30 Temmuz 2018 Pazartesi

Endonezya’da Seçim Safarisi Başladı / Election Safari starts in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                        30.07.2018

Endonezya’da 2019 yılı başkanlık ve parlamento seçimlerine konu olacağından, siyasi partiler arasında ittifak görüşmeleri başladı. Aslında, mevcut partiler arasında bir şekilde devam eden nabız yoklamaları giderek belirgin bir şekilde gündeme taşınıyor. Bu çerçevede, kimlerin başkanlık adayı olacağı sorusuna hemen burada kısaca değinelim.

Mevcut devlet başkanı Joko Widodo (Jokowi), Cakarta valisi Anies Baswedan, Büyük Endonezya Hareketi Partisi (Gerindra) genel başkanı ve eski komutan Prabowo Subianto, Demokratik Parti başkanı iki dönem devlet başkanlığı da yapmış olan eski komutan Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) oğlu, eski asker-yeni politikacı, Cakarta valilik yarışını kaybeden Agus Harimurti. Bir sürpriz olmazsa, bu isimleri 10 Ağustos’ta dolacak olan başkanlık adayı listesinde göreceğiz.

Gerindra lideri Prabowo’nun 2014 başkanlık seçimlerinde Jokowi karşısında kaybettiğini hatırlatayım. Bununla birlikte, Jokowi, Anies ve Agus’un parti başkanı olmamakla birlikte adlarının başkanlık yarışında geçmesi de ülke siyasal yaşamında bir yenilik olarak değerlendirilebilir.

Süreci yönetmeye çalışan siyasi aktörler ise, aynı zamanda adı devlet başkanlığı için de geçen siyasi parti liderler oluyor. Mevcut devlet başkanı Joko Widodo ya da yaygın adıyla bilindiği şekliyle Jokowi’nin, ikinci kez aday olmasına kesin gözüyle bakılıyor. Jokowi, öncelikle Endonezya Mücadeleci Demokrat Parti (PDI-P)’nin adayı olması, ancak Suharto sonrasında gündeme gelen reform sürecinde herhangi bir partinin adayı sadece ilgili partinin oyuyla başkanlık seçilebilmiş değil. Bu sefer de benzeri olacak…

Bu durum, girişte zikrettiğim ittifak görüşmelerinin önemini daha da açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu ittifak görüşmelerinin ikinci önemli adımını ise devlet başkan yardımcılığı oluyor. Bir siyasi partinin devlet başkanı adayı gösterebilmesi için seçimde tek başına yüzde 20’nin üzerinde oy alması gerekiyor. Görece bu oy kimilerince çantada keklik gibi görülebilecek düşük bir oran gibi gözükse de, Endonezya siyasetinde bu orana ulaşmak veya biraz geçmek büyük bir başarı. Bunda benzer siyasi ideolojilere sahip olsalar da parti sayısındaki enflasyon geliyor.

Kendilerini İslamcı parti olarak tanımlayanlar ile siyaset yorumcularınca kendilerine bu ad verilen partilerin azımsanmayacak sayısına rağmen, örneğin yine Suharto sonrası dönemde bu partilerin ortak hareket ettiklerine tanık olunmadı. 2019 seçimlerinde de bunun değişmesi konusunda herhangi bir ciddi emare gözükmek bir yana, mevcut ittifak görüşmelerine bakıldığında bu siyasi oluşumların farklı bloklar içerisinde yer alacaklarını söylemek mümkün. Bu partiler arasında Kalkınma ve Adalet Partisi (PKS), Ulusal Emanet Partisi (PAN), Hilal-Yıldız Partisi (PBB), Birleşik Kalkınma Partisi (PPP), Ulusal Uyanış Partisi’ni (PKB) saymak mümkün.

Siyasi yelpazede bir diğer grup parti ise eski asker yeni sivil siyasetçi kimlikli liderlerin öncülüğünde ve belirli toplumsal kesimleri arkasına almış gözüken partiler oluşturuyor. Bu partilerin liderlerinin asker kökenli olmalarından hareketle, devleti temsil ettiği iddiasındaki çevrelerin yani ordu ve ilintili sivil kesimlerin derin bir milliyetçi alanda yer alıyorlar. Ancak burada da, tıpkı İslamcı veya bu adla adlandırılan partilerin birbirinden ayrışmasında olduğu gibi, asker kökenli liderlerin yönetimindeki partiler de birlik sergilemekten uzak. Bu siyasi partiler ise Demokratik Parti ve Gerindra.  

Bu iki grup oluşumun dışında, kuruluşları Suharto döneminde ya onun teşvikiyle kurulmuş veya ona muhalif olarak ortaya çıkmış partiler oluşturuyor. Bu noktada, siyasi parti sayısının çok olduğu söylenemez, ancak geçmişteki toplumsal desteği ve Suharto’yu sürekli iktidara taşıyan bir yapı olarak Golkar’ı görüyoruz.

Suharto’nun iktidarına son verdiği devletin kurucu devlet başkanı Sukarno’nun kızı, Megawati’nin 1990’larda kurduğu PDI-P ise, bir tür babasının siyasi mirasını devam ettirme mücadelesi ile öne çıkan bir ideolojik örgüye tekabül ediyor. Tabii, burada Suharto ile PDI-P’nin nerede ayrıştığı konusunun bir başka başlıkla ele alınmayı hak edecek önemde olduğunu da söylemeliyim.

Yukarıda dikkat çektiğim ayrımlar içerisinde ‘milliyetçilik’ olgusunun siyasi partilerin ideolojik duruşunda belirleyici bir yeri olmakla birlikte, bu milliyetçiliğin ‘Endonezya’ milliyetçiliği ile ülkenin kuruluşundan bu yana siyasi yaşama damgasını vurmuş Cava Adası milliyetçiliği arasındaki ayrım üzerinde hassasiyetle durmakta fayda var. Tabii bu noktada, milliyetçilik üzerinde temellenen partilerin lider kadrolarının böylesi bir ayrımı açık seçik ortaya koymamakla birlikte bugüne kadarki söylem ve pratiklerinde bu yöndeki ayrımı görmek mümkün.

Cava Adası milliyetçiliği olgusunun modern dönemden öte, Cava Adası siyasi lider ve entelektüellerinin tarihsel kökenler üzerinde belirlenmiş bir vurgu söz konusudur. Bu bir anlamda, hem geniş adalar ülkesi Endonezya’ya ve bu ülkenin dört bir köşesindeki halka bir ulus devlet aidiyeti biçmenin adıdır. Öte yandan, bu ulus devleti teşkil eden ve tarihsel ve siyasal meşruiyet olarak da Cava Adası ve özellikle de doğu Cava bölgesi geliyor.

Tam da bu noktada, Suharto’nun kurdurduğu Golkar’ın ülkenin değişik bölgelerindeki çeşitli toplumsal çıkar gruplarının biraraya geldiği bir siyasi kulüp olduğunu ve bu anlamda kozmopolit bir yapı arz ettiğini hatırlamak gerekir. Bir ideolojik ideal ve hedeften ziyade, dönemin yani Suhartolu yılların doğurduğu şartların bir ürünü olmuş bir partiden bahsediyoruz.

Bu partinin kozmopolitliği ise Açe’den Papua’ya kadar, Suharto rejimine eklemlenen ve çıkar hedefli kişi ve grupların dayanmasından kaynaklanıyor. Suharto’nun iktidarını kaybettiği 1998 yılından sonraki süreçte de Golkar, sürekli oy oranı eriyen bir parti görünümünde. Bu durum, söz konusu çıkar gruplarının etkinliklerinin belki ortadan kalkmasını değil, ancak Suharto sonrası dönemin şartlarına adapte olarak yeni siyasi partiler içerisinde yer almaları şeklinde bir değişim olarak değerlendirilebilir.

Bu siyasi parti yapılaşmalarından bahsetmişken, ülke modern siyasal yaşamında ortaya çıkan kırılmalar nedeniyle herhangi bir sol ideolojiyi temsil eden bir siyasi parti mevcut değil. Ancak ülke içerisinde belli çevrelerin algılamalarına dikkat edilecek olursa, yukarıda zikredilen bazı siyasi partilerin kimi politikalarından, örneğin özellikle seküler bir eğilim sergilemelerinden hareketle sol eğilimli olarak adlandırılabildiklerine de tanık olunmaktadır.

Bu siyasi parti yapılaşmalarının ülkeyi nereye taşıyacağı, giderek küresel önemi daha da öne çıkan Güneydoğu Asya ve daha geniş bir coğrafya üzerinden değerlendirmek gerektiğinde Asya-Pasifik bölgesinde Endonezya’nın rolünün ne olacağı, Müslüman nüfusun en yoğun olduğu ülke olması hasebiyle dünya Müslümanları algısı, ilişkileri, sorunları, çözümleri gibi bir dizi soruya ne tür bir karşılık verilebileceği gibi yaklaşımlara maalesef bir karşılık bulmak mümkün değil.

