Bey’i misal veriyorlarsa, o zaman aşağı yukarı dünya toplumlarının önemli bir bölümünün denizci millet olduğunu iddia etmek te o kadar kolaylaşır!....

Ya da, dönemin gereği olarak varlık süren, yarı otonom (semi-autonomous) yapılar olarak Kuzey Afrikalı korsanlıktan kapudanlığa dönme denizci unsurların varlığının, Osmanlı’ya aksettirdiği dönemsel başarıyı kastediyorlarsa, diğer denizci milletlerin uzun dönemli (longue durèe) varlığıyla kıyaslama götürmeyecek açıkları olduğu da ortadadır...

Elbette, kimilerinin benzeri konularda kolaycılığa kaçarak söylediği üzere, “Geçelim efendim bunları... Bunlar, mevzu bahis dahi olamaz!” demiyoruz. Ancak, böylesi bir tartışmanın yararına kuşku olmadığını kısaca hatırlatmak istiyoruz...

Hangi ‘Hıristiyan’ Avrupa?

İstanbul’un fethinin Avrupa toplumlarında doğurduğu tesirleri aşağı yukarı biliyoruz...

Ancak, bunun salt bir dini fenomenden kaynaklandığını yani, İstanbul’un bir -Ortodoks- Hıristiyan şehri özelliğini barındırmasıyla sınırlı olmadığını görmek gerekiyor.

Kaldı ki, Avrupa Hıristiyan toplumlarının ‘mezhepsel’ ayrışmaları dikkate alındığında, bir şehir olarak Constantinople’ın, Katolikliğin ve/ya Protestanlığın değil, öncelikle ve bizatihi, ‘Ortodoksluğun’ merkezi olduğu ortadadır.

Bu durum, sanki Avrupa coğrafyasını ve toplumlarını yek-vücud, mono-Hıristiyan (mono-Christian) bir yapı olarak görme eğilimleriyle çelişmektedir.

Ya da, bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Avrupa Hıristiyan tarihi bize, Avrupa’yı monolitik bir Hıristiyan coğrafyası olarak gösterme çabalarını yanlışmamaktadır.

Burada Avrupa’yı genel itibarıyla yakından ilgilendiren gelişme, İstanbul başta olmak üzere Anadolu coğrafyasısın önemli bir bölümünün, Hıristiyanlık öncesi Batı tarihinin ve geleneklerinin yani, Hellen ve Yunan (Greek) kadim varlığına ev sahipliği yapmasından kaynaklanmaktadır. Temelde, Anadolu’nun Batı-Hellen ve Yunan ile Pers-Hint dünyası arasında bir kültürel geçiş ve taşınma noktası olduğunu da hatırlatalım...

Malay dünyası bağlamı

Buradan, İstanbul’un fethinin Osmanlı-Türk dünyasının kimi ölçülerde ilintili olduğu düşünülebilecek bir diğer boyutuyla yani, Hint Okyanusu ve Malay Dünyası bağlamında değerlendirmekte yarar var.

Hint Okyanusu dediğimizde özellikle, İran’ın doğusunda kalan Hint Alt Kıtası ile Batı Pasifik’te Takımadalar coğrafyasını yani, geniş Malay dünyasını kastettiğimizi ifade edelim.

İlk dikkat çekilmesi gereken husus, Malay dünyasının İslamlaşmasının on, on bir, on ikinci yüzyıllardan başladığı dikkate alınacak olursa, İslam dünyasının ‘merkezi’ niteliğindeki Hicaz’la bağlarının gayet uzun dönemli bir boyuta sahip olduğu ortadadır.

İkincisi, bölgenin -Türk tarih kitaplarında yer almasa da- Asya-Pasifik bölgesinin tarihinde kayda değer bir yeri olan Sumatra Adası’ndaki Samudra-Pasai’nin onikinci yüzyıldan başlatabileceğimize imkân tanıyan veriler ve onüçüncü ve ondördüncü yüzyıllardaki somut kültürel, siyasal gelişmeler, bölgenin geniş İslam dünyası içerisindeki yeri kadar, Müslüman dünya dışında örneğin Hint ve Çin dünyasıyla ilişkileriyle dikkat çeker.

Bu noktada, cevap aranmakta olan birkaç soruyu gündeme getirebiliriz: İlki, “Samudra-Pasai, Memlüklü Devleti’yle ne türden ilişkilere sahipti?

Öyle ya, 1510’lu yıllara kadar varlığını devam ettirmiş olan Samudra-Pasai’nin bu süreçte İslam coğrafyasının ‘merkezi’ ile ilişkileri olması beklenir.

İkincisi, Samudra-Pasai, 1453’de İstanbul’un fethine yönelik herhangi bir tepki vermiş midir?

Görebildiğim belgelerin ışığında söylemek gerekirse, Osmanlı kaynaklarının bu soruya bir cevap vermiyor... Ne de, Samudra-Pasai ve/ya ilintili kaynaklar bir şey söylüyor...

Mitoloji(k) gerçek!

