11 Mart 2012 Pazar

Gül’ün Endonezya Ziyaretinin Hatırlattıkları!


Mehmet Özay
8 Nisan 2011
Gül’ün Endonezya Ziyaretinin Hatırlattıkları!
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Endonezya ziyareti tahmin edilebileceği gibi olumlu izlenimler, beklentiler ve geleceğe dönük ümitlerle dolu geçti. Bu tür gezilerin mahiyeti itibarıyla popülarize edilmesi, geniş kesimlerin dikkatini üzerine çekecek haberleri manşetlere taşıması genel bir medya “adeti”dir. Daha Gül’ün ziyareti başlamadan önce Endonezyalı aynı zamanda, ressamlığı da olan bir siyasetçinin Gül’ün resmini yapması hoş bir seda olarak kimi çevrelerde yankı buldu. Ardından, Gül bir jest yaparak, bu tablonun gelirini bir oluşumun Açe’deki  kurumuna bağışlayacağını duyurdu. Gerçi bağış yapılan kurumun “maddi kaynaklar” konusunda eline su dökecek bir yapılanma olmasa da, Gül’ün jesti büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Bu jest, Türk basınında da yer bulan Orta Açe’deki yoğun yağışlar neticesinde oluşan selde büyük maddi kayba maruz kalan Açelilere yardım olarak da gidebilirdi.

Bu önemli ziyaretin Türk medyasındaki yansıması elbette eğilimlere bağlı olarak bölük pörçük olduğu gözlerden kaçmadı. Kimisi Gül’ün resmini, kimisi de kendi kurumunu öne çıkarıyordu. Kimileri de küskünlüğünü dile getiriyordu.
Gül’ün adet olduğu üzere yanında götürdüğü gazetecilerle Cakarta’da yaptığı toplantıya davet edilmeyen bir gazeteci köşesinde ver yansın etmiş. “Bir daha da gitmem” diyor. Bu tür brifingler elbette ki önemli. Dikkatle izlenmesi gerekir. Ancak konuya bir başka vecheden bakarsak farklı bir şekilde de algılayabiliriz meseleyi. Ne gibi meselâ? Cakarta’dasınız. Üçyüz elli yıl boyunca Hollanda sömürgesi olmuş bir belde. Öte yandan Cava Adası’nın ortasındasınız. Binlerce yıllık birikimsel kültürün en nadide örneklerine sahip bir belde. Keşfedeceğiniz pek çok şey olduğunu göreceksiniz. Hatta, biraz cesaretle Cakarta’nın arka mahallelerine doğru bir seyir yaptığınızda ummadığınız insanlık halleriyle karşılacaksınız. Ya da tarihi Cava Kültürü’nün beşiği Cogcakarta’ya uzanabilir, trenle Cakarta’nın banliyösü kabul edilen Bogor’un enfes doğasını teneffüs edip Budist terapilerine katılabilirsiniz. Ya da 1955 yılında Dünya Bağlantısızlar toplantısına evsahipliği yapmış üniversite şehri Bandung’a kaçıp, “bağlantısızlığın ruhuna” dokunabilirsiniz. Biraz daha vaktiniz varsa, Doğu Cava’ya uzanır, geleneksel İslami yaşamın ve öğretiminin hakim olduğu pesantrenlerde Cavalı çocuklarla ve hocalarıyla dostluk kurabilir; yüzyılların sanatı batiğin yerli yüzleri ile tanışabilirsiniz. Hem bireysel tecrübeleriniz hem okuyucularınızı zenginleştirmeniz adına bunları paylaşmanız çok daha kıymetli olacaktır. Bunların hiçbirin olmadığını söyleyebilir miyiz? Gazetecilik biraz da özgürlük işidir. Bağımlılık değil! Yok bana ne yerli kültürden deyip otelden Türk Büyükelçiliği’ne, oradan Türk restoranına gideceğim yani alanımı ‘Türk’ sıfatını kuşanmış kurumlarla sınırlandıracağım derseniz, bu da bir yol. Eyvallah!