Bu anlamda, 2019 seçim ittifakları çabalarının, mevcut başkan Jokowi dönemine son verme hedefi taşıyan bir muhalif tutumun ötesinden ne ulusal ne bölgesel bağlamda kapsamlı, tutarlı, uzun vadeli, alternatifli politikaların tartışıldığına tanık olunamıyor. Jokowi muhalifliğinin, çok kısa bir süre önce, Jokowi’nin 2012 yılında başkent Cakarta valiliğinde yardımcısı olarak seçilmiş ve Jokowi’nin 2014 yılında başkanlık koltuğuna oturmasıyla valilik görevini üstlenmiş olan Çin etnik azınlığa mensup Ahok lakaplı Basuki Tjahaja Purnama’nın, İslama hareket ettiği gerekçesiyle başlatılan muhalefetin alttan alta sürdüğü görülüyor. O dönem de konuyu epeyce ele aldığımızdan burada detaylarını tekrar etmeyeceğim.

Endonezya siyasetinde ve mevcut muhalif partiler noktasında, bir önceki paragrafta dile getirdiğim sorunlar ve çözümler konusunda bir önerileri olup olmadığı meselesidir tartışılması gereken. Jokowi’nin daha Cakarta valiliğine geldiği günden itibaren dile getirdiğimiz hususlar basitçe şöyleydi.

Bu siyasetçi, yerel yönetimdeki başarıları ile kendini ortaya koymuş; tıpkı diğer siyasi parti liderleri veya siyasi aktörler gibi kapsamlı bir siyasi projesi olmayan, ancak temiz siyaset yapmayı kendine ilke edinmiş ve halka yakın duran bir kişidir. Cakarta valiliğinde daha süresi dolmadan, onun bu niteliklerinden istifadeyle kendilerine ulusal siyasette yer bulmaya veya mevcut yerlerini tahkim etmeye çalışan siyasi parti/ler onu başkanlığa aday göstermesi ile yine Jokowi’nin zikrettiğim hasletleri dolayısıyla seçilmesine neden olmuştur.

Jokowi’nin devlet başkan yardımcılığına Golkar’ın eski lideri Yusuf Kalla’yı alması, Golkar özelinden ziyade, Yusuf Kalla’nın temsil ettiği toplumsal ve siyasal çevrelerin de Jokowi iktidarı etrafında yer almasına imkân tanıdı. Jokowi’nin veya daha doğrusunu söylemek gerekirse, onu destekleyen PDI-P’nin,  Ahok’a karşı başlatılan kampanya sonrasında ülkenin reel siyasetinin bir gereği olarak kendini ‘Müslüman’ kitle yanında tanımlama ve konumlama çabasının bir ürünü olarak bazı ‘İslamcı’ partilerle ittifak arayışında olduğu görülüyor.

Acaba İslamcı partiler, seküler siyaset içerisinde aktör olmaya çalışan bazı Müslüman sivil toplum liderleri ile ‘Ulema Fetva Hareketini Koruma’ grubu gibi yeni yapıların neyi hedefledikleri; öte yandan seküler ve ultra milliyetçi asker kökenli siyasi liderlerin İslamcı partilerle ittifak görüşmeleri ne anlama gelmektedir soruları sorularak cevaplarının tartışılması gerekmektedir. Tabii bununla birlikte, geniş halk kesimleri nasıl bir yönetim istemektedir yollu soruyu da göz ardı etmemek lazım. Belki bu hususları önümüzdeki günlerde yeniden tartışabiliriz.  


27 Temmuz 2018 Cuma

Leiden’a kısa bir bakış / A short view upon Leiden

Mehmet Özay                                                                                                                          27.07.2018

Düz bir coğrafya üzerinde kurulmuş Leiden şehri, kanallar şehri olmak kadar, bir başka açıdan bakıldığında bir bilim merkezi olmasıyla da öne çıkıyor. Bununla birlikte, bu coğrafi ve entelektüel özelliğinin ötesinde tarihin belli bir döneminde reform hareketi gibi dini, kapitalizm gibi ekonomik bir gelişme dönemine imza atan bölgelerin başında gelmesiyle de dikkat çekiyor.

Ren Nehri’nin kolları olan ve şehrin kurulmasına ve gelişmesine de vesile olan iki nehrin buluştuğu noktanın, Ortaçağlarda göç ve ticari faaliyetin tedrici olarak ilerlemesine yol açtığını söylemek mümkün. Bugünse bu bölge, hem şehir halkının hem turistlerin güneşin ufukta kızıla bürünüşünü temaşa ettikleri çeşitli yeme içme mekânlarına sahip bir merkez hüviyetinde.

Şehrin, Avrupa kıtasının Kuzeybatı’sında bulunmasının verdiği bazı avantajlar taşıdığına ve bu durumun, yukarıda dikkat çekilen iki önemli toplumsal değişimde önemine dikkat çekilebilir. Bir yandan kuzey Avrupa ile öte yandan güneyde Akdeniz coğrafyasıyla kara ve özellikle de deniz yoluyla gerçekleştirilen ticaret, Avrupa’nın iç bölgelerine doğru nehir ve kara ticaretiyle desteklenen bir özelliği içinde barındırıyordu. Felemenklilerin denizle ve ticaretle meşguliyetleri, İber Yarımadası’ndan neşet eden denizci tüccar yapılaşmasından yaklaşık bir yüzyıl sonra uzak denizlere ve coğrafyalara açılmalarına olanak tanıdı.  

Tüm ülkenin, yani Hollanda’nın olduğu gibi Leiden şehrinin de simgesi konumundaki yel değirmenleri, yine Ortaçağların sonlarına, modern dönemin başlarına doğru tekstil üretimde önemli işlev görmüş araçlar hüviyetindeydi. Tekstil demişken, yetimleri unutmamak gerekir…

Gelişen ticari yaşam, sadece emtia üretimini geliştirmekle kalmıyor, bu emtiayı üretecek iş gücüne de ihtiyaç duyuyordu. Bu süreçte, iş gücü açığını sadece şehirde yaşam sürmekte olan yetimler değil, başka bölgelerden getirilen yetimlerle tamamlanmaya çalışıldığı dikkat çekici bir husus. Bugün adına ‘çocuk işçi’ sınıflaması yapılan yetimler o dönem belki erken yaşta başladıkları çalışma hayatında meslek sahibi olmak suretiyle hiç kuşku yok ki, farklı bir yönelime de sahip oluyorlardı. Tabii bu durum, şehrin geçmişinde yetimlere yönelik kurumların olmadığı anlamına gelmiyor.

Geçmişten günümüze uzanan, ‘Kutsal Ruh Yetimhanesi’ adı verilen yapı, 16. yüzyıl sonlarına doğru inşa edilirken, 17 ve 18. yüzyıllarda genişletilerek hizmet vermeye devam etmiş. Tabii, tekstil sektöründe çalışan yetimlerle bu yetimhanede yaşayan yetimler aynı gruba mensup olup olmadığını bilmesek de iyimser bir yaklaşımda bulunmak mümkün. Çünkü yetimhanenin bulunduğu mekân öyle şehrin kıyısında köşesinde değil, tam da ortasında yani dönemin tekstil üretim merkezlerine yakınlığı ile dikkat çekiyor.
Kız ve erkek yetimler arasında da bir ayrım yapılmış: erkekler daha çok tekstil sektörü içinde nitelikler kazanırken, kızlar ev işleri öğrenme gibi yönelimlere tabi olmuşlar. Bu birkaç yüzyıllık kurum, 1961 yılına kadar yetimlere hizmet vermeye devam etmiş. Bugünse, yetimhanenin bulunduğu bina, Leiden belediyesine bağlı çocuk hakları ve arkeoloji merkezi olarak hizmet veriyor.

Yukarıda dikkat çektiğim iki ulaşım ağı yani, bir yandan kuzey ve güneyle olan ticari etkileşim, öte yandan Atlantik Okyanusu’na ve Kuzey Denizi’ne komşu olmasıyla denizlerle olan irtibat bölgede faaliyet gösteren tüccar kesiminin ve denizci kesimin dinamik bir birlikteliğine konu oluyordu. Sermayenin, iş gücü ile buluşması toplumun vazgeçilmez kurumlarından ekonomik yaşamın gelişmesine de olanak tanıyordu.

Öte yandan, Hıristiyanlığın Katolik yapılaşmasına karşı geliştirilen eleştirel düşünce, ağırlıklı olarak Kuzey ülkelerinde neşet etmesi nedeniyle, Hollanda da bu gelişmede şu veya bu şekilde yerini aldı. Genel bir ifadeyle söylemek gerekirse, 16. yüzyıl başlarında yaşanan değişim, sadece bir düşünce ve pratik değişimine yol açmadı, aynı zamanda toplumsal çatışma ve savaşlarla belirlenen önemli kırılmalara konu oldu. Dini inanç ve pratiklerdeki bu değişim komşu ülkelerde Lutherci etkisine karşılık Hollanda’da Kalvincilikle kendini ortaya koyuyor. Tıpkı İngiltere’de olduğu gibi…

Bu mücadele insan kıyımları kadar, mekânların da ortadan kalkmasına neden olduğu anlaşılıyor. Katolik kiliseleri ve bu yapıların kendine özgü mimarisine rastlamak zor olsa da, yıkıcı mücadeleden kalan küçük bir ‘şapel’ o döneme tanıklık ediyor. Bir önceki yazıda mihmandarımın gösterdiğine değindiğim, kuruluşu 1492 yılına tarihlenen Aziz Ann Düşkünler Yurdu ‘şapel’… Proteztantizm kaynağında bireyselciliğe, insan aklına verdiği önemle dikkat çekedursun, ‘özgürlükler’ kadar kısıtlamaları da getirmiş şehir yaşamında.