Ancak, geniş Malay dünyasında devletleşme süreçlerinde yer alan bir diğer yapı yani, Malaka Sultanlığı’nda (1411-1511), İstanbul’un alınışıyla ilişkilendirilen bir boyut dikkat çekiyor.

Bugüne kadar tarihsel gerçekliği somut olarak kanıtlanmamış, salt edebi – mitolojik bir figür olarak gündemde yer alan Hang Tua’nın uzun deniz yolculuğunun ardından, İstanbul’a varmış olması zihinlerde gayet olumlu bir imajın oluşmasına yol açıyor.

Tuhaf olan, bu olumlu imajın sıradan halk, kahvehane müdavimleri vb. çevrelerde değil, akademi çevrelerinde karşılık bulması gayet şaşırtıcı.

Evet, mitolojinin tarihe ve sosyolojiye kazandırdığı olgular vardır...

Ancak, Malaka Sultanlığı’ndan bir ‘kahraman’ın uzun bir deniz yolculuğunu kat ederek, İstanbul’un fethine ‘destek’ vb. yönlü söylemler gayet çocuksu kalıyor...

Daha sosyolojik ifade etmek gerekirse, bu yaklaşımı ve benzerlerini, bir tür aşağılık kompleksinin (inferiority complex) yansımaları kabul etmek gerekir.

Kendimle çelişmeme adına, şunu da söyleyeyim. Evet, neredeyse tüm Adalar’ın sahil şeritlerinde yaşam süren Malay toplumlarının denizciliklerine kuşku yok...

Özellikle, bunlar arasında meselâ, Bugis, Riau, Açe gibi bölgelerdeki toplumların sıkı denizcilikleri de tarihsel verilerle ortada... 

Ancak, Hang Tua’nın tarihsel somut kişiliği olup olmaması bir yana, onbeşinci yüzyıl ortalarında denizci Malay dünyasında, Hint Okyanusu gibi geniş ve derin bir suyolunu katetme sürecine dair elimizde bir veri bulunmuyor.

Bu hususu, yukarıda gizli açık olarak Samudra-Pasai örneğinde dile getirdim...

Hakkını verelim, Hang Tua’nın tarihsel bir figür olmadığını, yukarıda dikkat çektiğim söylemin ‘safsata’dan ibaret olduğunu dile getiren, gayet donanımlı tarihçi hocalar da var. Çok şükür...

Dini referansların varlığının, İstanbul’un fethine getirdiği açıklık ortada.

Bunun yanı sıra, bu tarihsel gelişmenin, medeniyet etkileşimleri üzerine etkisi de tartışılmaz.

Bu etkileşimin bir yandan Müslüman toplumların Avrupa Hıristiyan toplumlarıyla, kültür ve medeniyetiyle etkileşimi kadar, Müslüman toplumların birbirleriyle bağını sağlama ve bir anlamda küresel bir tesir ortaya koyma noktasında da önemi bulunuyor.

Bununla birlikte, İstanbul’un fethi özelinde, tarihsel gerçeklikler üzerinde yeniden ve özenle durulması gereken gayet dikkat çekici hususlar olduğunu da kuşku bulunmuyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/bir-tarihi-donemecin-izinde-constantinople-osmanlilar-ve-malaka-in-the-footsteps-of-a-historical-turning-point-constantinople-the-ottomans-and-malacca/

27 Mayıs 2024 Pazartesi

Myanmar: krize endemik ülke / Myanmar: crisis-endemic country

Mehmet Özay                                                                                                                            27.05.2024

Myanmar, bir süredir ülkenin farklı bölgelerinde yaşanan çatışmalarla yine gündemde...

Güneydoğu Asya Ülkeler Birliği (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN) üyesi Myanmar’da 1 Şubat 2021 darbesinden bu yana, askeri yönetim varlığını sürdürüyor.

Merkezi yönetimde egemen olan ordu (Tatmadaw) ile ülkenin farklı eyaletlerindeki etnik grupların oluşturduğu ordular arasında ateşkes süreçlerinin inkitaya uğraması, çatışmaların yeniden başlaması anlamına geliyor. 

Bunların son örneklerinden birine, ülkenin batısındaki Arakan Eyaleti’nde yaşanıyor...

Ulusal ordu ile Budist Arakan Ordusu arasındaki çalışmalardan en çok etkilenenlerin ise, bölgedeki Arakanlı Müslüman oluyor.

Farklı amaçlarla hareket eden iki ordunun çatışmasında Arakanlı Müslümanlar arada kalırken çözümü Bangladeş sınırını geçmekte arıyorlar.

Uluslararası çabalar başarısız

Geçtiğimiz Kasım ayında bozulan ateşkesin ardından, Arakan Eyaleti’nde gerginlik yerini doğrudan çatışmalara bırakırken, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konyesi bölgede ateşkeş ve insani yardım konusunda henüz olumlu bir adım atabilmiş değil.

Myanmar’daki gelişmelerde, tıpkı benzeri küresel gelişmelerde olduğu gibi Batı ülkeleri ile Rusya-Çin ittifakı karşılaşmasına tanık olunuyor.

