29 Ağustos 2017 Salı

Arakan’ın değişmeyen ‘kaderi’ / Unchanging destiny of Rohingya Muslims

Mehmet Özay                                                                                                                         29.08.2017

Myanmar’ın Arakan eyaleti yeni bir saldırı ve şiddet ortamıyla gündemde. Geçen Cuma günü erken saatlerde Myanmar-Bangladeş sınırına yakın üç farklı noktada bazı güvenlik noktalarına düzenlenen saldırı sonucu gelişen olaylarda yüzü aşkın kişi hayatını kaybetti. Benzer bir saldırı geçen Ekim ayında yine benzer bölgede yaşanmış ve ardından Myanmar güvenlik güçlerinin Arakanlı Müslüman sivillere yönelik saldırısı gündeme gelmişti. Yaşanan kayıplar nedeniyle bu son gelişmede, 2012 yılından bu yana yaşanan en ölümcül hadise olarak kayıtlara geçti. Saldırıların, başkanlığını Kofi Annan’ın yürüttüğü Arakan Eyaleti Danışma Komisyonu’nun bölgeyle ilgili nihai kapsamlı raporunu geçen hafta ortasında Myanmar hükümetine sunmasından hemen gerçekleşmesi manidardı.

Arakanlı Müslümanlara atfedilen bıçak, kama gibi alelade ve bazı el yapımı ateşli silahlarla yapıldığı anlaşılan bu girişimlerin ve Myanmar ordusu üzerinde bir tesir oluşturup oluşturmayan bu girişimler ölümden ve kalmdan başka seçeneği kalmayan insanların imkansızlığını yansıtıyor. Arakan eyaletinde veya Bangladeşte kamplarda yaşam süren ve sayıları yüz binleri bulan insanları umutsuzluğa sevk eden bir diğer husus ise kuşkusuz yine özellikle Müslümanların maruz kaldığı bölgedeki diğer çatışma alanlarında da herhangi bir kapsamlı ve sürdürülebilir barış ortamının hayata geçirilemeyişidir.

Müreffeh bir gelecek mümkün mü?
‘Arakan halkı için barışçıl, adil ve müreffeh bir gelecek’ başlığını taşıyan raporun da ortaya koyduğu üzere, uzun bir süredir Myanmar hükümetinin Arakanlı Müslümanların siyasi ve toplumsal haklarına yönelik çözüm bulma talepleri karşılık bulmazken, bazı Arakanlıların şiddet ortamına itildikleri görülüyor. Diğer çatışma bölgelerinde olduğu gibi, çözümsüzlüğe terk edilen her sorun, şu veya bu şekilde şiddeti besleyen yönüyle öne çıkıyor. Arakan’da yaşananlar da bundan başka bir şey değil.

Arakan sorununun çözümü için önemli adımların atılması yönünde umutlar, 2015 yılı seçimleri sonrasında Su Çi’ye bağlanmıştı. Ancak ne insan hakları örgütlerinden ne de ASEAN ve Batılı çevrelerden gelen talepler Su Çi’yi bu yönde bir inisitayif alması yönünde ikna edebildi. Nobel barış ödüllü başkanlıktan sorumlu bakan ve dışişleri bakanı sıfatıyla Myanmar hükümetinin en üst düzeyinde bulunan Su Çi, ordu ve Budist milliyetçileri arasına çıkışmış durumda.

Vatandaş olamayan Arakanlılar
Su Çi, aldığı ödülün onuruna, uluslararası dostları ve daha geniş kurumsal talep ve desteğe rağmen bugüne kadar Burma milliyetçiliğinin surlarını aşamadı. Öyle ki, Arakanlılar merkezi ve eyalet yönetimince muhatap kabul edilmiyorlar. Zaten ortada temel ve belki de Arakanlılar için varoluşsal bir sorun haline dönüşmüş olan vatandaşlık olgusu aşılmadıkça da böyle bir imkanın gündeme gelmesi mümkün gözükmüyor.

Her şiddet ortamında soluğu Bangladeş sınırında alan Arakanlıların sorununa Bangladeş’in de bir umut olamadığı ortada. Hafta sonunda yaşanan şiddetten kaçanlar sınırına dayandığında, Bangladeş sınır güvenlik yetkilileri tedbirlerini almıştı. Sınırın Bangladeş tarafından yaşamaya çalışan Arakanlılara uyarılar yapılarak, yeni grupların sınırı geçmesine yardımcı olanların tereddütsüz Myanmar’a gönderilecekleri belirtiliyordu.

Bölge ülkeleri umut vermiyor
Bangladeş hükümetinin resmi olarak Arakanlıları zaten desteklemediği ortada. Bugüne kadar sınırı geçip yerleşenlere yönelik olarak da öyle pek de sağlıklı bir politika izlediğini söylemek mümkün değil. Sınırı geçenler, ancak zor şartlarda kabulü mümkün olanaklarla ayakta kalabilmeyi sürdürüyorlar. Sorunun Bangladeş tarafında olan biten de bundan başka bir şey değil.

İki ülke arasında Naf nehrinin belirlediği sınırı geçmeye çalışanlara ise Myanmar ordusunca ateş açılmasıysa en nihai noktada, Arakanlıları hem fiziki hem metafizik bir Araf’ta kalmalarının nihai noktasını oluşturuyor. Bu durumda, sayısı yüz bini bulduğu belirtilen önemli bir kitlenin Bangladeş sınırına akarken, geri dönüp dönmeyecekleri döndüklerinde ise neyle karşılacaklarını ise bilinmiyor. Ancak bilinen bir şey varsa o da, bu gibi fırsatları kendileri için imkana dönüştürme becerisi ve hünerine sahip insan kaçakçılarının yine bir teşebbüsün arefesinde olduklarıdır.

Geçen Aralık ayında Kuala Lumpur’da tanık olunan ve resmi erkanın Myanmar’a ağır bir şekilde yüklendiği mitinge katılan Arakanlı Müslümanlar yapılan konuşmalar ve atılan sloganlardan memnun olurken, bunun yeni bir umud olabileceğini düşünmek istiyorlardı. Bir umudun yeşermekte olduğu intibaını veren bu topraklar, her nasılsa, Arakanlıların insan kaçakçılarının ellerinde nasıl insanlık dışı muamelelere konu oluyordu.

ASEAN’da Arakan vizyonsuzluğu
Bu gelişmenin ardından Su Çi, ASEAN dışişleri bakanlarını gayri resmi toplantıya çağırması görüş alışverişinden öte, Myanmar hükümetinin Arakan eyaletinde olan biteni kendi vechesinden sunması ve bunu da ASEAN sözleşmesinde ‘iç işlere karışmama’ maddesi arkasına sığınarak yapmasıydı. Bu sürecin de ortaya koyduğu üzere, bu tür çıkışların anlık ve gündemi belirleyen başka unsurlarla birlikte ele alındığı ve sürdürülebilir bir politikaya dönüşemiyor. Daha bu ayın başında ellinci yılını kutlayan Manila’daki toplantılar çerçevesinde ellinci yılını kutlayan ASEAN’dan yine etkin ve sonuç getirici bir teşebbüse tanık olunabilmiş değil.

Son dönemde kendine ‘tek vizyon, tek kimlik, tek toplum’ sloganını uygun gören ASEAN Arakan’ın da içinde bulunduğu çatışma bölgelerine yönelik tek vizyonla hareket etmeyi beceremiyor. Bırakın altı yüz milyonluk ASEAN’ı elli beş milyonluk Myanmar içerisinde bölünmüş kimlikler, parçalanmış vizyonlar içindeki derin kamplara ayrışmış topluluklar yaşam mücadelesi veriyor. Bu anlamda, ASEAN’a umut bağlayanların hedefi, ortak bir kültür ve yaşam inşası yerine, küresel kapitalizmin bölgedeki palazlandırıcı çarkından istifade etmekle sınırlı kalıyor.

Arakanlılar sebebi ne olursa olsun her gelişmede adına soykırım denilen insanlıkdışı uygulamanın kurbanı oluyor. Bu döngü Arakan diasporasında kızgınlığı ve öfkeyi artırırken, bizatihi Arakan’da yaşam mücadelesi verenleri ise umuttan umutsuzluğa sürüklüyor. Bu umutsuzluk Myanmar hükümetinin onlara bahşedeceği müreffeh bir gelecek beklentisinin sona ermesinden değil, aksine insanlığın onları bu kaderleriyle başbaşa bırakmasından kaynaklanıyor. Arakanlılar en azından yaşadıkları bölgede Birleşmiş Milletlere bağlı barış gücü gözetiminde hayata tutunmayı arzu ediyor.