Yaşam değişim sürecinde Katolik kiliselerinin varlığına tahammül edemeyecek kadar da itici ve dışlayıcı olmuş. Bir dönem ki, Kalvinci kilise otoritesi şehrin ana meydanlarına ve yollarına bakan yerlere başka inanç mensuplarının mabedlerini inşa etmelerine izin vermemiş. Tarih boyunca şehre ve şehrin entelektüel, kültürel ve akademik gelişimine hizmet etmiş kişilerinin mezarlarının bulunduğu mezarlıkta haç sembolünün bulunması da bu tür bir anlayışın uzantısı olsa gerek. Ya da artık, bu tür ‘öncü’ isimlerin Katoliklikle bağlarının buluşmadığını düşünmek de mümkün.

Şayet bu iki hususu temel değişim olarak kabul edersek, bir yandan ticari yaşam, öte yandan dini inanç ve pratiklerin oluşturduğu değerlerin bugün bile Leiden’da kendini şu veya bu şekilde sergilemekte olduğunu söyleyebiliriz. Yani, bu tarihi süreç, yaşanan savaşlara rağmen halen fiziki olarak şehirde canlı olarak dini ve seküler yapılarda izlenebiliyor. Yeldeğirmenleri, en azından bazıları yerli yerinde durmaya devam ediyor. Bazılarının yanı başlarındaki tekstil üretim merkezleri de artık başka mekanlara dönüşmüş durumda.

Şehir, her ne kadar sekülerleşme olgusuyla tanınır ve tanınmakta ise de, şehrin merkezinde mekâna ve topluma anlam katan devasa dini mabedleri bugün dahi kendi serüvenini içten içe yaşamaya devam ediyor. Şehrin bu anlamlılık buluşmasında önemli olgulardan biri şehrin simgesi olan anahtar. Cennetin anahtarlarını elinde tuttuğuna inanılan, şehirde anısına bir kilisenin de bulunduğu Aziz Paul’a nisbetle şehrin böylesi önemli bir kutsal göndergeye sahip olması her gün kanallarla veya köprülerden merkeze yönelen halka ‘hâlâ ben buradayım’ mesajını veriyor.

Reform dönemine ve oradan uzun bir gelişme süreci sonunda sekülerleşmeye doğru evrilen düşünce yapısı ve pratiğin ardındaki unsur kabul edilebilecek Leiden Üniversitesi, şehrin tam ortasında yer alırken, kökleri en azından erken modern döneme kadar uzanan bir geçmişe sahip olduğuna dikkat çekmek gerekir. Katolik İspanyol sultasından kurtulan ilk yerlerden olan Leiden’da, üniversite Protestan Felemenklerin ilk bilim yuvası olarak kuruluyor. Ve serüveni bugüne kadar devam ediyor…

22 Temmuz 2018 Pazar

Christiaan Snouck Hurgronje’ın mezarını ziyaret / Paying a visit to Christiaan Snouck Hurgronje's grave

Mehmet Özay                                                                                                                         22.07.2018

Nusantara’nın kuzeyinde Açe bölgesinde bulunmuş, hasbel kader Açe’nin yakın ve uzak tarihine dair birşeyler öğrenmeye çalışmış bir kişi olarak Snouck Hurgronje’nin mezarıyla karşılaşmak ne anlama gelir diye bir soru sorabilir miyim kendime? Hurgronje döneminin değil, Nusantara tarihi ele alındığında tüm dönemlerin en önemli oryantalisti olmasıyla dikkat çekerken, sadece eserleriyle kendini ortaya koymuş ve nesnesi kıldığı bir toplumu ve coğrafyayı anlamlandırmış değil. Aksine, bunun ötesinde fiili olarak bizatihi döneminin sömürge yönetimi politikalarında yer almış, Hollanda sömürge yönetiminin din ve kültür işlerinden sorumlu tutulmuş biridir Hurgronje.

Hani şu iki ciltlik, Felemenkçe kaleme aldığı ardından, 1906 yılında İngilizceye çevrilen Açe sosyal-antropolojisinin vazgeçilmez kaynağı. Tabii, Hurgronje’ın Açe topraklarında sadece dokuz ay gibi kısa bir süre kalmasına rağmen, bu donanıma nasıl eriştiğini ancak süreç içerisinde başka kaynaklara ve dönemin etkileşimlerine bakarak anlamlandırmak mümkün olabilir.

Hac konusu üzerinde çalışmalara konuşlanmakla birlikte, aklına Nusantara düşüncesi yer etmeye başlamasıyla birlikte, yollara düşen Hurgronje’nin, bir Müslüman kimliğiyle sadece yaklaşık dokuz ay gibi kısa bir süre Cidde ve Mekke’de bulunurken başta Açeliler olmak üzere bölge hacılardan topladığı bilgiler elbette kayda değer bir nitelik ve önem arz ediyordu. Ancak öyle anlaşılıyor ki, daha Kutsal Topraklar’a nüfuz etmeden önce, hangi konuda ilerleyeceğine karar vermiş ve akabinde Leiden’daki kütüphaneyi epeyce bir arşınlamış olmalı diye düşünüyorum.

Böylece, Açe ve Malay Takımadaları’nın geneli hakkındaki ilk çalışmalarını daha Hollanda’dayken ortaya koymuş olmalı. Akabinde sömürge yönetimine danışman olarak atanması onu bizzat Açe topraklarına sürükledi. Yine tıpkı Hicaz bölgesinde olduğu gibi, burada da aşağı yukarı dokuz ay gibi bir süre kalması herhalde bir tesadüf olmalı. Ardından uzun yıllar sömürge başkenti Batavya’da görev yapan Hurgronje, tüm süreçlerde elde ettiği verileri biraraya getirmek suretiyle yukarıda dikkat çektiğim çalışmasını ortaya koydu. Ve bu eser bugüne kadar da bölgeyi çalışanlar için başucu kitabı olmayı sürdürmüştür.

İşte böyle bir ‘şahsın’ yaşadığı mekânda bulunurken, mezarını ziyaret etmemek olmaz diyerek bir sabah yola çıktım. Yola çıktım dediğim, zaten aynı mahalde bulunduğumdan ziyaretimi bu belirli güne denk getirmemden kaynaklanıyor. Üniversite binalarının ve kiliselerin olduğu birbirine kanallarla ve daracık sokaklarla iliştirilen tarihi mekânda pedal çevirirken, gps yerine, son derece insani ve iletişime açık yolu tercih ederek küçük işletmelerinin önünde öğleden sonrası menüsü için bir şeyler doğrayarak hazırlık yapan orta yaşlarda bir çifte yaklaşarak -tahminimden hareketle- buralarda bir mezarlık olduğunu ve tarif edip edemeyeceklerini sordum.

Nezaketime aynı şekilde karşılık almanın memnuniyetini bir an içimde hissettim. Tarif bir yana, hanımefendi yerinden kalkıp bisikletini alarak bana bizzat mihmandarlık yaptı. “Önce size bir iki yer göstereceğim. Ardından mezarlığı…” dedi. Dar sokakları geçerek beni bir binaya getirdi. Burasının Reformcuların yakıp yıkmasından kurtulan nadide yerlerden biri olduğunu ve bugünse artık bağlı bulunduğu vakıf tarafından binaların kiraya verildiğini söyledi. Burası Hollanda’nın en eski cam işlemelerinin olduğu ‘şapel’e ev sahipliği yapıyor. 1492 yılında Saint Anne Sadaka Evi adıyla kurulmuş.

Ardından yine birkaç sokak ötede bir başka mekâna geçtik. Burası da kuruluşu 1664’e tarihlenen bir sadaka evi… İşte Leiden kampüsünü çevreleyen tarih böylesine kadim bir geçmişe sahip. Tabii mekânlar bu ziyaret ettiğim iki bina ile sınırlı değil elbette. Ancak bu Snouck’un mezarına girizgâh olması anlamında önemli. Katolik bir geçmişten, Reformasyona, oradan sömürgeciliğe geçiş yapan Felemenk devletinin, Malay Müslüman dünyasının döneminin tek bağımsız devleti diyebileceğimiz Açe topraklarındaki istilası ve bu istilanın onlar adına başarıyla gerçekleşmesindeki rolüyle Snouck Hurgronje önemli bir isim.

Bu kısa ziyaretlerle bir yandan da mezarlığa doğru yaklaştığımızı fark ediyordum. Hanımefendi, yolu gösterirken, bende bu kısa ancak önemli ziyaretler için kendisine teşekkürleri sundum. Mezarlık uzun bir yolun tam sonundaydı. Demir kapısı açık, ancak gireni çıkanı olmayan bir mekân… İşte şehrin De Waard bölgesindeki mezarlığındayım…

Girişinde herhangi bir yazının bulunmadığı mezarlık sanki kendi haline bırakılmış bir izlenim bırakıyordu insanda. Biraz da bu intibayı olumsuzlar şekilde, hemen sağ tarafta mezarlık haritası gözüme çarptı. Haritada A, B, C vs. şeklinde belirtilen parsellerde numaralandırılmış mezarlar yer alıyordu. Her bir numaranın yanında mezarda yatan kişinin adı ve mesleği yazılmış.