Rusya ve Çin, gelişmeleri Myanmar’ın iç işleriyle açıklaması uluslararası kuruluşlar tarafından karar alma süreçlerinin gecikmesine veya karar alınamamasına neden oluyor.

Öte yandan, BM’nin ilgili birimlerinin Myanmar’da aktif görev yapamıyor oluşu ise bölgede yaşanan durumun vahametini gözler önüne seriyor.

Myanmar cunta rejiminin ASEAN tarafından geliştirilen 5 Maddelik çözüm önerisine yanaşmaması ise, Myanmar yönetimini daha da içe kapanmasına neden oluyor.

Endemik kaos

ASEAN bünyesinde teritoryal genişlik, nüfus yapısı, hammadde kaynakları, ekonomik yatırım imkânları gibi artılarıyla dikkat çeken Myanmar, 2011’de başlayan demokrasi tecrübesinin 2021 darbesiyle durdurulmasıyla yeniden kaos ortamına dönmüş bulunuyor.

Bugün, 2021 darbesinin ülkede etkisi devam ederken, bu yönelimden uzaklaşmaya doğru da, bir emare henüz ortada gözükmüyor.

Darbe’den bu yana, ülke siyasal yaşamında normalleşme izine rastlanmadığı gibi, merkezi yönetim ile çeşitli etnik grupların hakim olduğu eyaletler arasında çatışmacı süreç, kendini yeniden güçlü bir şekilde hissettiriyor.

Merkezi yönetime hakim olan Myanmar Ulusal Savunma ve Güvenlik Konseyi 31 Ocak’ta dördüncü kez olmak üzere ülke genelinde sıkıyönetim ilânını yeniledi.

Bu gelişme üzerine devlet başkanlığı görevini yürütem cunta üyesi U Myint Swe yaptığı açıklamada, “... Gerekirse, ileride sıkıyönetimin yeniden uzatılacağı” yönünde açıklama yapması,  mevcut yönetimin demokrasiye geçiş plânının olmadığına işaret ediyor.

Son üç yılda merkezi ordunun, ülkenin farklı bölgelerinde etnik ordulara karşı önemli sayıda yerleşim yerini kaybetmiş gözüküyor.

2023 yılı başlarında 198 yerleşim yeri “güvenliksiz” bölge ilân edilirken bu sayı bugün 221’e çıkmış durumda.

Gelinen bu nokta, merkezi ordunun karşı karşıya kaldığı zaafiyeti ortaya koyarken, yakın gelecekte ne barış süreçleri ne de demokrasiye geçiş olanaklı gözüküyor.

Darbe sonrasında, çeşitli etnik grupların birleşmesiyle oluşturulan, Ulusal Birlik Hükümeti (National Unity Government-NGU) halen varlığını sürdürüyor.

Aralarında Chin Ulusal Cephesi (Chin National Front-CNF), Karen Ulusal İlerleme Partisi (Karen National Progress Party-KNPP), Karen Ulusal Birliği (Karen National Union-KNU) gibi yapılarında bünyesinde yer aldığı NGU temsilcileri, Tatmadaw’ın, 31 Ocak’ta sıkıyönetimin uzatılmasının ardından, “askeri diktatörlüğün sona erdirilmesi ve federal demokratik birliğin tesisi için çalışmalara devam edileceği” açıklaması yaptılar.

Çatışma süreçleri

Son dönemdeki çatışma süreçlerinin örneklerinden birini, ülkenin batısındaki Arakan Eyaleti’nde Budist Arakan Ordusu (Arakan Army-AA) ile merkezi ordu arasında şiddetlenen çatışmalar oluşturuyor.

Çatışmalar özellikle, Buthidaung ve Maugndaw şehirlerinde yoğunlaşırken, adı daha çok Arakanlı (Rohingyalı) Müslümanlarla anılan bu bölgelerde, Müslümanların yanı sıra, Budist Arakanlılar da yaşam sürüyor. 

Çatışmaların temelinde Budist Arakan Ordusu’nun tüm eyalette yönetime hakim olmak istemesi ve bölgedeki merkezi ordu unsurlarından arındırılmasına yönelik girişimleri bulunuyor.

Budist Arakan Ordusu’nun bölgedeki tüm yerleşim yerlerinde kontrolü sağlama konusundaki tutumu, merkezi yönetim ordusuyla çatışmaların kızışmasına yol açarken, çatışmaların aslında, gizli/açık Arakanlı Müslümanları hedef aldığına vurgu yapmakta yarar var.

Arakanlı Müslümanlar

Yakın geçmişteki gelişmele göz atıldığında, Arakanlı Müslümanların, dönemsel olarak en son 2012 yılından başlayarak konu olduğu zulüm ve etnik soykırım süreçlerinde, merkezi yönetim ordusu (Tatmadaw) kadar, Budist Arakan yönetimi ve ordusunun da zaman zaman yer aldığı biliniyor.

Bir yandan Tatmadaw, öte yandan Budist Arakan Ordusu, farklı gerekçelerle de olsa, siyasal ve askeri hedeflerinin bir yerinde Arakanlı Müslümanlar olması noktasında birleşiyorlar.