İş dünyası temsilcilerinden de farklı bir açılım geldi. Bu temsilciler, Avrupa’da yaşanan krizlerdeki görece kayıplarını telafi edecek yeni “piyasa” arayışlarına çare olarak 230 milyonluk Endonezya pazarının cazibesini gündeme getirdi. Tabii burada bazı detayların atlandığına kuşku yok. Avrupa tükeciti piyasaları ile Endonezya tüketici piyasalarının farkı göz ardı edilmemeli. Endonezya, makro ekonomik bağlamda önemli gelişme kaydederken, bunun sokaktaki vatandaşın alım gücünü ne kadar artırdığı ülkede önemli tartışma konularının başında geliyor. Öte yandan, tarımsal üretim ağının yoğun olduğu böylesi bir toplumda tüketim modellerinin Avrupa’dakinden farklı olacağına kuşku yok. Dolayısıyla Türk iş çevreleri “bir yerden al, ötekine sat” mantığıyla Endonezya’ya yaklaşmaları kısa vadede “iş görse” de orta ve uzun vadede açmazları olacaktır. Endonezya’nın neye ihtiyacı var diye bakıldığında, dış yatırım başta geliyor. Sayın MÜSİAD Başkanı Ömer Vardan’ın belirttiği gibi bu binlerce adanın en azından bazı bölgelerinde yatırıma teşebbüs edecek girişimlerin varlığı önem kazanıyor. Öte yandan, İslam Barış Gücü gibi “premature” bir düşünce de görüşler arasında yer bulan bir diğer konu. Gül ve Yudhoyono da yaptıkları açıklamalar ile her iki ülke işadamlarını karşılıklı yatırımlara teşvik ettiler. Ancak bunun sahada nasıl gerçekleştirileceği ve öncelikler işadamlarının ve bağlı bulundukları “grupların” meseleye bakışlarıyla doğru orantılı. Yatırım tecrübe isteyen, zahmetli, meşakkatli, uzun vadeli bir süreç. Endonezya gibi geniş bir coğrafyayı kaplayan ülkede her bölgenin kendine has koşulları, bürokrasisi, geleneğini göz önüne almadan ne yatırım ne de ticaret yapabilmek mümkün. Başkent Cakarta’nın “puslu” atmosferinden çıkıp, sahada birebir üretim alanlarında kayda değer görüşmeler yapmak, girişimlerde bulunmak çok daha makul ve mantıklı olacaktır. Kulağı delik bir dostum Cakarta bürokrasisini aşamamış Avrupalı yatırımcılardan bahsetmişti geçenlerde... Gözlemciler Türk işadamlarının çoğunluğunun bugünü düşündüğü geleceğe dair uzun erimli yatırımlara pek de yanaşmadıklarını dile getiriyorlar. Bir diğer husus, yıllar önce, İslam Ortak Pazarı’nı gündeme getiren Rahmetli Erbakan’ın yaklaşımlarını es geçenler bugün bu mevzuları yeniden ısıtıp ısıtıp öne sürüyorlar. Bugün konuşulan ise daha İslam Ortak Pazarı kurulmadan, İslam Barış Gücü konusunun gündeme atılmış olması.
Bu ziyaretin temel amacı Türkiye’nin Güneydoğu Asya açılımında ses getirecek bir girişimlere ön ayak olmaktı. Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Türkiye 600 milyon nüfusa hitap eden ASEAN ile işbirliğini geliştirmek istemektedir” ifadesi bunun en açık göstergesidir. Dünyanın çeşitli coğrafyalarındaki ekonomik ve kalkınma işbirliği amaçlı oluşumları arasında gerek hammadde, ucuz iş gücü gerekse sahip olduğu nüfus potansiyeli ile önemli bir ekonomik hareketliliğe sahip ASEAN’la Türkiye’nin “arasını bulma” konusunda Endonezya’nın liderliğini pekiştirici girişimlerde bulunmaktı. ASEAN’ın daha başlangıcından itibaren ABD’nin engellemelerine rağmen bugünkü düzeyine ulaşması, ardından Çin ve Hindistan’ın bu birlik ile yollarını “kesiştirme” çabaları Türkiye’nin Güneydoğu ve Doğu Asya bağlantılarında ASEAN’ın olmazsa olmaz bir olanak olduğunu ve bu politikanın son derece hassas düzeylerde planlanarak hayata geçirilmesine zorunlu kılıyor. Sayın Cumhurbaşkanı’nın iki ülke arasında Serbest Ticaret Anlaşması yönündeki temennisi takdire şayan. Bunun alt yapısı çoktan hazır. Ancak Türk makamlarının Endonezya gerçeklerine vukufiyet noksanlığı diyelim, bu gerçeklere ulaşmanın önündeki en önemli engel. Endonezya hükümeti tarafından 2000 yılında serbest bölge ilân edilmiş, bugünlerde alt yapı çalışmaları sürdürülen Weh Adası Sabang Limanı, Türkiye’nin bırakın Endonezya Güneydoğu Asya’ya giriş kapısı olmaya yegâne aday bir bölge. Malaka Boğazı’nın Batı girişindeki bu serbest bölge, bir yandan Malezya’nın Penang limanına ulaşımı, öte yandan, Batam ve Singapur gibi Güney Çin’e açılan diğer serbest bölgelerle teması ile dikkat çekiyor. Açe Eyaleti’nin hammadde zenginliği, çeşitli yatırım olanakları için elverişli imkânlar sunduğunu bir kez daha yineleyelim. Dr. Mahathir Muhammed’in dediği ve iktidarı döneminde uygulamaya koyduğu gibi, uluslararası arenada var olabilmek için, bilinmeyen coğrafyalarda yatırım yapmak suretiyle gelecekte bölge piyasalarına hakim olabilmek mümkün.