Bundan anlaşılacağı üzere De Waard mezarlığı genel halka açık bir mezarlık olmaktan öte, hayattayken seçkin işler yapmış, ulusuna devletine faydalı olmuş müzisyen, sanatçı, bilim adamı vb. şahsiyetlere ayrılmış. Tabloda yer alan kısa bilgiye göre, Reform kilisesi tarafından 1813 yılında açılan mezarlık, kilise bahçesine gömü işleminin yasaklanması üzerine 1829 yılından itibaren şehrin önde gelen zevatı buraya defnedilmeye başlanmış. Tabloda yazıldığı şekliyle söylemek gerekirse mezarlıkta 69 mezar yer alıyor. Tabii 69 diyorum, ancak bu listedeki isimlere göre. Ancak her mezarda üç, dört kişinin bulunduğunu mezar taşlarındaki isimlerden çıkartmak mümkün. Dolayısıyla bu sayı mezarlıktaki gerçek sayısı yansıtmıyor.

Snouck’unki de bunlardan biri ve yer numarası 168B. Tam adı Christiaan Snouck Hurgronje, işi Arapça uzmanı ve İslamist olarak belirtilmiş. Ve yaşadığı evin adresi de yazılmış: Snouck Hurgronjehuis Rapenburg 61.

Birkaç dakika sonra, A parselinin tam köşesinde bulunan Snouck Hurgronje’nin mezarının başındayım. Açe’nin belki son yüzyılına damgasını vurduğunu söylemekle abartmayacağımı düşündüğüm Snouck’un mezarı… Ürperiyorum bir an ve birkaç adım geriye atıyorum kendimi istemsiz bir şekilde. Banda Açe’de Hollanda Mezarlığı’nın düzen, intizam ve bakımlılığını hatırlayınca biraz üzülmedim değil. Hollandalılar, kendilerine bunca emeği geçmiş bir adamın bırakın ayda yılda bir her gün gelip mezarını süslemeleri gerekirdi diye düşünüyorum. Ancak Snouck öyle anlaşılıyor ki, Leiden ve Hollanda yönetimi tarafından çoktan unutulmuş bile…

Protestanlaşmanın bir yönelimi olsa gerek, sadece Snouck’un mezarı değil tüm mezarlık sade. Haç ise bir iki tane var. İsimlerin kazılı olduğu devasa mezar taşları dikine değil, toprak üzerine gelecek şekilde yerleştirilmiş. Snouck’un mezar taşında dört kişinin adı var: 1)Anna Catharina Snouck Hurgronje, doğum-3 September 1859/vefat-5 Eylül 1880; 2)J. J. Snouck Hurgronje, doğum-15 Haziran 1819/vefat-12 Şubat 1892; 3) Jacobine Julie, doğum-1 Aralık 1850/vefat-12 Şubat 1892; 4) Christiaan Snouck Hurgronje, doğum-8 Şubat 1857/vefat-26 Haziran 1936.


Snouck, Takımadalarda’ki danışmanlık görevinden döndükten sonra, Leiden Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Ancak Takımadalar’daki çeşitli kişilerle yazışmalarını sürdürdü. Ve 29 Nisan 1936 tarihinde vefat etti. 

20 Temmuz 2018 Cuma

Endonezya’da kalkınma ama nasıl? / Development in Indonesia, but how?

Mehmet Özay                                                                                                                   20.07.2018

Endonezya’da Joko Widodo hükümeti 2014 yılında yeni bir ümit olarak ülkeyi yönetmeye başladı. Hükümetteki üyelerden ziyade, Jokowi’nin adının öne çıktığı bir süreç bugüne kadar dikkat çekiyor. Bunda haklılık payı da yok değil... Solo şehri belediye başkanlığından 2012 yılında Cakarta valiliğine yükselmesinde ‘temiz’ ve ‘dürüst’ politika yapma ve/veya bunu en iyi şekilde kamuoyuna aktarma konusundaki başarısı yadsınamaz. Ülkenin en önemli kamu yönetim kurumlarından olan başkent Cakarta valiliğini kazanmasa da, bu ‘ünü’ onu sadece iki yıl valilik makamından tuttu ve ardından 2014’deki seçimlerde devlet başkanlığı koltuğuna yükseltti.

Geniş kitlelerin Jokowi’den beklentisi ülkenin kronikleşmiş sorunlarına çare bulması ve sosyo-ekonomik kalkınma yolunda çok kısa sürede önemli başarılar talep edilmese de, bir tür istikametin belirlenerek sürdürülebilir bir yapıya kavuşturulması beklentisi öne çıkıyordu. Bununla birlikte, Jokowi hükümetinin bugüne kadar bu konuda neler yapıp yapmadığı tartışılabilir. Ancak kısa bir süre önce hükümetin önemli bakanlıklarından Ulusal Kalkınma ve Plânlama Bakanlığı’ndan bizzat bakan tarafından yapılan açıklamada yeni bir kalkınmacı hedef kamuoyuyla paylaşılması daha yapılması gereken hem de çok temel işlerin olduğuna sanki bir atıf niteliğinde. Bakanlığın bu yeni politikasına aşağıda değineceğim.

Ancak bu açıklamanın bugün ortaya konulmuş olmasının birkaç nedene bağlamak mümkün. Örneğin, Jokowi hükümetinin sosyo-ekonomik kalkınma konusunda halen önemli adımlar atmak zorunda olduğu veya önümüzdeki yıl yapılacak başkanlık seçimleri öncesinde kamuoyunun ilgisine mazhar olacak bir politika ile çıkmak ve bugüne kadar gerçekleştirilemeyen politikaların yakın gelecekte -ki o da seçimlerden sonrası anlamına geliyor- yapılacağını ima etmek gibi hususları gündeme getirmek mümkün.

Adalar topluluğu Endonezya’da kalkınmacı veya modernleşmeci hareketleri başarıyla plânlamak ve hele hele hayata geçirmek büyük bir beceri istiyor. Merkezi yönetimin varlığının yanı sıra ülke 33 eyalette yerel yönetimlerce yönetilse de merkeze bağlı bürokrasi kendi kurumları vasıtasıyla hiyerarşik olarak ülkenin en ücra köşesine kadar nüfuz ediyor. Bu noktada, ülkenin genişliği, genel anlamda ulaşım konusunda yaşanan sorunlar insan ve mal mobilizasyonunu zorlaştırdığı gibi bunu maliyetli bir hale de getiriyor.

Bugün hala ülkenin dört bir yanında eğitim, sağlık, istihdam gibi temel kamu hizmetlerinin hakkıyla yerine getirilemiyor olmasının en azından bir nedeni bu coğrafi şartlarla ve idari anlayışla ilgili. İşin öte yanında, ülkenin adının yolsuzluklarla anılması ülkede temel kamu bütçesinin varlığına rağmen, bu bütçenin uygun ve adaletli bir şekilde kullanılamadığının göstergesi. Zaten halkın önemli bir bölümünün Jokowi’yi, önce Cakarta valiliği ardından daha görev süresi bitmeden başkanlık sarayına taşımasındaki belki de birinci husus bu konuda verdiği güven.

Temiz bir politikacı olmasıyla tanınmakla birlikte, ülkede hiyerarşik bir yerleşim sergileyen yolsuzlukla mücadelede bugüne kadar ne denli başarılı olunduğunu söylemek ise pek mümkün değil. Adı yolsuzluklara karışmış kimi kamu kurumlarının yönetimlerini değiştirmek suretiyle bu yönde bazı adımlar attığına tanık olduğumuz Jokowi’nin temelde yolsuzlukla mücadelede daha kapsayıcı ve kamuoyunun desteğini alıcı politikalara, yasalara ve uygulamalara ihtiyacı var. Endonezya’da kalkınma olgusuna değinilen bir yazıda yolsuzluğa değinmemek mümkün değil. Bu nedenle bu hususu mümkün olduğunca dikkatli kelimelerle ifade ederek ülkede -şayet varsa- yoksulluğun ve geri kalmışlığın nedenlerinden belki de en önemlisine ışık tutmak.
Bu bağlamda, girişte dile getirdiğim kalkınma ve plânlama bakanlığının yeni projesine değinebilirim. 11 Temmuz’da ulusal medyada yer alan haberlere göre bakanlık Cava Adası dışında yeni ekonomik kalkınma merkezleri kuracağını açıkladı. Bu durum, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız merkeziyetçi idari ve politika uygulamalarının halen çok güçlü bir şekilde ülkede devam ettiğinin bir diğer kanıtı. Niçin Cava Adası dışına taşınacağı sorusu kadar, Cava Adası’nın hangi kalkınma hamlelerine konu olduğunun da belirlenmesi gerekir.