2012 yılından bu yana yaşanan önemli göç süreçlerinin ardından, bölgedeki Müslüman nüfus yapısında kayda değer bir gerileme olsa da, son dönemdeki ulusal ordu ile Arakan Budist Ordusu arasındaki çatışmadan en çok etkilenenlerin, Müslüman kitleler olması şaşırtıcı değil.

Bazı kaynaklar, on binlerce Arakanlı Müslüman’nın yerlerinden edildiği ve bunların bir bölümünün Bangladeş’e geçmeye çalıştığı, geride kalanların ise -daha önceki süreçlere benzer şekilde-, insanlık dramıyla karşı karşıla olduklarına dikkat çekiliyor.

Bölgeden sağlıklı bilgi alınamamasında, bir süredir yaşanan kaosun da etkisi olduğuna kuşku yok.

Kimi kaynaklar, bölgedeki insani krizi artıran unsurlardan biri olarak, Bangladeş yönetiminin Arakanlı Müslüman sığınmacılara kapıları açmamasını gösterirken, diğer bazıları şu ana kadar kırk beş bin civarında Arakanlı Müslüman’ın Naf Nehri’ni geçerek Bangladeş topraklarına sığındını ifade ediyor...

Bangladeş’in rolü

Bangladeş yönetiminin son on yıla varan süre zarfında periyodik olarak ortaya çıkan krizlerde istikrarsız yaklaşımı biliniyor.

Gerek oluşturulan kamplardaki yönetim, gerekse bazı sığınmacıları Bengal Körfezi’ndeki Ada’da konuşlandırma çabaları Bangladeş yönetimine yönelik eleştiri oklarınına hedef olmasına yol açıyor.

Bununla birlikte, Bangladeş yönetimi insani yardımdaki rolüne dikkat çekerek, bugüne kadar sığınmacılara yönelik politikasında kendine olumlu pay çıkartıyor.

Yaşanan gelişmeler bakıldığında, Myanmar’ın Batısı’nda yaşam süren Arakanlı Müslümanların kara bağlantısı ile bir başka ülkeye geçmelerinin mümkün olmaması, Bangladeş topraklarını her halükârda yegâne kaçış noktası kılıyor.

Demokrasi ve kalkınma

Demokrasi lideri Suu Kyi’nin başında bulunduğu Ulusal Demokrasi Birliği (National League for Democracy-NLD) yönetimde olduğu 2010 yılında başlayan ve yaklaşık on yıl devam eden demokrasi tecrübesinin akamete uğraması, Myanmar’ın yeniden 1970’li yıllara dönmesi anlamına geliyor.

2021’deki darbenin ardından, devlet başkanı Win Myint ve devlet danışmanı Suu Kyi hapis ve göz altı süreçleri devam ediyor.

ASEAN üyesi olan Myanmar’da ordunun (Tatmadaw) egemenliği, ülkeyi bölge ülkelerinin ekonomik gelişmişliğinden pay alamamasına neden oluyor. Yaşanan istikrarsızlık etkisini ülke sınırları dışında da gösteriyor...

Yılın değişik dönemlerinde Arakanlı Müslümanların teknelerle okyanusa açılmaları devam ederken, ülkenin geniş sınır bölgelerini, yasadışı gelişmelerin merkezi haline getiriyor.

ASEAN bünyesinde, aralarında Kamboçya ve Laos’un da bulunduğu ülkeler, son yirmi yılda önemli ekonomik kalkınma süreçlerine konu olurken, Myanmar bu gelişmeye ayak uyduramamasıyla dikkat çekiyor.

Myanmar’da yaşanan kaosun sadece ülkenin iç siyasal sorunlarıyla bağlantılı olduğunu söylemek güç. Özellikle, bölgede güç mücadelesi içerisindeki küresel yapıların birbirleriyle olan rekabetlerinin Myanmar’da yansımasını bulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/myanmar-krize-endemik-ulke-myanmar-crisis-endemic-country/

 

24 Mayıs 2024 Cuma

Cevdet Paşa’nın vefatı... Osmanlı’nın çöküşü ... / The demise of Cevdet Pasha... the decadence of the Ottoman State

Mehmet Özay                                                                                                                            24.05.2024

Yaygın adıyla bilindiği şekliyle Cevdet Paşa, derli toplu isimlendirmeyle Ahmed Cevdet Paşa, 25 Mayıs 1895 tarihinde vefat etti.

Yarın yani, 25 Mayıs onun 129. ölüm yıldönümü... Allah Rahmet eylesin...

1823 yılında doğan Cevdet Paşa, Osmanlı’nın en önemli yüzyıllarından biri olmayı hak eden 19. yüzyılın büyük bir bölümüne tanık olmasıyla ve bu tanıklığını, eserlerine yansıtmış bir bürokrat olarak önem taşıyor.

Tarihe tanıklık

Cevdet Paşa’nın önemi, birbirine yakın addedilen iki eseriyle gündeme geliyor...