25 Ağustos 2017 Cuma

Hong Kong’da Siyasi gerilim yükseliyor / Political tension increases in Hong Kong

Mehmet Özay                                                                                                                         25.08.2017

Çin’in özerk yönetim bölgesi Hong Kong’da ‘Şemsiye Hareketi’nin etkisi devam ediyor. 2014 yılında gerçekleştirilen gösterilerden sorumlu tutulan üç aktivistin geçen hafta altı ila sekiz ay arasında değişen hapis cezası alması azımsanmayacak bir kitleyi yine Hong Kong sokaklarına döktü.
Bununla birlikte, bu hapis cezasını tek başına ele almak Ada’da olan biteni anlamaya kafi değil. Aksine, yirmi yıl önce İngiltere’den Çin’in yönetimine geçen Ada’da bugüne kadar gerçekleşen tedrici değişimle birlikte değerlendirilmeyi gerektiriyor. Pekin güdümlü özerk yönetimin ders kitaplarına müdahalesine kadar varan gelişme, 2014 yılında toplumsal bir tepki hareketi olarak karşılığını bulurken, süreç durmak bir yana daha da karmaşık bir hal almaya devam ediyor.

Sivil itaatsizliğe hapis
O günlerde gençlerin öncülüğünde gerçekleştirilen gösterilerde öne çıkan Joshua Wong, Nathan Law ve Alex Chow haklarında verilen hapis cezasını çekmek üzere hapishaneye konuldular. Yerel mahkemenin gençlerin sivil itaatsizlikleri karşısında daha önce verdiği ‘toplum hizmeti’ cezası bir üst mahkemece yeterli bulunmaması üzerine yeniden başlayan dava sürecinden hapis cezası çıkması, Pekin yönetiminin Hong Kong üzerindeki siyasi baskısı olarak değerlendiriliyor. Mahkeme, aktivistlerin ortaya koyduları toplumsal açılımı sağlıksız bir eğilim olarak yorumlaması ortada bir ders verme niyetinin olduğunu gündeme getiriyor.

Söz konusu üç genç artık birer aktivist olmanın ötesinde bir statüde bulunyuyorlar. Bunun en açık göstergesi, sivil itaasizlik olarak adlandırılan Şemsiye Hareketi’nin, 2016 yılı Nisan ayında Demosistos adıyla bir siyasi partiye dönüşmesidir. Bu durum, sivil bir inisiyatifin siyasallaşması anlamında kayda değer bir durum olduğuna kuşku yok. Bunun bir kanıtı olarak, geçen Eylül ayında yapılan seçimde bu siyasi hareket Ada parlamentosu’na ilk milletvekilini yolladı. Bugün hapiste olan Nathan Law adlı bu ‘eski’ milletvekilinin varlığıyla Demosistos, mecliste adına demokrasi birliği yani pan-demokrasi denilen grupla ortak hareket ederek yasama çalışmalarını veto etme yetkisine sahip demokratik bir güç içerisinde yer aldı.

Pekin’e tepkiler
Yargılama süreci, Hong Kong özerk yönetimince gerçekleştirilmiş olsa da, sürecin Pekin’in bilgisi ve yönlendirmesi bağlamında işlediğini ortaya koyan bir nitelik arz ediyor. Zaten gerek Hong Kong kamuoyu ve gerekse uluslararası çevrelerden gelen tepkiler de buna dayanıyor. Sivil itaatsizlere verilen hapis cezası Pekin’in gerek bölgede gerekse küresel olarak oynamak istediği liderlik rolüne gölge düşürecek bir gelişmedir.

Hong Kong’da yaşananlara uluslararası çevrelerden tepki gelmeye başlaması, hiç kuşku yok ki, Pekin yönetiminin son dönemde küresel bir liderlik kazanma çabasıyla çelişen bir durum. Aslında bunda şaşılacak bir durum olduğunu söylemek de güç. Bugün Çin sahip olduğu ekonomik kazanımlarla bir süper güç olma veya birinci süper güç olma iddiasını ortaya koyarken, sağladığı mali fonların dışında toplumsal ve kültürel açılımlarıyla bir değerler manzusemi sunamıyor. Kısa bir süre önce Tayvan’la yaşanan gerginliklerin liberal değerleriyle ortaya çıkan Çin’e bağlı bir özerk bölge kabul edilen Hong Kong’da yaşanmaya başlanması, Çin yönetiminin potansiyel liderlik vasfına halel getirecek bir yapı arz ediyor.

Üç aktiviste ceza veren mahkemenin ‘sağlıksız gelişme’ diyerek atıfta bulunduğu sivil itaatsizlik durumu, tüm eksikliklerine rağmen, bir bakıma İngiliz sömürgesi döneminde Ada halkının edindiği değerlerin erozyona uğraması anlamına geliyor. Bu noktada, en başta gelen husus Ada’da toplumsal barışın zedeleniyor oluşudur.

Ada’daki siyasi mücadele
Üç aktivisten birinin özerk yönetim parlamentosunun en genç milletvekili olması, yargılama sürecinin ortaya koyduğu sorunun, sadece sivil itaatsizlik şeklinde gündeme gelen sokak gösterileri çerçevesinde ele alınmayacağını ortaya koyuyor. Kaldı ki, 2014’de ‘aktivist’ olan gençler, yukarıda değinildiği üzere Demosisto adı verilen siyasi partiyle tastamam siyasal yaşamın ortasına oturdular. Bu sürecin bir yanında da, kuşkusuz ki, seçimlerin hemen ardından Kasım ayındaki yemin töreninde Ada’nın bağımsızlığından yana görüş belirtmekten çekinmeyen iki milletvekilinin ihracı yer alıyor.

Parlamentoda demokrasi birliği adını taşıyan muhalif grup içerisinde yer alan dört milletvekilinin Temmuz ayı ortalarında vekilliklerinin düşürülmesi, Ada’da yaşanmakta olan sorunun siyasal boyutunun giderek öne çıkmakta olduğunu gösteriyor. Öyle ki, bu dört milletvekili, pan-demokratların parlamentoda iktidar gücünün yürüteceği yasama çalışmalarını en azından sayısal olarak veto edebilmelerini de sağlıyordu.

Bugü Ada’da açık bir siyasi mücadele olduğuna şüphe yok. Üç gence verilen altı ile sekiz aylık hapis cezalarının geleceğe yönelik bir yansıması da bulunuyor. Cezanın bitimiyle bir başka ceza yani beş yıl boyunca siyasetten men olmaları gündeme gelecek. Pekin destekli Hong Kong özerk yönetimi, bir yandan sokaktaki aktivisti, öte yandan parlamentodaki muhalif milletvekilini saf dışı bırakma yönündeki kararının yakın ve orta vadede Ada siyasal yaşamında nasıl bir karşılık bulacağı izlenmeye değer. Bu süreç, Demosisto partisinin Ada kamuoyunda giderek kabul görmesi kadar, demokrasi yanlısı diğer siyasi hareketlerin de birlikte hareketi öncellemek suretiyle etkinliklerini artırmaya da yol açabilir.

Demokrasi ruhu diriltilebilir mi?
Ada’nın tam anlamıyla Çin’in yönetimine geçmesine otuz yıl kalmış olsa da, bugüne kadar yaşananlar sivil haklarda ve demokratik değerlerde bir erozyon anlamına geliyor. Tiannenman’da yeşermeye çalışan Çin demokrasi hareketine o günlerde destek veren Hong Kongluların kendileri henüz o derece olmasa da bir yıldırma süreciyle karşı karşıyalar.

Bu süreçte Ada’da özerk yönetimin ne anlama geldiği ve bunun Pekin yönetiminde nasıl uygulandığı konusu tartışılmaya devam edecek. 2014’e şemsiyelerle başlayan, ardından siyasi parti kurup meclise ilk milletvekillerini gönderen, pan-demokrasi hareketince dikkate alınan, önde gelen liderleri şu anda hapiste bulunan bir hareketin biteceğini düşünmek en azından şu noktada mümkün değil. Ada siyasetinin yeni bir aşamaya evrildiğine kuşku yok. Bununla birlikte, Ada’da siyaseti ve genel anlamda yönetimi belirleme konusunda da Pekin’in geri adım atma gibi bir niyeti bulunmuyor. Tüm bunlar Hong Kong’un bölgede dikkatle izlenmeye değer yeni siyasi ve toplumsal gelişmelere konu olabileceğine işaret ediyor.


19 Ağustos 2017 Cumartesi

Malezya’da “Kandang” / “Animal Farm” in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                         20.08.2017

‘Hayvan Çiftliği’ni üniversite yıllarında okumuştum. Ya Nazan Aksoy veya Murat Seçkin’in derslerinden birinde konu olmuştu. Ayrıca, o dönem siyasal hareketlerde de atıfta bulunulan bir dramaydı...

Rutin olduğu üzere ilkokula giden kızımla birlikte, Kuala Lumpur’un Sentul ilçesinde, geniş bir tarihi koruluk alanında içindeki Kuala Lumpur Gösteri Sanatları Merkezi’ne (KLPAC) gittik. Yakında hangi gösterimler olduğunu bakmak, uygun bir gösterime biletimizi almak ve de nezih ortamda biraz dinlenmekti amacımız.