1965 darbesinin ardından ülke yönetimini ele geçiren ve 32 yıl boyunca ülkeyi yöneten Suharto’nun ülke modern tarihi içerisinde ‘kalkınmanın babası’ unvanıyla anılmasına rağmen, bugün ülkenin niçin hala tipik, üçüncü dünya kalkınmacı yönelimleriyle anılmakta olduğu arasında ciddi bir çelişkinin farkına varılması gerekir. Suharto’nun kalkınmacı politikalarında ülkenin dört bir yanındaki farklı etnik yapıların sosyo-ekonomik kalkınmalarına dokunacak politikalar yerine, dönemin merkez-milliyetçi yaklaşımının bir ifadesi olarak Cava Adası merkezli kalkınmayı öncellemesi bugün ülkede hala kalkınmanın temel bir problem olduğunu ortaya koymaktadır.

Suharto dönemi politikalarının Cava Adası’nı kalkındırmaya yararken, temelde bir başka soruna kapı aralıyordu. O da, ekonomik yatırımların görüldüğü Cava Adası’na ülkenin dört bir yanından göçün yaşanması. Bugün Cakarta’da yaşanan ve şehirleşme adına kargaşa ve çelişkiler yumağı olarak değerlendirilebilecek durumun temel sebeplerinden biri budur.

Zaten Kalkınma ve Plânlama bakanlığının açıkladığı politikanın da bununla bağlantılı bir yönü bulunuyor. Halen devam etmekte olan iç göç sürecinde, sadece başkent Cakarta’ya değil, zaten nüfus olarak ‘şişmiş’ Cava Adası’na rahatlatma gibi bir düşüncenin de bu politikada şu veya bu şekilde yeri olduğunu düşünebiliriz.

Endonezyalı bazı arkadaşlarla sohbette de dile getirdiğim üzere burada bir hususu değinmek istiyorum. Endonezya’nın klasik modernleşmeci kalkınma hamlelerine değil, temelde sürdürülebilir politikalara ihtiyacı var. Dikkat edin, yukarıda dikkat çektiğim ‘yolsuzluk ekonomisinin’ varlığını sürdürmesindeki faktörlerden biri sürdürülebilir politikaların olmamasıdır. Bunu söylerken, yolsuzluk ekonomisinin aktörlerinin bu süreci baltalamaya yönelik aktif veya aktif olmayan yönlendirmelerinin de payını unutmamak gerekir. Dolayısıyla bugün Endonezya’nın dört bir köşesinde yer altı ve üstü potansiyeliyle dikkat çeken bölgelerinde kalkınma hamlelerinin yerel halkın sosyo-ekonomik refahına yönelik yapılanmalarla ortaya konması gerekiyor.

Burada belki şu örneği vermekte fayda var. Endonezya ekonomik gelişmişlik skalasında kırsal toplum hüviyeti taşıyabilir. Ancak bu kırsallık olgusu bu topraklarda yaşayan insanların imkânsızlıklar içinde yüzdükleri anlamına gelmiyor. Aksine, daha çok, ellerindeki imkânların ya bilinçli olarak kötüye kullanılması veya sağlıklı ve sürdürülebilir planlamalara tabi olmamasıyla açıklanabilir bir durumla karşı karşıyayız. İş bulmak umuduyla köyünden kasabasından başkent Cakarta’ya göç eden insanlara kendi memleketlerinde sağlanacak imkânlarla ekonomik anlamda sürdürülebilir bir yaşama kavuşturulabilirler.

Bu noktada kısaca şehirleşme olgusuna da değinmekte fayda var. Bizzat bakan tarafından açıklanan yeni kalkınma bölgeleri oluşturulurken, hiç kuşku yok ki işin içine şehircilik de girecektir. Ancak burada dikkatli olunması gerekir ve tipik klasik modernleşmeci kalkınma süreçlerindeki gibi birey ve toplumu kendine ve geleneğine yabancılaştırıcı politika ve uygulamalara meydan verilmemelidir.

Batı’da 1980’lerden sonra görülmeye başlanan uydu kent yerleşimlerinin temel esprisi, modernleşen büyük şehirlerin artık bireylerin temel ihtiyaçlarının karşılayamamasıydı. Böylece şehirlerin yakın bölgelerinde yeni yerleşim alanlarının inşa edilmesi gündeme gelmişti. Ancak yine Batı’nın modernleşmeci yaklaşımının açmazlarından biri olarak bu açılım bile varsıl kesimlerin ‘saadet ve mutluluğunu’ sağlamaya yönelik kapitalizmin yeni bir ürünü olarak uygulamaya konulmuştu. Kırsaldan veya başka ülkelerden Batının o şehirlerine göç eden insanlar yine şehrin o hengamesine düçâr olmaya devam etmişlerdir.

Endonezya bağlamında söylemek gerekirse, ülkenin hangi bölgesine kaç tane yeni şehrin inşa edileceğinden ziyade, kırsal yerleşim alt yapısını korunarak genişlemeye değil, sürdürülebilir bir şekilde geleneksel, dini değerleri etrafında örüntülenen toplum yapısının sağlıklı bir şekilde devamlılığının sağlanmasına ihtiyaç vardır.


15 Temmuz 2018 Pazar

Türkiye’de darbenin uluslararası görünümü / International aspect of the coup in Turkey

Mehmet Özay                                                                                                                        15.07.2018

15 Temmuz darbesinin ikinci yılı. Darbenin salt ulusal bir sorun olarak ortaya çıkmadığı artık herkesçe malum. Söz konusu terör ve darbeci yapının Türk toplum ve inanç yapısını olabildiğince araçsallaştırmak suretiyle hareketle ortaya koyduğu ulusal yapılanmasının ötesinde, bu terörü ve darbeye cesaretle kalkışabilmesinde daha çok uluslararası yapılanması olduğunu söylemek mümkün. Bu noktada, bu yapının bizatihi kendi oluşturduğu belirtilen uluslararası yapılaşmaları ve kadrolaşmaları ile uluslararası güç çevreleriyle çeşitli çıkarlar bağlamında ilintili oluşu ortada.

Kendini tek tek ülkelerde ve uluslararası temsil gücü olan yapılarda kanıtladığı iddiasında olması bu terör oluşumunun, ulusal çapta sahip olduğu gücün katlanarak büyümesine neden oldu. Bu nedenle, şayet bu oluşumun anlaşılması gerekiyor ise, bunun ulusal boyutu kadar ve hatta bundan da öte uluslararası boyutunun enine boyuna masaya yatırılması gerekiyor. Ancak bunu hangi kurumlar vasıtasıyla yapılacağı da bir o kadar sorunlu alanı teşkil ediyor.

Bu sorunun bir başka vechesi ise, ulusal çapta yegâne bir siyasi ve meşruiyet yapısı olarak beliren devletin, tek tek ülkelerde ve uluslararası yapılarda temsil kabiliyeti ve gücünün hangi boyutlarda seyrettiği de bir o kadar somut unsur olarak ortada duruyor.

Türkiye Devleti’nin, klasik ve geleneksel anlamda ifade etmek gerekirse, örneğin ‘dost’ bildiği ülkelerde özellikle de darbe sonrasında bugüne kadar geçen süreçte nasıl algılandığı ve neye karşılık geldiği önemlidir.

Bunun yanı sıra, devletin ilgili ülkelerdeki temsilini yerine getirmekle sorumlu yapıların ve bireylerin ne türden bir temsil kabiliyetinde olduğu sorusunu da beraberinde gündeme getirmekte fayda var. Bu sorunlara belki birkaç on yıl öncesinde cevap verilmesi gerekiyordu, ancak bugün bu cevap aciliyet arz etmektedir.

Tam da bu noktada, şu hususa dikkat çekmekte fayda var. Devletin temsilcisi olmakla önemli ve ciddi bir sorumluluk altında bulunan kurum ve bu kurumlarda çalışan kişilerin yetkinlikleri, ilgili ülkelerde devlet kademelerinden başlayarak o toplumun tüm sivil alanlarındaki tanınırlıkları ile anlamlılık taşır.
Bu noktada, adı bugün terör yapısı olarak anılan, kimilerince bir dönemin öncü gücü olarak belirlenen ve önündeki tüm kapıların açılması için imkânların devşirildiği oluşumun gelişip büyümesi kadar, bu yapının kendini ilgili ülkeler ve uluslararası yapılarda tanınırlığını artıracak meşru ve gayri meşru -ya da buna ahlâki ve ahlâki olmayan da diyebiliriz- tüm yolları kullandığı yine bugüne kadarki gelişmelerden net bir şekilde anlaşılmaktadır.

Bununla birlikte, bu terör yapısının kendini devletin önünde bir aygıt olarak konumlandırmasında taşınan sorumlulukları yerli yerine oturtmak gerekmektedir. Tam da bu noktada ilgili resmi kurumlarda görev yapanların, dünün ben devletim diyen, bugünse artık bir terör sıfatıyla anılan yapısına kol kanat germenin ve şu veya bu şekilde gücü içinde barındıran bu yapıya eklemlenmek suretiyle güçten pay devşirme hesabında olanların sorumluluğu basite indirgenecek gibi değildir.