Bunlardan ilki, Tezâkir-i Cevdet ve ikincisi, Cevdet Tarihi (Tarih-i Cevdet). İlkinin resmi görevi sürecinde kaleme aldığı ikincisini ise, kendi inisiyatifiyle ortaya koyduğu düşünülecek olursa, ilki daha öncelikli bir konumda değerlendirilebilir.

Bunlara ilâve olarak, ‘Maruzat’ ve ‘Kavaid-i Osmaniye’yi dile getirmek gerekir.

Özellikle, 2. Abdülhamit’in bizzat kendisinden, Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerine dair gelişmeleri yazmasını istemesinin ürünü olan ‘Maruzat’ı -Cevdet Baysun’un ifadesini aktararak söylemek gerekirse-, ayrı bir eser olarak telâkki etmek mümkünse de, çokça Tezâkir-i Cevdet’teki ilgili bölümleri daha detaylı ele almasıyla farklılık taşıyor.[1]

Merhum’un bu iki önemli eseri yani, ‘Tezâkir’ ve ‘Tarihi’, Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılın büyük bölümündeki gelişmelerini ele almasıyla, tarihsel ve sosyolojik açıdan oldukça önemli eserler.

Daha önce yazdığım kısa yazıda dile getirdiğim üzere, dönemin tarih yazıcılarının işi aksatması ile elde bulunan verilerin profesyonel şekilde korunamaması gibi nedenler bize, dönemin ve belki de, önceki dönemlere ait bazı önemli hususlara ulaşılamayacağını gösteriyor.

Bununla birlikte, Cevdet Paşa’nın özellikle, ‘Tezâkir’ adlı çalışması bir yandan, 19. yüzyılın kronoloik ve genel bir değerlendirmesi öte yandan da, 19.  yüzyılın Osmanlı’nın ayakta kalıp kalamayacağına dair, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı gibi önemli siyasal girişimleri ve bu süreçlere dair görüşleriyle önem arz ediyor.

Döneminin adamı!

Cevdet Paşa’nın, ‘yaşadığı dönemin adamı olması’ yaklaşımının getirdiği özellikleri, olumlu mu yoksa olumsuz mu değerlendirmek gerektiği üzerinde iyi durmak gerekiyor.

Bu çerçevede, Paşa’nın ‘Tezâkir’de -en azından okumakta olduğum bölümler üzerinden söylemek gerekirse-, dönemin aktörlerine, gelişmelerine dair yaklaşımının pek de, iç açıcı olduğunu söylemek güç.

Bürokrasiyi ve Saray’ı yakından bilen bir isim olması onun, her iki alandaki ‘aktörleri’ değerlendirmebilmek imkânı tanıdığı ortadadır.

Bu durumda, Paşa’nın ‘ötekiler’ gibi, dönemin öne çıkan sivil ve askeri bürokraside en yükseğe çıkma hırsından uzak durup duramadığı konusu tartışmaya açık gözüküyor.  

19. yüzyılda olan bitene dışardan bakabilme özelliğini, sahip olduğu bireysel karakteristikleri, eğitim süreçleri, meslek ahlâkı gibi nitelikleriyle ortaya koyduğuna şüphe olmayan Cevdet Paşa’nın, ‘... Diğerleri oluyor da ben niye olmayayım!’ hissi ve düşüncesiyle niyetinin Sadaret’de yani, Sadrazamlıkta olduğunu söyleyen bizatihi onun eserini Latince’ye kazandıran Cavid Baysun Hoca: “Cevdet Paşa’nın sadaret ve Meşihat gibi en büyük makamlara yükselmek için nihayetsiz bir arzu beslediği ve kendisi için ilmiyeden geldiği halde vezir ve bilahare sadrazam olan Şirvanizade Rüşdi Paşa misalinden pek dilgir olduğu muhakkaktır.”[2]

Bu ifadeyi yabana atmamak gerekir...

Bu son yaklaşım, ‘onun döneminin adamı olma özelliğinin bir parçasıdır’ demek, kanımca yanlış olmayacaktır.

Bu ‘olumsuz’ addedilebilecek intibaın dışında, Cevdet Paşa’nın gözünün Sadaret’te olmasına dair başka bir açılım da getirmek mümkün...

O da, ‘Tezâkir’ başlıklı eserinde gözlemlendiği üzere, dönemin öne çıkan aktörlerinde ortaya çıkan çıkar ilişkileri, birbirini çekememezlik, kendi çıkarına düşkünlük, Fransa-İngiltere arasında gidiş gelişleri, -örneğin, 19. yüzyıl reform sürecinin mimarı Reşid Paşa’nın İngiliz yanlısı, şakirtleri Ali ve Fuat Paşaların -veya Serasker Rüşdi Paşa’nın- Fransız yanlısı olmaları gibi[3] veya bunlardan birine yamanmaları vb. gibi hem bireysel ve bürokrasi için hem de, genel itibarıyla Osmanlı Devleti için gayet olumsuz addedilebilecek yönelimlerin önüne geçme adına, ‘kendisi gibi’ işleri beceriyle halledebilecek bir kişi arayışına karşılık geldiğini söylemek mümkün gözüküyor.