Şehrin merkezinde olmasına rağmen pek de bilinmeyen, müdavimlerinin benzer ve azınlık olduğu görülen toplumsal çevreden gelen kitlenin oluşturduğu bu mekan çevresindeki göleti, parkı, kafetaryası ile sanatsal etkinliklere ayrı bir güzellik katıyor. Bu merkezi daha önce birkaç kez -2013 yılında olmalı- TRT Türk’te yayınlanan bir sanat programı için de kameraya almış ve Ürdün asıllı genel müdür Joe Hişam’la da bir mülakat yapmıştım.

KLPAC girişinde afişlerin yanı sıra, televizyon ekranından eserlerin fragmanları da gösteriliyordu. “Kandang” adının yazılı olduğu afiş ilgimi çekmişti. Üzerinde ‘domuz’ resmi olmasından dolayı değildi. Çiftlik anlamına gelen Kandang’a ilgim bundan değildi. Sumatra’da aynı kelime mezarlık kompleksi için de kullanılıyordu. Ben kendimi bu ilişki içinde kaybetmişken, kızım ekranda akan fragmanı izliyordu. İlgimizi çeken bir başka gösteri olmadığından nihayet ‘Kandang’a bilet almaya karar verdik... Tabii kızımın aklı gördüğü ‘hayvanlardaydı’. Acaba sahnede bunlar nasıl gözükecek, ne tür haltlar yiyeceklerdi?

“Kandang” isimli bu drama “Hayvan Çiftliği”nin Malay dilindeki karşılığı olarak kullanılmış. George Orwell’in Sovyet rejimine eleştiri olarak 1945 yılında kaleme aldığı eserin Malezya’da ne karşılığı olabilir sorusu da zihnime gelip gidiyordu.

George Orwell, İngiliz atalarının Malay Yarımadası’na yönelik 1786’da başlattığı ve bu eserini kaleme aldığı dönemde halen devam eden “davetli işgal”den habersiz olamaz. Bununla birlikte, hele o dönemde, yani 1940’lı yıllarda daha imalat sanayii hamlesini yapmamış, çoğu batılı olmak üzere endüstrileşmiş bölge ülkelerinin “doğrudan dış yatırımı” (FDI) gündeme gelmemiş -o dönemki adıyla- Malaya’da işçi sınıfı, komünizm, ezenler, ezilenlerin izinden eser bulmak mümkün değildi. Olsa olsa sömürgecilikten emperyalizme huruç etmiş bir İngiliz yönetiminden bahsedilebilir.

Peki o zaman Hayvan Çiftliği’nin burada ne işi var? Sorunun cevabını oyunun yönetmeni Omar Ali’nin kısa açıklamasından öğreniyoruz. Omar Ali, oyunu bugünün şartlarındaki Malezya siyasetine ve toplumsal ilişkilerine ‘uyarladığını’ söylüyor. Omar Ali bunları söylemesi, oyunun tam da bugünlerde sahnelenmesinin de “sanatsal işlevinin” dışında siyasete yönelik bir vechesi olduğunu da düşünmek mümkün. Birlikte tarlayı süren bir ‘sürü’ hayvanın sahneye girişiyle başlayan ve birkaç ‘hayvan’la birkaç ‘insanın’ kadeh tokuşturmasıyla sona eren oyun, devrimci bir ‘çiftlikten’, devrilen bir ‘çiftliğe’ dönüşümün hikayesini ortaya koydu.

KLPAC’de daha önceki tecrübelerimde de olduğu üzere izleyiciler arasında ‘Malay’ kökenliler azınlıktaydı. Hatta önümüzde oturan Malay ‘çift’ sıkılmış olmalılar ki, arada çıkıp gittiler. Oyunun Malayca olması vesilesiyle halen ‘Bazaar Malayca’sıyla idare ettiğim dilin birkaç kelime de olsa gelişeceğini düşünerek ilgiyle takip ettim. Kızım ise benden daha iyi anlamış olduğunu ortaya koyarcasına ara ara yorumlar yapıyordu.

Devrimci bir geçmişe sahip olmamakla birlikte izleyicilerin kahir ekseriyetinin oyundan ‘haz’ aldıkları kahkahalarından anlaşılıyordu. Tabii ki, bunda yönetmen Omar Ali’nin ‘Sovyetler’ dönemi siyaset ve toplumu yerine, 1950’lerden başlayan, 1957’de önemli bir dönemeci geçen, 1969’da işlerin rayından çıkma sinyali veren, ardından “multi-ethnic, multi-religious” kavramından dönem dönem ayrışmaların gündeme geldiği ve altmış yıldır aynı iktidar organının ülkeyi yönettiği bir siyasal ve toplumsal gerçekliğe yaptığı atıfların payı küçümsenemez.

Oyunun bitiminde muhalefet partisine mensup siyasetçilerin ağızlarını yorup altmış yıllık iktidar sahiplerine laf yetiştirmek yerine, bu oyunu serin Malezya akşamlarında açık hava sinemaları organizasyonlarında gösterseler hem ‘seçmenler’ oldukça keyif alır hem de ‘siyasi getirisi’ bakımından da bir o kadar da karlı çıkarlar.

Oyunun ardından, kızımın ‘kandang’la ilgili memnuyeti yerini sorulara bırakmıştı. ‘Anladığım’ kadarını aktarmaya çalışırken, evde ‘Animal Farm’ın erken versiyonlarından bir çizgi filmi izletmenin daha iyi olduğunu düşündüm. Sorularının devam etmesi üzerine ben de ara ara izlemek zorunda kaldığım çizgi film, onun için şimdilik ‘çizgi film’ olarak kalmaya devam ediyor. Vakıaların ‘gerçek yüzünü’ öğrenmesi için kızımın biraz daha büyümesi gerekiyor.


15 Ağustos 2017 Salı

70 yılında Hindistan’ın Bağımsızlığı / India in the 70th Anniversary of Independence

Mehmet Özay                                                                                                                       15.08.2017

Bağımsızlığının 70. yılını kutlayan Hindistan, sömürgecilik dönemi kadar belki de daha çok bağımsızlığa giden süreçte yaşanan toplumsal ve siyasal gelişmelerle yüzleşmeyi bekliyor. Bu sürecin bugüne yansıyan en görünür yanını ise Keşmir sorunu teşkil ediyor.

Hint Alt kıtası olarak da anılan ülkenin bağımsızlığı tek başına gelmedi. Aksine, aynı dönemde acı bir sürece tekabül edecek şekilde Pakistan’ın da bağımsızlığını getirdi. 2. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde birkaç yıllık zaman diliminde yaşananlar bugün her iki ülke toplumlarında da canlılığını koruyor. Sürecin 1947’de bitmediği, 1971 yılında o dönem Doğu Pakistan olarak anılan Bangladeş topraklarında yeni bir bağımsızlık olgusunun ortaya çıkmasında görüldü. Bugün üç farklı devlet çatışı altında biraraya gelen bölge halkları farklı din ve etnik yapılara mensup olmakla birlikte, genel itibarıyla aynı kadim geçmişi paylaşıyor.

Bağlantısızlıktan liberalleşmeye
Hindistan’ın kurucu siyasi iradesi Kongre Hareketi’nin bağlantısızlık ilkesi, aradan geçen süreçte küresel siyaset üzerinde arzu edilen katkıyı yapamadı. Öyle ki, Soğuk Savaş yıllarında öne çıkan ve daha sonra güney hareketi olarak güncellenen bağlantısızlar hareketi küresel güçler karşısında etkin bir varlık gösteremediği gibi bu hareketin öncüsü konumundaki Hindistan, giderek Batıya yaklaşan bir siyasi çizgi sergiledi.

İç siyasette aynı ailenin mensupları tarafından uzun dönem iktidarı elinde tutan Kongre Hareketi, sekülerlik gibi temel ve kurucu ilkeye bağlılık gösterse de, ekonomi politikalarında ufuk açıcı bir süreç ortaya koyamaması, geniş kitlelerde karşılığını bulamaması ve yaygın yolsuzluk iddiaları sonucu Hindu milliyetçiliğinin yeşermesi için uygun bir toplumsal zeminin oluşmasına yol açtı.

Ancak Soğuk Savaş bitiminde, yani başbakan Narasimha Rao döneminde (1991-1996) liberal ekonomiye kapılarını açan Hindistan, bugün benzer bir ekonomik açılım sürecini tecrübe ediyor. Daha önce ülkenin önde gelen ticaret merkezlerinden Gücerat eyaleti başbakanlığı yapan Narendra Modi’nin 2014 yılında başbakan olmasıyla, ekonomiyi düzlüğe çıkartacak politikalar gündeme getirilmeye başlandı. Aradan geçen üç yılda Modi yönetimi, günün getirdiği küresel ekonomi politik açılımlarına eklemlenecek şekilde adımlar atarak, uluslararası ticaret ve yatırımlar konusunda çeşitli ülkelerle önemli anlaşmalar imzaladı.