Cumhurbaşkanı Gül’ün iki ülke arasında “ortak noktaların” olduğu yönündeki vurgusu haksız değildi. Bu ortak noktaları vurgularken, “Kökleri yüzyıllar öncesine uzanan Türkiye Endonezya dostluğunun... “ diye başlayan cümleler güçlü bazı stratejik dengelemeler yapıldığı izlenimi veriyordu. Örneğin, 16. yüzyıla atıf yapılırken, kasıt elbette bugünkü Endonezya Cumhuriyeti değil. Kaldı ki, Endonezya adı 19. yüzyıl ikinci yarısında bir Alman sosyal bilimcisi tarafından icad edilmiş bir isimdi. Sayısı onyedi bini bulan adalar topluluğu Endonezya, Ortaçağlar’da birbirinden bağımsız krallıklar ve sultanlıkların egemenlik sürdüğü bambaşka bir dünyaydı. Elbette Gül, 16. yüzyıl derken, Osmanlı Devleti ile Açe Darüsselam Sultanlığı ilişkilerine referansda bulunuyordu. Gerçi daha erken dönemde Türk unsurlarının Malay Takımadaları’ndaki varlığına da referans yapabilirdi. Ancak, geziye eşlik eden akademisyenler Sayın Cumhurbaşkanı’na böyle bir bilgi sunmamış olmalılar ki, o da sınırı 16. yüzyılda tuttu. Başka ortak noktalar nedir diye sorarsak, modern döneme gelmemiz gerekirdi. Yani modern Türkiye Cumhuriyeti ile Endonezya Cumhuriyeti kurucu babaları ve ilkelerinin benzerliğine. Yani modern Türk milliyetçiliğinin Endonezya milliyetçiliği ile buluşma noktası... Bu son derece önemli bir benzerlikti ve 1908 yılında Hollanda’daki Cavalı öğrenciler marifetiyle başlatılan Endonezya Milliyetçi Hareketi’nin 1920’li ve 30’lu yıllardaki hızlı savunucusu Sukarno ile tabiri caizse ayyuka çıkmıştı. Sukarno, daha Hollanda sömürge ve emperyalizminin devam ettiği yıllarda Milliyetçi Partiyi kurmasının akabinde, ülkenin “Asya Asyalılarındır” ilkesinden hareketle tüm Güneydoğu Asya’yı askeri egemenliği altına alan Japonlar, Endonezya Bağımsızlığı’nı öngörmüşler ve bu bağlamda Sukarno ve Hatta’ya girişimlerini başlatma yönünde destek olmuşlardı. Ancak Sukarno hangi ilkeler etrafında yeni devleti inşa edecekti? İşte sorun tam da buydu. Bu sorun, Mustafa Kemal Atatürk’ün laik cumhuriyetinin ilkelerinden yoğun bir şekilde esinlenilerek çözüme kavuşturuldu. Bu başlangıca rağmen, iki ülke arasındaki ilişkiler, 1955 yılındaki Bandung Bağlantısızlar Konferansı’nda Türkiye’nin “Batı’nın temsilcisi” sıfatıyla yaftalanmasıyla tecrübe ettiği “olumsuzluk”, Endonezya ile Türkiye ilişkilerinde durulmaya neden olduğuna kuşku yok. İşte böylesi tarihi süreçte ortaya çıkan benzerlikler... Devamında  ne kadar işlerlik kazandırıldığı şüpheli bir D-8 ile Batılı gelişmiş devletlerin kalkınma yarışında diğer ülkelere göre bir adım öne çıkanları “bünyesine katma” projesinin bir ürünü olan G-20’deki beraberlik. Ancak bu henüz çok yeni ve ne olacağı meçhul bir beraberlik...