Devlet’e dair

Yukarıda dikkat çekildiği üzere, Osmanlı sivil ve askeri bürokrasinin içinde bulunduğu hâl’in, reform çabalarına rağmen, devletin gidişatı üzerine ne denli etkisi olduğu üzerinde düşünülmeye değerdir.

Öyle ki, bir yabancı gözlemcinin ve bu gözlem üzerine, Cevdet Paşa’nın yaklaşımını burada zikretmekte yarar var.

Avusturya İçişleri bakanı Klemens von Metternich’in (1773-1859) Osmanlı’da reform dönemine dair sarf ettiği birkaç cümlesi var.

En azından ilgili metinde buna atıf bu şekilde:

“... Devleti aliyyece terâkki için bunun gibi bir vakti fırsat olamaz. Amma aksine hareket olunduğu taktirde dahi bunun gibi fena vakit olmaz. Bu müsaadeli eyyamı iki sene kadar tahmin ederim. Bu müddet zarfında, esbab-ı terâkkiye teşebbüs olunmaz ise fırsat fevt olur” demiş.[4]

Metternich’in vurgusunun, Tanzimat-Islahat dönemlerine dair olduğu ortada. Ya reformları yaparsınız ya da akibet ‘çöküş ve bitiş’ diyor...

Bu noktada, diğer bazı Avrupalı aydınlar gibi, Metternich’in de Osmanlı’yı seven isimlerden olsa gerek. Öyle ya, yoksa ne diye Osmanlının kurtuluşu için görüş beyan etsin!

Reform sürecini, Osmanlı’nın ‘kurtuluşu’ için yegâne dönem addeden ve buna iki yıl zaman biçen Metternich’in bildiği hususlar olsa gerek.

Bu noktada, örneğin, kendi ülkesi Avusturya ile Avrupa geneline dair reform süreçlerinin neye tekabül ettiğine dair gayet donanımlı bir tarih anlayışı olsa gerekir.

Metternich’in bu görüşü üzerine düşüncesini gündeme getiren Cevdet Paşa, bu yaklaşımın Osmanlı’daki durumu izah ettiğini bununla birlikte, “iki sene”yle sınırlı olmayacak denli önemli bir vaktin Osmanlı yönetiminin eline geçtiğini söylüyor.

Ardından, acı gerçeği de eklemekten geri kalmıyor:

“... Ne çare ki, biz adam olup da istifade edemedik ve belki ol vakit bütün bütün fenalığa yüz tuttuk. Reşid Paşa damad paşalarla uğraşırken muahharen kendisinin yetiştirmiş olduğu Ali ve Fuad Paşalar ondan ayrılıp Reşid Paşa, öteden beri İngiliz politikasına meyl ederken anlar Fransız politikasını iltizam eylediler ve iki taraf dahi yekdiğerine galebe için her türlü vesaile teşebbüs ederek...”[5]

 

Yani, bizzat devleti düzlüğe çıkartma niyetindeki, Tanzimat sürecinin mimarlarının ve devam ettiricilerinin birbirleriyle olan tutarsızlıkları süreçte, hak edilen kurumsal değişikliklerin ortaya konulamadığını gösteriyor.

 

Yukarıda dikkat çekmiştim... Muhtemelen bu nedenledir ki, Cevdet Paşa Sadaret’e gelmeyi istemesi belki de, bu süreçleri yönetebileceğine olan düşüncesinden kaynaklanıyordu.

 

Osmanlı’da yönetimi elinde tutan çevrelerin ne hale geldiğini, Cevdet Paşa ilerleyen sayfalarda şöyle dile getiriyor:

“... Reşit Paşa, taraf-ı padişahiden ara sıra külliyetli atiyeler alıp diğer vechile temettüe tenezzül etmezdi. Amma, mensubanından bu iltizamat işine girişmeyen pek az kaldı ve havass-ı mensubanından bazıları, böyle na-meşru yollar ile defaden binlerce keseler alıp sefihane sarf ederlerdi.”[6]

Devleti kurtarmakla sorumlu olan başta Reşid Paşa olmak üzere özellikle, ona bağlı olan kadroların “... iddiaları eğitim ve medeniyetin gelişmesine hizmet etmek iken, çirkin temettüata girişmeleri efkar-ı ammenin tagyirine badi oldu”, diyor Cevdet Paşa.

 

Ve ekliyor “Haydan gelen huya gitti”.[7]

 

Vefatının 129. yılında Cevdet Paşa’yı rahmetle anıyorum. Makamı cennet olsun...

https://guneydoguasyacalismalari.com/cevdet-pasanin-vefati-osmanlinin-cokus-the-demise-of-cevdet-pasha-the-decadence-of-the-ottoman-state/

 



[1] Baysun, Cavid. (1953). “Tezakir-i Cevdet Hakkında”, Tezakir (1-12), (Yayınlayan: Cavid Baysun),  Ankara: Türk Tarih Kurumu, p. xviii.