Hindu milliyetçili tehdidi
Başbakan Modi’nin handikaplarından biri, mensubu olduğu Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP), Hindu milliyetçiliği iddialarını çok dinli ve kültürlü Hint toplumunda uygulamak istemesinde yatıyor. Partinin ve siyasi lider olarak Modi’nin iktidara gelmesinde Hindu milliyetçi kitlelerinin desteğini almasıyla siyasi bir angajman olarak kabul edilebilirse de, Uttar Pradeş eyaletinde gözlemlendiği gibi ultra milliyetçi çıkışların çok dinli ve kültürlü Hint toplumunda ulusal barışı tehdit etmekle kalmayacak küresel anlamda da tepkilere yol açacaktır.

Bu noktada, önemli bir ekonomi zekâsına sahip Modi’nin sosyal zekâsını da rasyonel bir şekilde kullanması gerekiyor. Ancak bu şekilde Hindistan toplumunun önünü açacak imkânlar ve olasılıklar gündeme getirilebilir. Bu anlamda, bölgesel ve küresel bir güç olma iddiasını gündeme getirmeye başlayan Hindistan yönetiminin Hindu romantizisminden pek fazla yarar sağlayamayacağı gibi, içinde şiddet eğilimleri barındıran bu eğilimin ülkenin potansiyel ekonomik gelişimine ve uluslararası ilişkilerine de darbe vuracaktır.

Bu sürecin başlatılması ve toplumda karşılık bulması için siyasetçiler, entellektüeller ve akademisyenlerin yoğun bir çaba harcaması gerekiyor. Hindistan’ın bir ‘Hindu yurdu’ olarak kabul eden ve bunun psiko-tarihi yönünü ise, uzun yüzyıllar boyunca Müslüman devletler egemenliğinde yaşamaya bağlayan yaklaşımın yeni bir tarih ve siyaset anlayışı geliştirmeli. Bunu da genel anlamda toplumsal barışı bir ön kabul olarak değerlendirerek yapabilir.

Müslümanların ülke barışına katkısı
Ülke nüfusun yüzde on beşine yaklaşan Müslüman kitlenin ise, kendi aralarında farklılıkları bir kenara bırakmak ve Hindistan toplumu içerisinde barışa ve kalkınmaya katkı yapacak bir yönelim sergilemeleri gerekiyor. Aradan geçen yetmiş yıla rağmen, ayrışma döneminin sancılarının bir türlü ortadan kaldırılamaması bu sürecin en zorlu aşamasını teşkil ediyor.

Öte yandan, Müslüman kitlelerin tarihsel ve sosyolojik olarak etkileşim halinde oldukları Güney Afrika, Ortadoğu, Güneydoğu Asya Müslüman toplumlarıyla ilişkileri ve yönetime bu alanlarda rehberlik yapabilecek kapasiteleri olduğunu dikkate almakta fayda var. Bu bağlamda, Hindistan müslümalarının eğitim, ticaret ve sivil toplum alanlarında ilgili bölge ve ülkelerle mevcut ilişkileri bir üst safhaya taşımaları sadece Hindistan barışına değil, bölgesel ve küresel barışa da katkı anlamına gelecektir.

Çin’e rakip bir güç
Hindistan bugün bir dönüşümün arefesinde... Bölgesel ve küresel gelişmeler karşısında siyasi varlığını devam ettirme ve yeni oluşumlar içerisinde yer alma sürecinde bulunuyor. Ekonomik kalkınmayı öncellediği izlenimi veren Hindistan, bir yandan da çeşitli ülkelerle askeri işbirlikleri ve harcamalarıyla dikkat çekiyor. Bunda hiç kuşku yok ki, Çin’in kara ve deniz ipek yolları projeleri gibi agresif jeo-politik ve ekonomik nüfuz politikalarının rolü var.

Bununla birlikte, bazı dış aktörlerin de Hindistan ve Çin’i bir kamplaşma içine çektiğini söylemek mümkün. Bu durumda, Hindistan yönetiminin aktif bir dış politika izlemesi kadar, Çin  karşısında bölgede yeni stratejik denge arayışındaki, örneğin ABD ve ASEAN gibi yapılar tarafından bu tür politikalara yönlendiriliyor. Bu bağlamda, Çin’in 1980’lerde başlayan ve 2010 yılında dünya ticaret örgütüne kabul edilmesiyle önemli bir aşamaya ulaşan ekonomik gelişiminin siyasi ve askeri açılımlara yol açması karşısında Hindistan’ın bir denge unsuru olabileceği güçlü bir şekilde gündeme getiriliyor. Ve bu yeni bir sürece tekabül etmiyor.

Öyle ki, 1960’lı yıllarda dönemin başbakanı Nehru, Güneydoğu Asya ülkelerini ‘Coca cola ülkeleri’ olarak adlandırırken, 1980’lerin başında ASEAN’ın Hindistan’ı diyalog ortaklığına davet etmişti. 1990’larda ise, bu sefer ekonomik ve siyasi yapılaşmasında mesafe kat eden Çin’e karşı bir güç dengesi arayışındaki ASEAN, yine Hindistan’ın kapısını çalıyordu.

Bugün ise Hindistan, Çin’e karşı ABD ile bölgedeki müttfekileri Japonya ve Avustralya ile siyasi ve askeri birliktelikler içerisinde yer alıyor. Uzun bir dönem sömürgecilik altında bulunmuş Hindistan’dan, örneğin Çin’in yaptığı gibi agresif bir dış politika beklemek de mümkün değil. Bu noktada, Hindistan’ın dış politikasına yön veren unsurun iç güçlerce ulusal hedefler bağlamında oluşturulmasından daha çok, dış aktörlerin kayda değer bir itici gücü olduğundan bahsetmek mümkün.

Kapsamlı reformlara ihtiyaç var
Bölgesel işbirliklerinde dış aktörlerin tetikleyici etkisi bir yana, Hindistan yönetiminin üstesinden gelmesi gereken iç siyasi ve toplumsal sorunları bulunuyor. Çin’in aksine merkezi ve hiyerarşik bir siyasi yönetime sahip değil. Eyaletlerde farklı etnik ve dini yapıların bağlı olduğu siyasi gücü elinde tutan yerel partiler öne çıkıyor. BJB ve Kongre Partisi gibi ulusal partilerin ülke genelinde başarı için bu yerel siyasi partilerle çeşitli çıkar ilişkileri bir siyasi yozlaşma kaynağı da olabiliyor. Bu süreç eyaletlere görece bir ‘özerklik’ getirdiği söylense de, hem siyasi hem ekonomi bağlamında makro düzeyde siyasi istikrarsızlığı neden oluyor.

Bugün Hindistan’ın nükleer güce sahip bir ülke olması veya ülkenin enformasyon teknolojilerinde kayda değer bir genç nüfusa sahip oluşu, siyasi ve toplumsal sorunları görmezden gelinmesine yol açmıyor. Hindistan’ın, nükleer gücünü yanı başındaki aynı ırka mensup halkların oluşturduğu Pakistan’a karşı geliştirmesi de bir tezat. Bu durum, hiç kuşku yok ki, kayda değer müslümün azınlık nüfusu da dikkate alındığında, hem ulusal hem de bölgesel bir soruna kaynaklık ediyor. Bu noktada, iki ülke ilişkilerinde belirleyici olan Keşmir sorununun çözümü için Hindistan yönetiminin adım atması gerekiyor.

Bugün Hindistan’ın yaşadığı siyasi ve ekonomik sorunların büyükçe bir bölümünü sömürge dönemi güçlerine yıkmak mümkün. Ancak bugün aradan geçen uzun bir dönem sonrasında dini ve etnik temelleri toplumsal birliğin önünde bir engel teşkil etmeyecek bir ‘sosyal düzen’ anlayışı ve ekonomide geniş toplum kesimlerini kendi ayakları üzerinde durabileceği bir ekonomik yapıya ihtiyaç var. Hindistan yönetimi her kesime mensup aydınları, din adamları ve orta sınıfı milyarı aşkın insanın barış ve refah içerisinde yaşayacağı bir ortamı oluşturma yükümlülüğünü taşıyor.


Helsinki Barış Anlaşması’nın 12. Yıldönümü ve Bölgenin kaderi / The 12th Anniversary of Helsinki Peace Agreement and the Fate of the Region

Mehmet Özay                                                                                                                         15.08.2017

Helsinki Barış Anlaşması’nın 12.  yıldönümünde, bu tarihi gelişmenin Açe için önemine kısaca değinmekte fayda var. Açe’nin bağımsızlığı hedefleyen hareket 1976 yılında faaliyetine başlamış, Özgür Açe (AM) ve ardından Açe Özgürlük Hareketi (GAM) adını aldı. Tarihi ve uluslararası referanslarla ve 1945 yılında kurulan Endonezya Cumhuriyeti merkezi yönetiminin Açe Eyaleti’ne verdiği sözleri yerine getirmemesi gibi nedenlerle başlayan hareket ile Endonezya merkezi hükümeti arasında 1976-2005 yılları arasında süren savaş 15 Ağustos 2005 tarihinde Helsinki’de imzalanan anlaşma ile sonuçlandı. Tarafların değişik tarihlerde barış görüşmeleri yapmalarına rağmen, 26 Aralık 2004 tarihindeki tsunaminin 2004 yılı Ekim ayında başlayan görüşmeleri hızlandırdı.