İki yıl önce Türkiye’nin başına örülmeye çalışılan problemin, ülkenin sadece son yirmi yılını değil, belki bunun iki katı bir zamanın ve de bu zaman dilimindeki imkânın heba olması anlamına geldiğini unutmamak gerekir. Bu durum, Türkiye’yi temsil makamındaki birey ve kurumların hangi sorumluluklarla hareket ettiklerinin belirlenmesini gerekli kılmaktadır.

Çünkü bu durum, darbe teşebbüsü sonrasında Türkiye’nin, adına dost denilen ülkeler de bile yalnızlaştırılmaya çalışılmasıyla bağlantılıdır. Türkiye’yi temsil makamındaki kişi ve kurumların, sorumluluk sahaları bağlamında içinde bulundukları ilgili ülkelerin siyasetinden toplumsal yapısına, tarihinden kültürüne kadar tüm sosyal ve siyasal yapılaşmalarına hakim olmak elbette mümkün olmayabilir. Ancak bu konuda, elde sağlıklı bir birikimin oluşup oluşmadığı ve böyle bir birikim oluşmadı ise bunda kimlerin sorumlulukları olduğu da bugün açıkça ortaya konulmayı beklemektedir.

Böyle bir birikimin olmamasıdır ki, darbe girişiminin akabinde ilgili ülkelerde çeşitli siyasi ve toplumsal yapılarla işbirliğine girilememesine yol açmış olabilir. Ve bu durum, darbenin Türkiye’ye olan zararından bir an önce dönülebilecekken dönülememesine ve Türkiye’yi güçlü bir ortak olarak o ilgili ülkelerde varlığını artırarak devam ettirebilecekken bu yolların tıkanmasına yol açmış olabilir.

Bu noktada, hiç kuşku yok ki darbenin ne anlama geldiği ve Türkiye’nin bugün özellikle ilgili tekil ülkelerde ve uluslararası arenada ne tür yalnızlıklara terk edilmek istendiğinin cevabının bulunabilmesi için bugün yapılması gereken, darbe sonrasının veya hemen öncesinin değil, darbeden daha birkaç on yıl öncesine dönüp bakılmasını gerekli kılmaktadır.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2018/07/15/turkiyede-darbenin-uluslararasi-gorunumu-international-aspect-of-the-coup-in-turkey/

10 Temmuz 2018 Salı

Türk Basını’nda Enver İbrahim ve Malezya / Anwar Ibrahim and Malaysia in Turkish Press

Mehmet Özay                                                                                                                        10.07.2018

Malezya’da muhalefet lideri Enver İbrahim’in Haziran ayında Türkiye’ye yaptığı ziyaret, sıradan birkaç haberin ötesinde üzerinde kayda değer bir şekilde durulmayı hak ediyor.

Bu ziyaret, salt Türkiye-Malezya arasında bir ‘kardeşlik’ unsuru olarak kabul etmek kadar, Malezya’da yaşanmakta olan değişimin neye tekabül ettiğini anlama konusunda bir başlangıç vesilesi kılınabilir. Kardeşlik unsuru diyoruz, çünkü Enver İbrahim ziyareti sırasında İstanbul’da bir kurumda yaptığı konuşmada bu hususu açıkça dile getirmesiyle bu gerçeğe vurgu yaparken, bu hususun bir övünç vesilesi olmasının da abartılmaması gerektiğini söylemek gerekir. Hatta ve hatta, Enver İbrahim’in bu söyleminin nazik bir Malay ziyaretçiden beklenebilecek hoş bir söylem olduğunu kabul etmekte fayda var.

Malezya gerçeği
Bunun ötesinde Enver İbrahim’in bu ziyaretinin, bugün Malezya toplumunun ve bu toplumun siyasal hayatında önemli rol oynayan bu siyasetçinin temsil ettiği toplumsal kesimlerin nasıl bir değişim ve dönüşüm süreci içerisinde bulundukları, bu sürecin aktörleri ve nesneleri olarak hangi rolleri üstlendikleri üzerinde durulmalıydı ve hâlâ da durulabilir.

Tam da bu noktada, yukarıda dikkat çekilen ‘kardeşlik’ olgusunun Malezya toplumsal yapısının, şayet gerçekçi demografik data ortaya konulacak olursa neredeyse yüzde 40’ını aşkın Malay-Müslüman olmayan bir kitleyi içerdiği gerçeğiyle çeliştiğini söyleyebiliriz.

Bu tenakuzun aslında Enver İbrahim temelli ortaya çıkmadığını, belki de daha çok Türkiye’de Malezya toplum yapısının dayanaklarının neye tekabül ettiğinin bilinmemesinden veya bu geniş Malay-Müslüman olmayan kitlenin ülkenin siyasi, toplumsal ve kültürel bağlamında ne tür bir yer işgal ettiğini anlayamamaktan kaynaklanmış olabilir.

Oysa bu durum, bizzat ‘kardeşlik’ olgusuyla öne çıkartılan bizatihi Enver İbrahim’in bugün Malezya siyasetinde ve toplumunda uzunca bir süredir gündeme getirdiği çok etnikli ve çok kültürlü bir toplum ve siyaset inşa etme düşüncesi ve çabasıyla da çelişmektedir. Temelde söylemek istediğim de bu aslında... Böylesi bir bilgiyi sıradan, popüler, sığ haber anlayışının dışına çıkarak geniş kamuoyu olmasa bile, en azından okumuş yazmış kesime aktarma vazifesinde olması beklenen medya kurumlarının gerçekleştirmesi beklenebilir(di).

Türk basını Enver’i biliyor
Bu noktada, Türk basınında Enver İbrahim’le ilgili çıkan birkaç haberdeki içeriğe dikkat çekilmesinde fayda var. Genel bir ifadeyle söylemek gerekirse, bu haberlerde Malezya toplumu ve siyasetini anlama çabasına tanık olunmamaktadır. Önceliğin Enver İbrahim’in ziyaretinin gerçekleştiği zaman diliminin Türkiye iç siyasetindeki gelişmelere odaklandırılışına verildiği görülüyor.

Bunun anlaşılabilir bir yönünün olduğunu zaten yukarıda ‘nazik bir Malay ziyaretçinin’ yaklaşımı bağlamında söylemiştim. Medyanın bütün kurgularını bu husus üzerine yapması ise, bu kurumun yaşamakta olduğu sığlığın bir parçası olarak kabul etmek gerekir. Kaldı ki, Enver İbrahim, Malezya konularında bazı temel hususlarda bile büyük hatalara imza atılmış olması bu kurumun basit bir zaafiyet içerisinde olmadığı, üstüne üstlük profesyonellikten de uzak olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin, Enver İbrahim’in on yıl hapis yattığı ifadesi gerçek yansıtmamakta, herhalde olsa olsa haberi kaleme alan kişinin İngilizce çevirisinden kaynaklanan teknik bir hata olsa gerek.

Aynı cümleler arasında, Enver İbrahim’in aslında aldığı ceza olarak verilmesi belirtilmesi gereken açıklamada bunun nedeni olarak yolsuzluk ve adaletsizlik olgularının yanı sıra ‘terör’ kelimesinin de kullanılmış olması oldukça şaşırtıcı. Enver İbrahim’in hangi terör vak’aları ile ilişkilendirilmiş olduğunu herhalde aynı basın yayın organları kamuoyuyla paylaşmış olmalıdır veya paylaşmalıdır. Yoksa bu ‘terör’ kelimesini, hiç ciddiye almadan, bir sürçü lisandır diyerek geçiştirilmeli midir?

Malezya derin siyaseti
Malezya siyasetinin temel dinamiklerinden seküler-milliyetçi, İslamcı, İslamcı-milliyetçi diyebileceğimiz siyasal yelpaze bağlamında Enver İbrahim ve Dr. Mahathir Muhammed’in pek de yan yana geldiğini söylemek mümkün değildir. Dr. Mahathir’in 1981 yılında Başbakanlık koltuğuna oturmasının ardından hemen bir yıl sonra Enver İbrahim’in Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO) partisine alması ve ardından 1998 yılına kadar sırasıyla çeşitli bakanlıklarda yer vermesi ve nihayetinde başbakan yardımcılığına kadar yükselmesi bu iki siyasetçinin dava arkadaşı olması anlamına gelmiyor.

Aksine, yine Türkiye’de pek de bilindiği şüpheli olan UMNO siyaset yapma biçiminin pragmatik, çıkarcı temeller üzerine bina edilen yapılaşmasının bir sonucu olarak aktivist, Müslüman gençliği yönlendirme kabiliyetinde olan genç birini UMNO’ya alarak ülke toplumsal hareketliliğini kontrol altında tutma amacı olduğunu söylemek mümkün. Ya da Enver İbrahim’in temsil ettiği zihniyetten hareketle ifade etmek gerekirse, bu süreci ana akım siyasetin merkezi UMNO saflarında siyaset yapmak suretiyle kaleyi içerden kuşatmanın bir tür metodu ve pratiğini uygulamaya geçirme olarak kabul edebiliriz. Bence, başta Türk basını olmak üzere siyaset bilimi çevrelerinin bu konu üzerinde biraz daha kafa yormasında yarar var…

Bahsi geçen haberin ilerleyen bölümünde Enver İbrahim’in lideri olduğu siyasi hareketin seçim başarılarına örnek verilmek isteniyor yanılmıyorsam. Ve bu çerçevede, onun ağzından “20 seçimden 13’ünü kazandığı”na dikkat çekiliyor. Modern Malezya Federasyonu siyasal tarihinin 1957 yılında başladığı ve bugüne kadar genel seçimlerin 14 kez yapıldığı dikkate alınacak olursa “20’de 13”ün neye tekabül ettiğini herhalde ilgili medya organının editörlerinden hiç kimsenin sorgulamasına maruz kalmadığı anlaşılıyor. Hadi diyelim ki, genel seçimler artı “yerel seçimler” kastediliyor gibi bir cümleye sığınılabilir. Ancak Malezya Federasyonu’nda eyalet valiliği, belediye başkanlığı, muhtarlık gibi yerel seçimler gibi bir siyasi seçim sistemi mevcut değil.