[2] Baysun, Cavid. (1953). “Tezakir-i Cevdet Hakkında”, Tezakir (1-12), (Yayınlayan: Cavid Baysun),  Ankara: Türk Tarih Kurumu, p. xiv (f.n.8).

[3] Cevdet Paşa. (1953). Tezakir (1-12), (Yayınlayan: Cavid Baysun),  Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 26, 40.

[4] Cevdet Paşa. (1953). Tezakir (1-12), s. xxi.

[5] Cevdet Paşa. (1953). Tezakir (1-12), s. xxi.

[6] Cevdet Paşa. (1953). Tezakir (1-12), s. 19-20.

[7] Cevdet Paşa. (1953). Tezakir (1-12), s. 20.

22 Mayıs 2024 Çarşamba

Tayvan’da yeni başkan Lai Ching-te: Demokrasi ve uluslararasıcılık vurgusu / Lai Ching-te, New president in Taiwan: emphasis on democracy and internationalism

Mehmet Özay                                                                                                                            21.05.2024

Tayvan’da, yeni başkan William Lai Ching-te, dün gerçekleştirilen yemin töreninin ardından görevine başladı.

Demokratik Gelişimci Parti (Democratic Progressive Party-DPP) başkanı ve 64 yaşındaki yeni başkan Lai Ching-te’nin açıklamalarında öne çıkan husus, hiç kuşku yok ki, Çin tehdidi ve bunun karşısında açıkçası, korunması gereken barışa dair vurgusuydu.

Lai Ching-te Pekin’e gönderme yaparak, “Çin’in siyasi ve askeri tehditlerine son vermesi” ve “olası bir savaş korkusundan dünyayı kurtarması” çağrısında bulundu.

Bu yılın başında yapılan seçimler öncesinde, Pekin yönetiminin Tayvan seçimlerine yönelik yaklaşımının, ‘savaş ve barış’ dikotomisi ekseninde geliştirildiği hatırlanacak olursa, Lai Ching-te’yi zorlu günlerin beklediğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Lai Ching-te’nin, Çin Halk Cumhuriyeti yönetimince “tehlikeli ayrılıkçı” olarak adlandırılması, iki taraf yetkililerinin önümüzdeki dönemde biraraya gelmelerinin pek de olanaklı olmadığını gösteriyor.

Küresel temsil gücü

De facto siyasal egemen bir yapı olarak uluslararası arenada var olan Tayvan’daki siyasal yapının ve başkanlık değişiminin, söz konusu bu Ada ülkesi ile sınırlı olmayan boyutlarına dikkat çekmekte yarar var.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin (People’s Republic of China -PRC) yönetiminin Tayvan’ı yani, bir başka ifadeyle, Çin Cumhuriyeti’ni (Republic of China-RoC) siyasal egemenlik olgusu olarak telâkki etmesiyle, Çin-Tayvan ilişkilerinde yaşanan gerilim, kendini bölgesel ve uluslararası arenaya yansımasıyla önem taşıyor.

Tam da bu durum, Tayvan’da seçimleri ve başkan değişimlerini, bölgesel ve küresel olarak izlenmesi gereken bir olgu olarak öne çıkartıyor.

Yeni başkan Lai Ching-te, yemin töreni sonrasındaki konuşmasının ilerleyen bölümlerinde, “Tayvan’ın geleceği, dünyanın geleceği için önemlidir” cümlesini dikkatle ele almak gerekiyor.

Tayvan’ın küresel gelişmelerin merkezine koyan bu söylemi, salt bir retorik olarak değerlendirilmemelidir.

Aksine, çatışma alanlarının Ortadoğu merkeziyle sınırlı olmadığı hatırlandığında, Güney Çin Denizi’nde, Çin’in egemenlik hakkı ve bunu elde etmek için savaşı göze alabileceği söylemi karşısında Tayvan’ın varlığını bölgesel değil, küresel çerçevede değerlendirmek gerekiyor.

Aslında, yeni başkan Lai de yukarıda dile getirilen ifadesiyle buna vurgu yapıyor.

Tsai’nin ‘uluslararasıcılık’ göndermesi

İki dönem, yani son sekiz yıldır devlet başkanı olarak Tayvan’ı yöneten Tsai, görevinin sona ermesinden bir gün önce yani, Pazar günü verdiği mesajlarda Tayvan’ın geleceğini, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Ada üzerindeki egemenlik hakkını uluslararası gelişmelerle birlikte zikretmesi ve iki temel olgu arasında analojiler yapması dikkat çekmişti.

Tsai, özellikle Rusya’nın Ukrayna’yı istilasıyla ortaya çıkan savaş durumuna ve sonrası gelişmelerle, Pekin yönetiminin artık benzer bir siyasal ve de özellikle, askeri süreci aklına getirmemesi gerektiğini vurguluyordu.

Tsai, ülkesinin, dünyadaki pek çok ülke ve de uluslararası kuruluşlar tarafından bağımsızlığı tanınmayan, ancak bununla birlikte, başta Anglo-Sakson ülkeleri olmak üzere, ikili ilişkileri gayet üst düzeyde seyreden bir ülke olduğunun farkında.