Ortak noktaların bir diğeri iki ülkenin İKÖ içerisindeki varlıkları. Türkiye’nin 2002 yılından bu yana İKÖ’ye “müdahalesi” bilinegeliyor. Akademisyenlikten, bir anlamda “kurtlar dansının” sürdüğü İKÖ gibi siyasi bir kuruma atanan Eklemeddin İhsanoğlu’nun yönetiminde, gene ancak bir akademisyenden çıkacak fikirlerle “reform ve rönesans” çabaları kurumun dönüşüm sürecine işaret ediyor. Ancak “evdeki hesabın çarşıya uymaması” şeklinde naif bir şekilde ifade edecek olursak, bugünlerde beşinci yılını dolduran reform ve rönesans çabalarının –en azından- iki önemli “gediği” olduğunu belirtelim. Birincisi Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Müslüman halkların çoğunlukta olduğu ülkelerde yaşananlara İKÖ’nün –bunun yanı sıra Arab Birliği’ni de sayabiliriz- ne denli yapıcı politikalar üreterek yaklaştığıdır. Özellikle NATO’nun siyasi ve askeri girişimleri, İslam dünyasını temsile sahip olduğu belirtilen İKÖ’nün varlığını gölgede bıraktığı uzmanların ortak görüşleri arasında yer alıyor. Bir yandan da şu soruyu sormakta fayda var. Reform ve rönesans başlatan İKÖ yönetimi Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki reform çabalarına ayak uyduramadığı da yapılan yorumlar arasında. Yani bir yanda tipik modernleştirmeci teoriler de olduğu gibi tepeden inmeci yöntem, öte yandan, hakiki “grassroot” hareketleri. Ne diyelim bari, İhsanoğlu’nun çabalarını akademisyenlerle sokaktaki adamın bir türlü örtüşmeyen yüzüne bir örnek kabul edelim. İKÖ yönetiminin Endonezya ile ilişkilerinin “limoni” olduğunu herkes biliyor. Bu bağlamda küçük bir istatistiki bilgi verilmesi yeterli. Kimi yetkililerin ifadesiyle, Endonezya’nın İKÖ nezdindeki çalışanı bir elin parmaklarını bulmayacak düzeyde. Bu demektir ki, Endonezya İKÖ politikalarının şekillendirilmesinde, yapılandırılmasında pek de rol oynamıyor. Bir yerde ifade etmiştik, parayı verenin düdüğü çaldığı misali, ne kadar çok petro-dolar katkısı, siyasi karar mekanizmasında o kadar temsiliyet hakkı. İKÖ yetkilileri Endonezya’nın yıllık aidatını toplayabiliyorlar mı? Ya da Endonezya yıllık aidatlarını vermemeyi mi tercih ediyor ve de niçin? Buna karşılık Endonezya batılı ülkeler nezdinde, yeri ve zamanı geldiğinde, kendini sürekli öne çıkardığı unsurların başında, belki de kendince halkı Müslüman olan ülkelerde “başa” oynamayı hedefleyen bir yaklaşımla sürekli ülkesedi Müslüman nüfusun çoğunluğuna ve de ülkenin “moderate Islam” olgusuna atıfta bulunuyor. Türkiye ile Endonezya arasındaki İKÖ benzerliği, Türkiye’nin söz konusu kurumun Genel Sekreterliği nezdindeki girişimiyle Endonezya’nın kurum içerisindeki varlığının bir an önce pekiştirilmesi yönünde olmalıdır. Susilo Bambang Yudhoyono’nun bu konuda Sayın Cumhurbaşkanımıza kafi açıklamalar yaptığına eminiz. Bu benzerliğin Cakarta’da doğurduğu söylem ise İslam Barış Gücü tesisi oldu. Eni konu askeri bir oluşum olan Barış Gücü, İslam ülkeleri arasında tesisinin neler getirip neler götüreceği iyi hesaplanmalıdır. Bugün daha yardım kuruluşları nezdinde birliği sağlamada zorlanan, acil yardım konusunda oldukça eksikleri olan bir kurumun içinden çıkacak Barış Gücü katkıdan ziyade zararlara neden olabilir. Böylesi bir yapılanmanın zikredilmesi bile İslam dünyası içerisinde “merkez-çevre” arasındaki ilişkilerde “merkez odaklı” yaklaşımların varlığını bütün ağırlığıyla sürdürdüğünü ortaya koyuyor. İslam Barış Gücü gibi Ortadoğu’daki gelişmeler ekseninde ortaya atılan bir oluşum yerine, Gül ve Yudhoyono’nun çok daha somut ve çok daha uzun erimli problemler olarak ortada duran Güneydoğu Asya’nın çeşitli ülkelerinde azınlık konumunda sosyal ve siyasal haklardan mahrum yaşayan ve kimi ülkelerde de insanlık dışı muamelelere açıkça maruz kalan Müslüman azınlıkların haklarının korunması, çatışma bölgelerinde acil çözüme ulaşılması, bölgede süreklilik arz eden doğal afetler konusunda ortak girişimlere başlanılması gibi konularda inisiyatif almaları çok daha anlamlı ve verimli olurdu.