Helsinki Barış Anlaşması, başta Açe bölgesi olmak üzere, Endonezya ulusal ve uluslararası bağlamda değerlendirilmeye matuf yönler içeriyor. Barış anlaşmasının Açe toplumuna getirdiği en önemli kazanım hiç kuşku yok ki, uzun dönem sivil kesimlerin karşı karşıya kaldığı zulmün sona ermesidir. Endonezya ordusunun geniş sivil kesimleri hedef alan zulmünü konu alan yazılı ve görsel eserler, o dönemin şahidi konumunda. GAM’a mensup savaşçıların dağlarda savunma odaklı verdikleri mücadele karşısında Endonezya ordusunun halkı sindirmek ve savaşçılara desteklerini sona erdirmek amacıyla gerçekleştirdikleri zulme tanıklık edenlerin bir bölümü bugün halen hayatta. Bu konuda geniş kapsamlı bir projeyle yaşananları kayda geçirmek mümkün. Helsinki Barış Anlaşması, Açe’nin uzun bir dönem uğruna mücadele verdiği bağımsızlığın gelmediğini ortaya koyuyor. Bunun yerine, Açe toplumunu siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda bağımsız bir toplum olmakla elde edebileceği kazanımları içeren anlaşmanın tatminkâr olduğu konusunda bir kanaat hakim. Bununla birlikte, barış anlaşmasına konu olan döneminden kaynaklanan hususiyetleri de dikkate almak gerekir. Bu bağlamda, tsunami başlı başına bir neden olurken, Endonezya ulusal politikada Suharto sonrası reform girişimine konu oluyordu. Uuluslararası bağlamda ise, 2001 yılında tüm dünyayı sarsan gelişmenin Güneydoğu Asya müslüman toplumlarının ve de özgürlük hareketlerinin de pay aldığı görülüyor.

Barış anlaşmasının Endonezya ulusal siyasal ve toplumsal yaşamına katkısı, geniş kitlelerden uzak tutulan Açe ‘olgusunun’ yeniden gündeme getirilmesi oldu. Açe’nin dış dünyaya kapandığı ve uygulanan sıkıyönetim nedeniyle Endonezya’nın halkının hakkında bilgi sahibi olamadığı Açe birden ulusal gündeme oturdu. Ana akım medyanın devlet organlarının yayınları doğrultusunda Açe’de savaşa dair yanlı açıklamalar, hareketin liderinin öldürüldüğüne kadar varan asılsız haberlere kadar  varıyordu. Bir zamanların özgürlük öncüsü Açeliler, Cumhuriyet’e sorunlu bir topluluk olarak sunuluyordu. Oysa Açelilerin 1945 yılındaki bağımsızlık sürecinde oynadıkları rol Cava ve Sumatra halklarının mücadelesine önemli bir katkı sağlamıştı.

1947 yılında Açe’yi ziyaret eden Sukarno, Açe’nin cumhuriyetin kuruluşundaki rolüne atfen ‘Açe bize model olmuştur’ sözünü sarfetmesi resmi tarih kitaplarından ziyade biyografi ve alternatif tarih yazımlarında yerini alıyordu. Açe’nin Cumhuriyet’e modelliği bununla da sınırlı değildi elbette. Açe’lilerin ‘yenilikçi’ yönleri dönem dönem bazı yasaların veya kurumların önce Açe’de uygulanmasına ve pratiğe geçirilmesine ardından ulusal düzeyde uygulanmasına konu olmuştur. Bu noktada, bağımsızlığın elde edilmesinin ardından bir başka süreç, yani ülkenin temellerinin atılması bağlamında da Açe’nin katkısı söz konusudur. Ülkenin kuruluşunda da Sukarno liderliğinde yapılan toplantılara Açe’den bir kişi katılmıştı. Bu kişi, daha sonra GAM’ı kuracak kişi olacaktır.

Bu süreçler, Açe’nin ‘isyankâr’ bir halk değil, ‘öncü’ bir halk olduğunu bizzat devleti kuran irade tarafından ve geniş toplum kesimlerince kabulüne işaret eder. Ancak Açelilerin bağımsızlık arzusu ve bu bağımsızlığa neden olan İslamiyeti genlerine işlemiş bir toplum olarak yaşamın her alanında şu veya bu şekilde İslamla ilişkilendirilmemesi, onları merkezi yönetimler karşısında hak arama mücadelesine sevk etmiştir. Tıpkı 26 Mart 1873 tarihinde Hollanda sömürgeciliğinin Açe’yi istila girişimi karşısında haklarını bölgesel ve uluslararası arenada arayan Açeliler, dönemin sultanı Davud Şah’ın ailesinin esir edilmesinin ardından Hollanda ordusuna gönüllü teslim olmasından hareketle resmi olarak 1903 yılında bittiği ifade edilen savaş, aslında Açeliler nezdinde sonuçlanmamış bir sürece tekabül eder. Her ne kadar, dönemin soyluları kendi siyasi ve toplumsal çıkarları için Hollanda sömürge yönetimiyle işbirliği yapmış olsalar da, özellikle bazı alimlerin öncülüğünün yanı sıra bireysel ve küçük gruplar halinde gerilla mücadelesinin neredeyse Japonların 1942 yılındaki işgaline kadar devam ettiği konusunda da yaygın bir kanaat hakimdir.

Yukarıda dikkat çekildiği üzere Japonların 15 Ağustos 1945 tarihinde teslim bayrağını çekmesinin ardından İngilizlerin desteğiyle Cava Adası’na ve Sumatra Adası’na giren Hollanda birliklerinin eski sömürge toprağı dedikleri Açe’ye gir/e/memeleri dikkate şayandır. 17 Ağustos 1945’de Sukarno-Hatta ikilisine ‘okutturulan’ birkaç cümlelik bağımsızlık bildirgesinin ardından, Takımadalar’da yeni devletin meşruiyeti Açe topraklarının özgür bir toprak  parçası olmasıyla gerçekleşmiştir. Bu konuda da Sukarno’nun Açe’ye yaptığı ziyarette dönemin siyasi ve dini lideri Davud Beureuh’le görüşmeleri ışık tutar.

Helsinki Barış Anlaşması’nın uluslararası bağlamı içerisinde, örneğin benzer çatışma bölgeleri Patani ve Mindanao’daki gelişmelerle karşılaştırılmalı olarak ele alınabilir. Bu iki coğrafya, bugüne kadar barış süreçlerinin arzu edilen noktaya taşınamamış olmasıyla Açe barışından ayrılır. Her ne kadar Patani’de barış süreci inkitalarla devam etmesine ve Mindanao’da 2014 yılında Moro Müslümanlarına özerklik verecek çerçeve anlaşması imzalanmasına rağmen, Bangkok rejiminin halen cuntacı askerlerin elinde oluşu Patanide barış görüşmelerinde güven unsurunun neredeyse tamamen ortadan kalkmasına yol açarken, Mindanao’da ise barış süreci sulandırılmayla karşı karşıya.

Tüm bu hususiyetlerin ötesinde, bugün 12. yılının kutlandığı Helsinki Barış Anlaşması’nın uluslararası çevrelerce tanınan yazılı bir belge olmaklığı dışında, yazılı olanların hayata geçirilmesi ve Açe toplumuna neler kazandırdığı bağlamında enine boyuna tartışılmayı bekliyor. Açe’nin tarihsel olarak üzerinde yükseldiği topraklar, içinde yer aldığı Endonezya Cumhuriyeti ile Güneydoğu Asya ve Hint Okyanusu bağlamındaki gelişmeler hiç kuşku yok ki, bu anlaşmanın Açe’ye getirileri veya katkılarıyla birlikte değerlendirilebilecek üs bir alana tekabül ediyor. Bu anlamda, Açelilerin yukarıda kısmen değinilen ‘Cumhuriyet’ içerisinde öncü rollerine yeni bir süreci ekleyerek, Helsinki Barış Anlaşması’nın kendilerine ve de geniş anlamıyla Endonezya halklarına neler kazandırabileceğini siyasi, ekonomik, entellektüel bazda ortaya koymaları gerekiyor.