‘Uluslararası camia’ vurgusu

Bu nedenle, son dönemde yaptığı açıklamalarında, “uluslararası camia” kavramını kasıtlı olarak kullandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Tsai’nin bu kavramla vurgusu yine, Doğu Avrupa’da ortaya çıkan siyasi ve askeri gelişmelerle benzerliği bağlamında değerlendirmek gerekiyor.

Tsai’nin görevini tamamlaması dolayısıyla Pazar günü başkanlık ofisindeki resepsiyonda Singapur, Japonya ve Birleşik Krallık (İngiltere) temsilcileriyle biraraya gelmesi, söz konusu uluslararasıcılık olgusunun en açık göstergesi kabul edilmelidir.

Bu noktada, Tsai ile Tayvan yönetiminin en önemli siyasal başvuru aracı olarak ‘uluslararası’ bağlantılı kavramları gündeme getirmesine şaşmamak gerekiyor.

İlk etapta, söz konusu bu vurgunun savunmacı nitelikte olduğu düşünülebilir...

Hatta, Batılı ülkelerin, Rusya’nın Ukrayna işgali sonrasında özellikle, askeri yardımda ‘ikircikli’ tutumları hatırlandığında Tayvan’ın, böylesi benzer bir olası gelişmede kendine modael alabileceği bir yapının olmadığı dahi ileri sürülebilir.

Bunda haklılık payı yok değil...

Tam da bu noktada, Ukrayna-Tayvan ikilisini birbirinden ayıran iki temel husus olduğuna dikkat çekelim.

Bunlardan ilki, Tayvan’ın başta Anglo-Sakson ülkeleri olmak üzere neredeyse, tüm gelişmiş -ve hatta gelişmekte olan ülkelerin- ticaret güzergâhlarının üzerinde bulunuyor oluşudur.

İkincisi ise, Tayvan’ın, Ukrayna’nın askeri yapılaşmasıyla karşılaştırılamayacak ölçüde askeri bilimsel ve teknolojik yatırımları bünyesinde barındırmasıdır.

Donanımlı Tayvan

Tsai’nin son konuşmalarında dile getirdiği üzere, Tayvan, son dönemde Çin Halk Cumhuriyeti’nin askeri kalkınmasına paralel denilebilecek bir sürece konu olduğunu hatırlatmak gerekiyor. 

Savunma sanayi başlığı altında değerlendirilebilecek olan bu husus, sadece Amerika Birleşik Devletleri’nin Tayvan’a verdiği destekten bahsetmiyoruz.

Bizatihi, teknolojik yatırımları ile göz dolduran Tayvan’ın bu gelişmişliğini, askeri teknoloji alanına yansıtmadığını düşünmek büyük bir hayalcilik olur.

Tsai, işte bu güce gizli/açık atıfta bulunarak, olası bir askeri girişim karşısında Çin’in karşı karşıya kalacağı duruma işaret ediyor.

Burada yine bir analoji olarak görülebilecek şekilde, Pekin yönetiminin, görece zayıf ve -bazı ölçülerde yalnız bırakılmış- Ukrayna karşısında bile, Rusya’nın içine düştüğü halin ötesinde bir durumla karşılaşacağına vurgu yapıyor.

Çin birliği

Tayvan Boğazı ile tanımlayan ve Çin Halk Cumhuriyeti ile Tayvan arasında gerilimli dönemlerin yaşanmasına karşın, dünyanın farklı bölgelerindeki gelişmeler Çin birliği meselesinin ele alınabilirliğine dair bir fikir veriyor.

Yazının başlarında dile getirildiği üzere, sabık başkan Tsai ve -her ne kadar, Pekin yönetimince ‘ayrılıkçı’ olarak adlandırılsa da-, yeni başkan Lai Ching-te Çin’le görüşme süreçlerine tümden kapıyı kapatmış değiller.

Öyle ki, Tayvanlı liderler, Çin’le olası bir birleşmeyi tümüyle reddetmiyorlar...

Ancak, Tayvan’ın bugün ulaştığı sosyo-ekonomik gelişmişlikten feragât etmeyecek bir sürecin işletilmesinden yanalar.

Bununla birlikte, bu talebe Pekin yönetiminde tam ve doğru bir karşılık buludğunu söylemek ise mümkün değil.

Pekin yönetimi, bu yılın başında Tayvan’da yapılan seçimleri “savaş ve barış” dikotomisiyle açıklama getirmiş, Demokratik Gelişimci Partisi’nin seçilmesine açıkça, ‘savaş’ vurgusuyla tanımlama getirmişti.

Bugün Tayvan’ı, bu dikotominin ‘savaş’ bölümünde yer alan bir ismi yani, Lai Ching-te yönetmeye başladı.

Olağanüstü gelişmeler olmaması halinde, önümüzdeki dönemin her iki taraf için de kolay olmayacağını söylemek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tayvanda-yeni-baskan-lai-ching-te-demokrasi-ve-uluslararasicilik-vurgusu-lai-ching-te-new-president-in-taiwan-emphasis-on-democracy-and-internationalism/