Malezya’da demokratik yapıyı savunmak
Enver İbrahim, 2015 yılı Şubat ayında ikinci hapis sürecinde Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Malezya başbakanı Necib bin Rezzak ve Dr. Mahathir Muhammed’e kendisinin hapiste olmasının ülkede, yani Malezya’da demokratik uygulamalar ve adalet konusuna vurgu yaptığını dile getirmesi oldukça önemlidir. Ancak bu satırları okuyunca, bir süre önce Malezya’da tanık olduğum bir durum aklıma geldi.

O dönem, tıpkı en azından bazı Avrupa basınında olduğu gibi Malezya basınında da Türkiye Cumhurbaşkanı’na yönelik eleştirel yaklaşımlar gündeme getiriliyordu. Bu durum karşısında, ülkesinin Cumhurbaşkanını savunmak isteyen bir Türk ‘yetkili’, Malezya’nın muhalif medyasında bir karşıt metin yayınlatmış ve metinde Türkiye Cumhurbaşkanı’nın da tıpkı Malezya başbakanı gibi demokratik yollarla seçilmiş liderler olduğunu ortaya koyarak, Malezya toplumu ve de basınında bir tür meşruiyet sağlama çabası sergilemişti.

Böyle yaptığını bizzat bana telefonda anlatan bu ‘yetkili’nin bu açıklamasına tebessüm ederek karşılık vermiş ve yüz yüze geldiğimizde bu yazıyla ilgili görüşümü kendisiyle paylaşacağımı söylemiştim. Ancak yüz yüze gelme fırsatı bulamadığımızdan, bu vesileyle burada aktarmış olayım. Meşruiyet sağlamaya matuf bu yazının içeriğinin de alelacele verilmiş bir karar olduğu, Malezya siyasetinde seçimlerin, bu siyasetin ana damarı UMNO’nun bir siyasal parti olmanın ötesindeki anlamı, her iki ülkede adına seçim denilen siyasi yöntemin uygulanırlılığına rağmen, karşılıklarının ve sonuçlarının pek de benzer olmadığını söylemek gerekiyor(du).

Hele hele, iki ülkenin siyasi liderlerinin ‘demokratik’lik üzerinden benzerliklerine vurgu yapılan o yazının çıktığı dönemde, Malezya toplumu dönemin başbakanı Necib bin Rezzak’ın “1 Malezya Kalkınma Fonu”yla (1MDB) ilgili usulsüzlükleriyle çalkalanmaktaydı. Bu minvalde, Malezya’nın dönemin belki de birkaç muhalif basınından biri olan söz konusu yayın organında o yazının çıkması da bir basiret örneği ve bir hoş seda olarak hatıralarda yer etmiş oldu. Zaten Enver İbrahim’in İstanbul’da davetli olduğu konuşmanın başlığı da “İslam dünyasının geleceği ve Malezya’nın Demokrasiye Geçişi” olduğuna göre, Malezya’da demokrasinin, en azından 9 Mayıs seçimleri öncesinde olmadığı da dolaylı olarak ortaya konmuş oluyor.

Wikipedyacılık iş yapıyor (!)
Haberin son bölümünde, genel okuyucu kitlesine hitap edildiğini ilan edercesine, Enver İbrahim’in tanınmadığından hareketle kısa bir biyografisi verilmesi uygun bulunmuş. Her zamanki gibi, wikipedyacılık yöntemiyle bir yerlerden alıntılanan bu bölümde de bariz bilgi yanlışlıkları, bizatihi haberi kaleme alan ve bu habere onay veren editörlerin konuya yaklaşımlarındaki basiretsizliklerini görmek mümkün.

“Enver İbrahim’in 1981-1988 yıllarında Uluslararası İslam Üniversitesi’nin başkanlığını yürüttüğü”ne dikkat çekilirken, cümlenin devamında “bu görevinin ardından ülkesine dönerek siyasette yükselmeye başladığı” belirtiliyor. Doğru adı ‘Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi (International Islamic University of Malaysia –IIUM veya Malayca adıyla Universitas Islam Antarabangsa Malaysia -UIA) olan bu kurum 1983 yılında kurulduğundan Enver İbrahim’in 1981 yılında başkan olması mümkün gözükmüyor.

Enver İbrahim’in üniversitenin ‘başkanlığı’ yani, rektörlük gibi akademik bir makamın dışında bir bakan veya önemli bir üst düzey bürokratın atandığı makamda ikinci başkan olarak bulunması 1988-1998 yılları arasındadır. Bu bölümdeki wikipedia aktarımlarından biri 2014’de Malezya’da seçim olduğu yönündeki cümle. Malezya’da beş yılda bir yapılan seçimlerden son üçünü sıralayacak olursak 2008, 2013 ve 2018 karşımıza çıkar. 2014’de seçim olmadığı ortadadır… Editörlerin birkaç yıl önceki basit bir tarihi aktarımı da es geçtikleri sürçü lisan babında değerlendirilmelidir.

Türkiye’de öne çıkan kitapevlerinde acaba Malezya siyaseti ve toplumu, Enver İbrahim, Dr. Mahathir Muhammed vb. konuları ele kaç kitapla karşılaşabiliniyorsa, Türk medyasında da bu ve benzeri konularda görüş beyan edildiğinde o kadar sağlam bilgi ve haberlere ulaşılıyor demektir.  

“Affetmeye hazır mısın?”
Enver İbrahim’le yapılan bir mülâkata dayanan haberde ise, tuhaf cümlelerle okuyucu karşısına çıkıldığı izlenimi ediniliyor. Sanki, konu anlaşılmasın diye bilinçli mi yapılmış, yoksa haberi yazan gazetecinin üstün bir marifetinin eseri mi diye sormak gerekiyor. Haberde şöyle bir ifade var: -İbrahim, ‘Bana affetmeye hazır mısın’ şeklinde bir mektup geldi. Affetmem çok da önemli bir şey değil. Ben de bir şart öne sürdür”... diye devam ediyor.  

Ancak burada neyi kimin niçin affedeceği, mektubu kim neden İbrahim’e gönderdiği gibi önemli soruların cevabını bulamıyoruz. Aynı haberin girişinde “İslam dünyasının geleceği ve Malezya’nın demokrasiye geçişi” ile Enver İbrahim’in konuşmasının başlığı verilmekle birlikte, haberde bu başlıkla bağlantılı bir tek cümlenin olmaması da oldukça ilginç. Bu da yeni bir habercilik anlayışı olmalı herhalde.

Cezavinden çıkmış!
Türkiye’nin önce medyası iddiasındaki yayın organı biraz da sürpriz bir şekilde hiç de anlamadığı konuya el atarak Enver İbrahim’le röportaja kalkışmış. Başlığını da “Cezaevi’nden çıktı Türkiye’ye geldi…” diye atmış. Bölgeyi takip eden biri olarak Enver İbrahim’in Endonezya’ya giderek devlet başkan yardımcısı Yusuf Kalla ile ve bazı önemli şahsiyetlerle görüştüğünü, ardından İngiltere’ye giderek hem kendi mahkeme sürecinde önemli rol oynayan avukatlarıyla biraraya geldiğini okumuştum.

Başbakanlık görevini üstlenen Dr. Mahathir Muhammed’in ise bir İslam ülkesinden önce 1980’lerde gündeme getirdiği ‘Doğu Politikası’nın devamı mahiyetinde olduğu izlenimini verecek şekilde Japonya’ya gittiğini biliyorduk. Ancak Enver İbrahim’in cezavinden çıkar çıkmaz soluğu Türkiye’de aldığını da bu basın organından öğrenmiş olduk!...

Haberin bir de görseli var ki, yazık… Röportajı yapan kişinin beden dili, önemli bir siyasetçinin oturtulduğu mekân, fotoğrafçının kadraj zenginliği (!) herhalde önemli bir ders malzemesi olarak okutulabilir. Ya da sömürgecilik derslerimize konu olacak denli, iki doğuludan kendini “superiority” makamında görme eğilimindeki basını ile bu basının diğer doğuluyu “inferiority” konumuna hapsetme muamelesinde bulunması gibi derin bir bağlamını da gündeme getirmek mümkün.