11 Ağustos 2017 Cuma

Mekke Kapısı Açe’den Filistin’e destek / Support from the Serambi Mekkah, Aceh to Palestine

Mehmet Özay                                                                                                                         07.08.2017

Açelilerin Filistin’e desteği hafta sonunda bir kez daha ortaya kondu. Endonezya’nın Açe eyaletinde çeşitli resmi ve sivil kuruluşların desteğiyle gerçekleştirilen gösteride, İsrail’in Mescid-i Aksa’ya yönelik girişimleri ve bu çerçevede Filistinlilere yönelik zulmü eleştirildi.

Bu etkinlik İsrail’in Temmuz ayı içerisinde Kudüs’te başlattığı süreç sonrasında Açe’den Filistin’e verilen desteğin giderek kapsaycı bir şekilde ortaya konduğunu gösteriyor. Bunun yanı sıra, verilen mesajlarla ulusal meclisin Filistin konusunda çok daha yapıcı ve sürdürülebilir bir politika ortaya koyması beklentisi de gündeme getiriliyor.

Endonezya’nın Açe eyaletinde geçen Cuma günü Filistin Komitesi adıyla kurulan ve Banda Açe’de farklı toplum kesimlerinin temsilcilerinin katıldığı toplantının ardından dün de, yani Pazar günü şehrin tarihi camilerinden Beytürrahman Camii’nde geniş katılımlı bir gösteri gerçekleştirildi. Hafta sonundaki bu etkinlik Kudüs’te yaşananlar sonrasında, 21 Temmuz’da yapılan farklı kesimlerden temsilcilerin biraraya geldiği bir konferans sonrasında ikinci önemli organizasyon oldu.

Mescid-i Aksa ve Filistin halkı gibi bir konuda Açelilerin böylesine önemli bir etkinlik düzenlemeleri değişik açıklardan önem taşıyor. İlki hiç kuşku yok ki, Filistin konusunda Güneydoğu Asya Müslüman toplumlarından sadece sözlü değil, fiili ve de maddi bir desteğin gelmiş olması. Bir diğer husus, Endonezya’da çeperde kalmış bir görüntü içerisinde  sunulmaya çalışılan Açe’de merkezin, yani Cakarta’nın hem resmi hem dini-sivil çevrelerinden bağımsız şekilde, uluslararası bir konuda toplumsal bir iradenin gösterilmesi açısından kayda değer bir gelişme.

Bir diğer husus ise, gerek dini gerek siyasi ve akademik çevreleriyle dinamik bir ortamın hakim olduğu Açe’de, Filistin konusunun ortak bir payda teşkil etmesi ve ilgili toplum kesimlerini biraraya getirmesidir. Söz konusu organizasyonu gerçekletiren komitesinin valilik, eyalet meclisi, kampüs, geleneksel dini çevreler gibi birbiriyle temelde ayrışma eğilimleri sergileyen ve bunu çeşitli vesilelerle izhar eden grupları biraraya getirebilmesi, Açe iç siyaset ve toplumsal görünümü için olumlu bir gelişmeye işaret ediyor.

Bu gelişme hakkında görüşüne başvurduğumuz, Açe medya ve kültür dünyasının odağında yer alan isimlerden Tayyib Loh Angen, “Hafta sonunda gerçekleştirilen etkinlik, Filistin konusunda bugüne kadar Açe’de ortaya konmuş son derece rasyonel bir girişim. Daha önceki bazı çabalar duygusal eğilimleri içinde barındırıyordu. Bu sefer, Açe’de en üst düzey yönetici konumundaki Vali’den üniversite rektörüne, belediye başkanından önde gelen hocalara ve altmışa yakın sivil toplum kurumuna kadar çeşitli kesimleri biraraya getirmesi ve söylem birliğiyle dikkat çekiyor. Bu çerçevede Açe için birleştirici bir etkinlik.” cevabını verdi.

Vali yardımcısı Nova İriyanşah, Beytürrahman avlusunda yaptığı konuşmada Filistin’le dayanışma olgusu üzerinde dururken, bunun somut bazı eylemlerle desteklenmesi üzerinde durması kayda değer bir duruma işaret ediyor. Her ne kadar, boykot gibi pek de bugüne kadar tutmayan bir eylem tarzı gündeme getirilmiş olsa da, özellikle tüketim kültürünün esiri genç kitlelere mesaj verme ve düşündürtme anlamında önemliydi. Zaten Nova İriyanşah da, “Zalim Yahudiye ve yandaşlarına destek vermemek adına kendimizden ve ailemizden başlayarak onların ürünleri almayalım.” derken vurgu iç ve merkez yönelimli yani bireysel ve aile temelli bir bilinçlenmeye işaret ediyordu.

Boykot demişken... kısa bir süre önce Cakarta milli kütüphanesinde yirminci yüzyıl başlarına ait gazetelerde rastgeldiğim boykot haberlerini hatırlıyorum. Osmanlının, Balkan Savaşları’na konu olduğu dönemde, Malay coğrafyasının belli bölgelerinde İtalyan mallarının boykot edilmesi çağrısı yapılıyordu. O dönem, Malay Takımadaları’nda ne kadar İtalyan malı olduğu konusu bir yana, yukarıda da dikkat çekildiği üzere toplumda bir tür bilinç ve düşünce sürecine gönderme yapmasıyla bu tür çıkışların bir anlamı olduğunu söylemek gerekir.

Yapılan konuşmalarda dikkat çeken hususlardan biri, Açe’den Cakarta’daki ulusal meclise Filistin konusunda yapıcı politikalar noktasında mesaj gönderilmesiydi. Ulusal mecliste Açe’yi temsil eden milletvekilleri başta olmak üzere tüm meclisin Filistin’in bağımsızlık davasına desteğin artarak devam ettirilmesi çağrısı yapılıyordu. Bu çağrının, merkez siyasetin öncü isimlerinin yeri geldiğinde Endonezya’nın kalabalık Müslüman nüfusuyla ‘gurur duyduklarına’ yönelik demeçlerine bir atıf içerdiği görülüyor. O da, nüfus olgusunun niceliksel bir değer olmakla kalmayıp, temel amaç ve gayeler çerçevesinde örüntülenmesi ve bu kitleyi temsil makamındaki meclisin de buna uygun olarak ulusal, bölgesel ve de Filistin gibi uluslararası konularda yapıcı, sürdürülebilir politikaları oluşturması talebidir.

Ulusal meclisten ve hükümetten bu konudaki beklentiye Açe’nin örneklik teşkil ettiğine bir işaret de Filistin’e destek komitesinin başkanı Zulkhairi’nin açıklamasında yer alıyor. Zulkhairi, Filistin halkına destek konusundaki bu etkinliğin Açe siyasi ve sivil çevrelerinde nasıl birleştirici etki ortaya koyduğuna dikkat çekti. Etkinliğin, sadece söylem düzeyinde kalmadığına da vurgu yapan Zulkhairi, bir süre önce başlatılan yardım kampanyasıyla Filistinlilere karınca kararınca yardım ulaştırma arzusunda olduklarını söyledi.

Endonezya sınırları içerisinde İslam hukukunun uygulanageldiği bir belde olan Açe genelde  uluslararası basın tarafından ya doğal afetler veya İslam hukukunun bir cüz’ü olan cezalar nedeniyle olumsuz ve önyargılı bir şekilde gündeme taşınıyor. Dün başkent Banda Açe’deki organizasyon Endonezya merkez medyasında hakkıyla yer almadığı gibi, bölgede öne çıkan uluslararası basın yayın organlarınca da Filistin’e destek görmezden gelindi.

İsrail yönetiminin Mescid-i Aksa politikaları ve Filistinlilere yönelik baskı ve zulümlerine karşı verilen tepkilerin İslam coğrafyasındaki kurum ve halklar nezdinde hak ettiği yeri bulması gerekmektedir. Bu İslam toplumlarının birbirinden haberdarlığının önünü açacağı gibi, örneğin Filistin konusu gibi uluslararası bir sorun karşısında halk katmanlarından gelen tepki ve taleplerin üst siyasi yapılarda birlikte hareket etmenin önünü açacak bir baskı aracı olacaktır. Bu tür tepkilerin ve taleplerin görmezden gelinmesi ve geniş kamuoylarında yer almaması da, istenir bir durum olmamakla birlikte, ilgili konularda aşama kaydedilmesini de engellemektedir. Hafta sonunda Açe’de çeşitli toplum kesimlerini biraraya getiren gösteriyi, en azından Endonezya toplumu göz önüne alınarak bu şekilde değerlendirmekte fayda var.


Kuzey Kore krizinde ASEAN’ın tavrı / ASEAN’s approach towards North Korea Crisis

Mehmet Özay                                                                                                                         11.08.2017

Filipinler 2-8 Ağustos günlerinde, ASEAN dönem başkanlığında Mayıs ayında yapılan toplantıdan sonra, ikinci önemli toplantıya ev sahipliği yaptı. 8 Ağustos ASEAN’ın kuruluşunun ellinci yılı olması dolayısıyla ayrı bir önem taşıyordu. ASEAN dışişleri bakanları;  ASEAN ile Çin, ABD, Japonya gibi diyalog ortağı ülkelerle yapılan toplantıların yanı sıra, Asean bölge forumu (ABF) çerçevesinde 27 ülke temsilcisinin biraraya geldiği toplantı, birliği küresel gündemin ilk sıralarına taşıdı.