Sayın Gül’ün açıklamaları arasındaki hassas cümlelerden biri de, Endonezya’nın “Tıpkı Türkiye gibi sorunların içerde olduğu kadar dışarıda da barışçıl yöntemlerle, uzlaşı ve diyalog temelinde çözümünü savunmaktadır" oldu. Bu cümle Türkiye’deki malum soruna atıfta bulunurken, Endonezya bağlamında Papua gibi barışın biraz göz kırptığı bölgelerin yanı sıra, özellikle Açe’de tesis edilen barışın devamına vurgu yaptığına kuşku yok. Açe Barışı demişken, görüşlerimizi bir kez daha sıralayalım. Açe’de barış sürekliliği uluslararası çevrelerin siyasi katılımcılığının yanı sıra, ekonomik kalkınmaya destek vermeleri ile gerçekleştirilebilir. Avrupa Birliği’nin Açe’de faaliyette olan ofisi bunun en açık kanıtıdır. Sayın Gül’ün ziyareti öncesinde ve sırasında Açe’ye yapacağı duyurulan gezi bu anlamda Açe’de pozitif bir atmosferin oluşmasına neden olmuştu. (Bkz.: http://www.today.co.id/read/2011/04/03/22096/dipo_alam_antara_tugas_negara_dan_melukis; http://www.thejakartaglobe.com/opinion/natural-partners/433787). Ancak herhangi bir açıklama yapılmadan söz konusu gezinin iptali Açe’deki olumlu hava hayal kırıklığına dönüştü. Türk iş çevrelerinin Endonezya’daki varlığı ülkenin batısındaki Açe’den başlayacak girişimlerle model olma vasfı taşıyacaktır. Gül’le doğacağına kuşku olmayan bu süreç maalesef başlatılamamıştır. Sürekli ifade ediyoruz, Türkiye’nin bir Açe politikası olmalıdır. Açe Eyaleti, Endonezya Cumhuriyeti içerisinde özerk yönetime sahip bir bölgedir. Ancak bugüne kadar Türk makamlarından hak ettiği ilgiyi gördüğü söylenemez. 1980’li yılların ikinci yarısında Açe’yi ziyaret etme cesaretini göstermiş Büyükelçi Murat İnegöllüoğlu gibi yetkililerin vizyonuna ihtiyaç vardır. İnegöllüoğlu, ziyaret etmekle kalmamış, gözlemlerini ve araştırmalarını katıldığı konferansta tebliğ olarak sunduğu gibi bir eser de kaleme almıştır. Umarız, Türkiye’nin Cakarta Büyükelçiliği’ne geçen yıl atanan Sayın Murat Adalı bu sürecin devam ettiricisi olur.

1 yorum:

  1. Sayin Mehmet Ozay Bey

    Ben rahmetli Metin Inegolluoglu nun oglu Murat Inegolluoglu. Babam 1986-1989 yillari arasinda Cakarta TC Buyukelcisi olarak gorev aldi. Yayinladigi Asya Pasifik de Turk Izleri kitabinda Aceh hakkinda bilgiler de bulunmakta.

    YanıtlaSil