Bu mülâkatta önemli sorular gündeme gelmiş.  Enver İbrahim de bu fırsatı kaçırmayarak ‘dava adamı’ kimliğini öne çıkartarak ders verircesine cevapları paylaşmış. Tabii sorulardan yeni şeyler de öğrenmiyor değiliz. Örneğin, Enver İbrahim’in “pek çok kez cezaevine” girdiğini burada öğreniyoruz! Soruları da fotoğraftaki beden diline benzeyen gazeteci bu sorularının bir bölümüyle, “Acaba Türkiye’ye mi yansıtma yapıyor?” dedirtiyor. Haberde Enver İbrahim’in cezaevi süreci ve Türkiye-Malezya ilişkilerine dair bilgilendirileceğini anlayan okuyucu maalesef bu haberde de sükutu hayale uğruyor. Belki de şu soruyu mu sormak gerekiyor acaba: Ortada Malezya’yı öğrenmek isteyen bir okuyucu kitlesi var da basın mı haber yapmıyor?


6 Temmuz 2018 Cuma

Malay Dünyası (Nusantara) Çalıştayı İstanbul’da yapıldı/ Workshop upon Malay World (Nusantara) held in İstanbul

Mehmet Özay                                                                                                                 7 Haziran 2018

Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren “Osmanlı ve Malay Dünyası Araştırmaları ve Uygulamaları Merkezi” tarafından “Modern Türkiye Cumhuriyeti’nde I. Hint Okyanusu ve Malay Dünyası Çalışmaları Çalıştayı” 28-29 Haziran günlerinde merkezin Topkapı yerleşkesinde gerçekleştirildi.

Çalıştay, bazı hususiyetleri dikkate alındığında bir ilk olma özelliği taşıyor. Bu bağlamda, Osmanlı-Türk ve Malay dünyası veya bir başka ifadeyle Nusantara ilişkilerine dair modern dönemdeki çalışmaların kısmen mercek altına alındığı çalıştay, akademi dünyası ile Türkiye Devleti’nin çeşitli kurum temsilcilerini biraraya getirmesi bağlamında da dikkat çekiciydi.

Bir başka açıdan bakıldığında, çalıştayın hedefleri arasında Merkez’in adından hareketle söylemek gerekirse, Türkiye ile Malay dünyası (Nusantara) olarak anılan ve günümüzde Güneydoğu Asya toplumları arasında nüfus ve coğrafi genişlik olarak bölgenin yaklaşık yarısını oluşturan bir bölgeyle ilişkilerin öne çıkartılması ve geliştirilmesi gibi bir hedeften de bahsetmek mümkün.

Kızıldeniz’den Doğu Çin Denizi’ne
Bununla birlikte, bu bölgenin özellikle tarihsel ilişkiler bağlamında ele alındığında Hindistan ve Hint Okyanusu etkileşimi olmadan anlaşılması mümkün değildir. Bu nedenle çalıştaya Kızıldeniz, Hindistan bölgesini çalışan akademisyenler de davet edildi. Buna ilâve olarak, Malay dünyasının (Nusantara) gerek tarihsel gerekse bugün sahip olduğu siyasi, ekonomik ve kültürel etkileşimler dikkate alındığında, Çin ve Japonya gibi Doğu Asya’nın varlığı olmaksızın anlaşılamayacağı gerçeğinden hareketle bu bölgeyi çalışmış ve çalışmakta olan bazı hocalarımız da çalıştaya çağrıldı.

Çalıştayın bir diğer davetli grubu ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin özellikle 2000’li yıllardan itibaren dünyaya ve uluslararası ilişkilere bakışının ve açılımının bir ifadesi olarak Doğu toplumlarına yönelmesiyle Merkez’in çalışma bölgesinde faaliyet gösteren çeşitli kurumların temsilcileriydi.

Türkiye ve Malay Dünyası: 1970’lerden 2000’lere
Çalıştayın akademi dünyasının diğer üyelerine ve öğrenciler ile kamuoyuna açık olmamasının nedenini yukarıda dikkat çekilen bu hususiyetlerle ifade etmek mümkün. Akademi dünyasının geniş Hint Okyanusu bölgesiyle ilgili çalışmalarının farklı kriterler dikkate alındığında, 1970’lerden itibaren gündeme gelmesine, devlet kurumlarının ise bazı istisnalar ve bireysel yaklaşımlar göz ardı edilmek kaydıyla ağırlıklı olarak yine 2000’lerin ortalarından itibaren faaliyete başlamaları bölgeyle ilgili olan bitenin konuya taraf olan kesimlerce bir iç-grup çalışması olarak görüş alış verişine ve tartışma ortamına konu edilmesini gerekli kılmıştır.

Bu yaklaşım, katılımcı tarafların örneğin, bu anlamda akademi dünyası mensuplarının çalıştayda pür özgün akademik makaleler sunmaları beklentisinden öte, ilgilendikleri alanlarda şu ana kadar neler yapıldığı, yakın ve orta vadede neler yapılması gerektiği ve sahada karşılaşılan fırsatlar, meydan okumalara dair görüşlerini paylaşmalarına olanak tanımıştır. Benzer bir durum, çalıştaya iştirak eden ilgili devlet kurumlarının temsilcilerinden de beklenmiştir.

Konuya taraf olan kesimlerin bir iç odaklanması ve aynı zamanda ilgili çalışmalar çerçevesinde genişlemesi çabası olarak değerlendirilebilecek bu çalıştayda, neredeyse tüm katılımcıların iki gün boyunca bütün oturumlara iştirak etmeleri, böylesi bir etkinliğin yerinde ve zamanında olduğuna işaret olarak değerlendirilebilir. Bu etkileşimin, hiç kuşku yok ki, yakın vadede farklı bağlamlarla diğer çalıştaylarla devam ettirilmesi konusunda anlamlı bir zemin oluşturmuştur.

Merkez adı algısı
FSMVÜ bünyesinde faaliyet gösteren Merkez’in, hem Malezya hem de Türkiye’deki birimlerinin açılış sürecindeki görüşlerimizi daha önce gündeme getirerek yazmış ve ilgili yerlerde zikretmiştik. Tam da bu noktada yine dikkat çekmekte fayda gördüğümüz bir husus var ki, o da Merkez’in adında geçen kelimelerin işaret ettiği kavram ve coğrafi göstergeleridir.

Merkezin öncelikle iki ülkede faaliyet gösteren ve iki üniversite arasındaki işbirliğine dayanması ve bu ülkelerden birinin Malezya olması ile Merkez’in adında yer alan ‘Malay’ kelimesinin benzerliğinin yanlış anlamalara müsait olduğu görülmektedir. Bu husus, çalıştayda da katılımcılarca bir kez daha gündeme getirilmiştir. Bu noktada, Malay kelimesinin geniş bir coğrafi, antropolojik ve tarihsel arka plâna sahip olduğu ve günümüz Malezya Federasyonu adıyla anılan devletle sınırlı olmadığı bir kez daha vurgulanmıştır. Bu hususu burada bir kez daha dile getirmekte yarar var.

Bu husus, hiç kuşku yok ki, bir tanım sorununun ötesinde anlam içermektedir. O da, şu anki sınırlı verilerle bir ölçüde Büyük Selçuklular dönemi, ancak nitelik ve nicelik açısından oldukça kapsamlı belgelere dayandırılarak Osmanlı Devleti ve modern Türkiye Cumhuriyeti gibi üç farklı geniş siyasi ve tarihsel yapı ile Malay dünyası arasında çeşitli alanlarda meydana gelen etkileşimlerin anlaşılabilmesi, bu konularda akademik çalışmaların araştırmaların yapılabilmesini ve tabii ki, bu geniş coğrafyada bugün ulus-devletler olarak ortaya çıkmış olan yapılarla ikili ve çoklu işbirliklerine kapı aralanması hedeflenmektedir.

Dolayısıyla Malay adı ile bir tek ulus-devlete referans yapılmamakta, aksine, Güney Afrika’dan başlayan ve Filipinler’in güneyine kadar uzanan geniş bir coğrafya üzerinde yaşayan Malay toplumları kastedilmektedir. Bu kastedişin, işbirlikleri boyutuyla ilintili kısmı ise İstanbul’daki merkezin Malezya Federasyonu, Endonezya Cumhuriyeti, Bruney Sultanlığı gibi bağımsız, ulus-devletlerdeki yüksek öğretim ve araştırma kurumları gibi yapılarla ilişkilerin geliştirilmesinin öncellenmesidir. Bunun yanı sıra, zikredilen geniş coğrafyadaki Malay topluluklarının yer aldıkları ulus-devletlerin ilgili kurumlarıyla da benzer bir sürecin yapılaştırılabileceği konusu hiç kuşku yok ki, önemli bir potansiyel olarak ortada durmaktadır.

Alanında bir ilk olduğu gözlemlenen çalıştayın devamının hem ulusal hem uluslararası bağlamları ile devamlılık arz etmesini; ortaya konulacak öneriler çerçevesinde ilgili tüm yüksek öğretim kurum ve araştırma enstitüleri ile çeşitli devlet kurumlarının işbirliğine kapı aralanarak sürdürülebilir bir yapılanmanın ortaya konulabileceğini ümit ediyoruz.

Bu vesileyle, söz konusu çalıştayı gerçekleştiren Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi “Osmanlı ve Malay Dünyası Araştırmaları ve Uygulamaları Merkezi” yöneticilerine teşekkür ederiz.