Bu toplantılar, ASEAN’ın bölgesel bir kurumlaşmanın dışında belki de kendi dışındaki güçlerin yoğun katkılarıyla bugün küresel bir nitelik kazanmış durumda. Soğuk Savaş’ın hakim olduğu bir dönemde, 1961 yılında üç ülke yani Malezya, Tayland ve Filipinler’le başlayan ve adına ASA denilen birlik ASEAN’ın temellerini oluşturuyordu. Birliğin hedefinde ise, bölgede barışı sağlamak bulunuyordu. Bununla birlikte, geniş çerçevede bakıldığında başta Endonezya olmak üzere Filipinler, Vietnam, Kamboçya, Laos, gibi ülkelerde o dönem bir tehdit unsuru kabul edilen komünist partileri ve bu ideolojinin yayılmasının önünü alma gibi ideolojik bir yaklaşım arz ediyordu. Komünist partiler ve uzantılarının varlığı ve yaygınlaşma eğilimleri, 2. Dünya Savaşı sonrasında bölgede egemenliği İngiltere’den devr alan ABD’nin komünizme ön durma girişiminin bir ifadesiydi.

Kuzey Kore gündemli toplantılar
Dışişleri bakanları toplantıları ASEAN’ın kendi iç ilişkileri ve bölgesel gelişmeleriyle bağlantılı bir durum arz ederken, ABF katılımcı ülke sayısındaki artış dikkate alındığında bölgenin küresel bir önem arz ettiğine vurgu yapıyor. Uzun bir süre sonra toplantılarda, ilk defa Güney Çin Denizi sorunu dışında bir başka konu yani Kuzey Kore tehdidi damgasını vurdu.

Son birkaç ayda Kore Yarımadası merkezli hızla gelişen ve değişen gündem, ASEAN dışişleri bakanları toplantısını, olduğundan çok daha önemli hale getirdi. Daha toplantı öncesi yapılan çeşitli açıklamalarda ortaya konduğu üzere gündeme Kuzey Kore sorunu damga vurması süpriz olmadı. Bu anlamda, Cumartesi günü yapılan ASEAN dışişleri bakanları toplantısında Kuzey Kore yönetimini eleştirilirken, BM kararlarına riayet etmesi isteniyordu. Bununla birlikte, Kuzey Kore’yi hedef alan açıklama, ASEAN resmi bildirgesi içerisinde yer verilmedi, aksine ondan bağımsız bir açıklamayla gündeme getirildi.

Açıklamada Kuzey Kore yönetiminden, ABF’de öngörülen bölge barışının sağlanarak süreklilik kazandırılması ve bölgede dostluk ve kalkınmaya katkı yapması gibi yönündeki taleplerin sıralandı. Kuzey Kore’nin yanı sıra, Japonya ve Güney Kore’nin de ABF oluşumunda yer aldıkları hatırlandığında, bugüne kadar Kuzey Kore’nin tehditvari çıkışları karşısında kayda değer bir tepki vermemiş olan ASEAN’dan böylesi bir açıklamanın gelmesi anlamlıydı.

ABD’nin beklentileri

ASEAN’ın Kuzey Kore’yle ilgili açıklaması, ABD eksenli bir yönelim olarak değerlendirilebilirse de, ABD bu açıklamayı yeterince ‘sert’ bulmadı. Kaldı ki, ABD dışişleri bakanı Rex Tillerson, bazı üye ülkelerden Kuzey Kore’yle olan ilişkilerini daha da azaltmalarını istemesi, ASEAN içerisinde Kuzey Kore sorununun farklı değerlendirildiği intibaını ortaya çıkartıyor.

Çin yönetiminin isee, şu anki güvenlik konjonktüründe ASEAN’ın açıklamasına pek de itiraz etmeyeceği ortada. Ancak bu dışsal faktörlerin ötesinde, ASEAN’ın Kuzey Kore tehdidini ciddiye alması gerekiyor. Çünkü, Kuzey Kore’nin geliştirmekte olduğu füzelerin ASEAN içerisinde herhangi bir ülkeyi hedef almayacağının garantisi olduğu söylenemez. Geçen Şubat ayında Malezya’da yaşanan kimyasal saldırı sonrasında Kuzey Kore-Malezya ilişkileri gerginleşmesi buna bir örnek teşkil ediyor.

DEAŞ tehdidi
Asya-Pasifikte başlıca gündem maddesi Kuzey Kore Yarımadası’ndaki gelişmeler olsa da, toplantıların yapıldığı ülkede, yani Filipinler’de kendini DEAŞ’la özdeşleştiren bir grubun iki aydır devam eden eylemlerinin gösterdiği terör olayları da ciddi bir güvenlik sorunu. Ancak bu konuda kamuoyuna yansıyan herhangi bir gelişme olmadığından hareketle, terör tehdidi karşısında siyasi ve askeri işbirliğinin gündem de olmayışı da, ASEAN için başlıbaşına bir handikap.

Toplantılar öncesinde Malezya savunma bakanı Hişamüddin Hüseyin Onn, Manila yönetimi ASEAN’a bu gelişme hakkında bilgi vermeli demesi bile bugüne üye ülkeler nezdinde bir adım dahi atılamadığını gösteriyor. Malezya ve Singapur’un Marawi şehrini terk eden veya halen bölgede yaşayan halka yönelik insani yardım çabası, ortada apaçık duran terör hadisesinin çözümü konusunda bir çaba anlamı taşımıyor.

Bölgesel güç olmanın şartları
Bu durumda, ASEAN’ın bölgesel bir siyasi güç olarak ortaya çıkma eğilimlerini içinde barındırdığı söylenebilir mi? Siyaset bilimcilerin bir ülkenin veya bloğun bölgesel ve küresel güç olmasında ekonomik gelişmişlik düzeyiyle kurdukları bağlantı bu anlamda ASEAN’da tezahür edip etmediği sorgulanmaya açık. Tabii bu noktada, ‘güç’ konseptini destekleyen belki de en önemli unsurlardan biri olan askeri güç yapılanmasının ASEAN’da bir karşılığı olup olmadığı da üzerinde durulmayı hak ediyor.

Her ne kadar, üyelerinin önemli bir bölümü, ekonomileri sürekli gelişme gösteren ülkelerden oluşsa da, bu ekonomik güç ne herhangi bir ülkeyi ASEAN içerisinde liderlik konumuna taşıyor, ne de bir bütün olarak ASEAN Asya-Pasifik bölgesinde ve küresel ilişkilerde kayda değer bir liderlik rolü ortaya koyabiliyor.

ASEAN sözleşmesindeki ‘üye ülkelerin iç işlerine karışmama’ kuralı dahi, bu anlamda blok içerisinde bile siyasi eleştiri, sorgulama sınırlarının özenle çizildiğini ve bir pragmatik bir yapının hakimiyetinin öngörüldüğü en azından son elli yıldaki uygulamalarda ortada. Bu noktada, siyasi bir birlik olduğu iddia edilen ASEAN’ın hangi idealler çerçevesinde örüntülendiği ve bu anlamda bölge ve küresel sorunları karşısında nasıl ve ne ölçüde katkıda bulunduğu da sorgulanır hale geliyor.

Yeni işbirliği platformları

Blok üyesi ülkelerin birinde yaşanan siyasi gelişmelere veya soruna bir başka ülkenin karış/a/mamasına yönelik eleştiriler de yok değil. Özellikle ASEAN’ı hükümet başkanları kulübü olmaktan çıkarmak ve akademi, sivil toplum, düşünce kuruluşları, medya vb. oluşumların daha aktif rol aldığı interaktif bir blok hayalini gerçekleştirme konusunda çaba gösteren kişi ve kurumların gündeme getirdikleri önemli hususların başında yukarıda zikredilen ‘iç işlerine karışmama’ maddesi geliyor.

Elli yıl sonra ASEAN, son dönemde yaşanan küresel ekonomik durgunluğa rağmen, ekonomileri sürekli büyüyen ülkelere ev sahipliği yapıyor. Bu yıl başından itibaren ekonomi bloğu haline gelen ASEAN’da, üye ülkelerin ekonomilerinin birbirine daha çok kenetlenmesi hedefleniyor. Bu çerçevede sadece hükümetler arası işbirliğini değil, altı yüz milyonu bulan bölge nüfusunu çeşitli platformlarda işbirliğine kapı aralayacak politikaların gündeme gelmesi bekleniyor.


8 Ağustos 2017 Salı

Asya-Pasifik’de bağımsızlığın zorlu tarihi / Formidable history of Independence in Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                         08.08.2017

Ağustos ayı Asya-Pasifik bölgesinde bağımsızlıkların ilân edildiği bir dönemdir. Bölgedeki farklı milletlerin bu ayda bağımsızlıklarını kazanmasının tarihi bir tesadüfe işaret ettiği düşünülebilirse de, bazı somut gelişmelerin de bu gelişmede rolü vardır. Bu noktada, 2. Dünya Savaşı veya bölgede yaygın olarak bilindiği şekliyle Pasifik Savaşı’nın mağlubu Japonya’nın 15 Ağustos 1945’de teslim bayrağı çekmesinin rolü büyüktür.

26 Temmuz 1945 tarihinde kabul edilen Postdam Deklarasyonu, Japonların ‘Büyük Asya’ idealinin sonuna işaret ederken, nihai karar ABD’nin 6 Ağustos’da Hiroşima ve ardından 9 Ağustos’da Nagazaki’ye atom bombası atmasıyla verildi. Böylece 1942 yılından itibaren Güneydoğu Asya topraklarına giren Japonların yaklaşık üç buçuk yıl süren askeri yönetimlerinin sona ermesiyle, bağımsızlıklar peşpeşe gelmeye başladı.

Asya-Pasifik bölgesi temelde üç Avrupa ülkesinin, yani İngiltere, Hollanda ve Fransa’nın sömürgecilik ve emperyalizm faaliyetlerine konu olmakla birlikte, diğer Avrupalı milletlerin ve ardından ABD’nin de bölgede farklı dönem ve derecelerde sömürgecilik faaliyetleri oldu. Sömürgeleştiren ve sömürgeleştirilen milletlerin birbiriyle eşitlenmesi anlamını taşıyan bağımsızlık olgusuna rağmen, o günden bu yana bölgenin jeo-politik dengelerinin de şu veya bu şekilde yine benzer yapılarca şekillendirildiğini söylemek mümkün.

Kurtuluş reçetesi: Japonya
1945, 1947 ve 1957 yıllarında Endonezya, Malezya, Singapur, Hindistan, Pakistan gibi ülkeler bağımsızlıklarını kazandılar. Vietnam gibi bazı ülkeler, sadece birkaç gün farkla Eylül ayında bağımsızlıklarını elde ederken, Çin de yine aynı dönemde coğrafi ve siyasi bütünlüğünü yeniden elde etti. Bölge milletlerinin bağımsızlığa giden süreçte, Japonların güneyde hakim oldukları son bölge olan ve bugün adına Endonezya denilen Takımadalar başı çeker. Daha Japonlar fiziki olarak olmasa da, bağımsızlık düşüncesi 20. yüzyıl başlarından itibaren gündeme gelse de, yine Japonların etkisinden bahsedilebilir.

Bölge halkları, Japonların Ruslar karşısında 1905’de elde ettiği zaferi, bir Asya ulusunun Avrupalıya karşı mücadelesinde bir dönüm noktası addederek bağımsızlık konusunda manevi bir güç kazandılar. Aynı Japonya’nın 1942’de Güneydoğu Asya topraklarına nüfuzunun bölge halklarınca Hollanda ve İngiliz sömürgeciliğine karşı bir tür kurtuluş reçetesi kabul edilmesinin nedeni de budur. Ayrıca, Japon yönetiminin bu topraklarda milliyetçi hareketlerle işbirliği yapmış, onları desteklemiş ve hatta bağımsızlık konusunda teşvik edici olmuştur.

İdeolojiler ve bağımsızlık
Pasifik Savaşı’nın bitmesiyle, zaten eli kulağındaki özgürlük hareketleri birer birer bayrakları göndere çektiler. Aslında işin bu kadar kolay olmadığını ve farklı süreçlere yayıldığı görülür. Genel itibarıyla, 20. yüzyıl başlarından itibaren İngiltere ve Hollanda sömürgeciliğine konu olan coğrafyalarda İslamcı hareketlerin yanı sıra milliyetçi, komünist yapılaşmaların da birbiri ardına neşet ettiği, bunların birbirleriyle dirsek temasından ve hatta kimi bölgelerde kol kola girdiklerindne ve bu süreçteki işbirlikleri sayesinde sömürgeci güçler ve bunların uzantılarına meydan okuduklarını söyleyebiliriz. Bu süreçte sömürge eğitim kurumlarında yetişen ve adına ‘yerli aydın’ denilen gruplar ile geleneksel alimler çevrelerinin rolü kayda değerdir.

Yukarıda zikredilen ve ‘Asya’ üst kimliğine sahip olan ülkelerin bağımsızlıkları, Avrupalı milletler karşısında uzun süren sömürgecilik sonrasındaki büyük bir değişim anlamı taşır. Böylece, Vasco da Gama’nın 1498’de Batı Hindistan sahilinde karaya çıkmasıyla başlayan uzun erimli sömürge ve emperyalizm dönemi sona erdi. Beş yüz yıla varan bu sömürgecilik ve emperyalizm bölge halkları kadar, sömürgeci Batı’da da önemli değişimlere neden oldu. Bu anlamda, bu uzun erimli süreç farklı milletleri değişik şekilde etkileyen küresel değişimleri ve yenilikleri de beraberinde getirdi.

Coğrafi bütünlük ve kopuş
Yukarıda zikredilen ülkeler arasında yer alan Hindistan, sömürge döneminde Pakistan ve Bangladeş’i de içine alacak şekilde devasa bir coğrafyaya tekabül ediyordu. İngiliz sömürgeciliğinin hakim olduğu ve güneş batmayan imparatorluk kavramının ortaya çıkmasında önemli payı olan ‘büyük Hindistan’ın farklı bölgelerindeki Müslüman topluluklar nedeniyle tarihsel olarak İslam coğrafyasının önemli bir parçasıydı. Endonezya, Malezya ve Singapur topraklarından müteşekkil kadim Müslüman Malay toplulukları, İslam dünyasının tarihsel ve coğrafi bütünü içerisinde bölgesinde hakim bir nitelik arz ediyordu.

Bu iki coğrafya, yani Hint Alt kıtası ve geniş Malay dünyası arasında tarihin erken döneminden itibaren başlayan siyasi, dini-kültürel etkileşim İslamlaşmayla birlikte yeni bir evreye girdi. Bu anlamda, alt kıta hem kara hem de deniz yoluyla İslam dünyasının merkezi kabul edilen kutsal topraklar ile Malay dünyası arasında önemli bir etkileşimi sağlıyordu.

İslam dünyası arasında görece bir bütünleşmeye işaret eden bu coğrafi devamlılık ve bunun getirdiği dini-siyasi ilişkilerin hasara uğraması, 1945 ve sonrasında elde edilen bağımsızlıklara rağmen tesirleri bugüne kadar devam eden gelişmelere neden oldu. İngilizlerin 18. yüzyıl ortalarından itibaren önce ‘büyük Hindistan’ ve ardından Malay Yarımadası’nda yayılma gösterirken, Hollandalılar da 17. yüzyıl başlarından itibaren, bugün adına Endonezya denilen Takımadalar’da sömürgecilik sürecini yapılandırmaya başladılar. Batı Asya’dan Doğu ve Güneydoğu Asya’da doğru uzanan yayılmacılığın dönüm noktalarından biri, 19. yüzyıl ilk çeyreğinde yaşandı. Bunlar arasında, İngilizlerle-Hollandalılar arasında 1824 yılında imzalanan anlaşma, Malaka Boğazı’nın kuzeyi ve güneyinin sadece coğrafi anlamda bölünmesine değil, geniş Malay toplumlarının da birbirinden koparılmasına neden olan Sumatra Anlaşması kayda değer bir dönüm noktasıdır.

Malezya, Singapur, Pakistan, Hindistan gibi ülkelerin ortaya çıkışında bağımsızlık savaşının yerine, sömürgeci İngilizlerle masa başında alınan kararlar belirleyici olurken, bu topraklardaki etnik ve dini toplulukları arasında klasik tabiriyle böl-yönet taktiği sömürgeciliğin emperyalizme evrildiği 1850 ve sonrasındaki süreçlerde yaygın olarak fiiliyata geçirildi.

Söz konusu bölgede bağımsızlıklarına kavuşan milletlerin bu süreçte ortaya koydukları çaba ve gayret elbette ki göz ardı edilemez. Bununla birlikte, iki büyük savaşa konu olan Avrupa’nın sömürgeci ülkelerinin merkezde yaşadıkları maddi boyuttaki yıkım ve bunun doğurduğu var oluşsal çelişki, ellerindeki sömürge topraklarında hakimiyetin de artık sınıra dayandığı ve elden çıkartılması gereken bir yük haline dönüştüğü de gerçeğin bir diğer alanını oluşturur. Bu bağlamda, kazanılan bağımsızlıklar ile bahşedilen bağımsızlıklar gibi iki farklı süreçle karşı karşıya olunduğunu söylemek mümkün.