Mehmet
Özay
8 Nisan 2011
Gül’ün Endonezya Ziyaretinin
Hatırlattıkları!
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Endonezya ziyareti tahmin
edilebileceği gibi olumlu izlenimler, beklentiler ve geleceğe dönük ümitlerle
dolu geçti. Bu tür gezilerin mahiyeti itibarıyla popülarize edilmesi, geniş
kesimlerin dikkatini üzerine çekecek haberleri manşetlere taşıması genel bir
medya “adeti”dir. Daha Gül’ün ziyareti başlamadan önce Endonezyalı aynı
zamanda, ressamlığı da olan bir siyasetçinin Gül’ün resmini yapması hoş bir
seda olarak kimi çevrelerde yankı buldu. Ardından, Gül bir jest yaparak, bu
tablonun gelirini bir oluşumun Açe’deki kurumuna
bağışlayacağını duyurdu. Gerçi bağış yapılan kurumun “maddi kaynaklar”
konusunda eline su dökecek bir yapılanma olmasa da, Gül’ün jesti büyük bir sevinçle
karşılanmıştı. Bu jest, Türk basınında da yer bulan Orta Açe’deki yoğun
yağışlar neticesinde oluşan selde büyük maddi kayba maruz kalan Açelilere
yardım olarak da gidebilirdi.
Bu önemli ziyaretin Türk medyasındaki yansıması elbette
eğilimlere bağlı olarak bölük pörçük olduğu gözlerden kaçmadı. Kimisi Gül’ün
resmini, kimisi de kendi kurumunu öne çıkarıyordu. Kimileri de küskünlüğünü
dile getiriyordu.
Gül’ün adet olduğu üzere yanında götürdüğü gazetecilerle
Cakarta’da yaptığı toplantıya davet edilmeyen bir gazeteci köşesinde ver yansın
etmiş. “Bir daha da gitmem” diyor. Bu tür brifingler elbette ki önemli.
Dikkatle izlenmesi gerekir. Ancak konuya bir başka vecheden bakarsak farklı bir
şekilde de algılayabiliriz meseleyi. Ne gibi meselâ? Cakarta’dasınız. Üçyüz
elli yıl boyunca Hollanda sömürgesi olmuş bir belde. Öte yandan Cava Adası’nın
ortasındasınız. Binlerce yıllık birikimsel kültürün en nadide örneklerine sahip
bir belde. Keşfedeceğiniz pek çok şey olduğunu göreceksiniz. Hatta, biraz
cesaretle Cakarta’nın arka mahallelerine doğru bir seyir yaptığınızda
ummadığınız insanlık halleriyle karşılacaksınız. Ya da tarihi Cava Kültürü’nün
beşiği Cogcakarta’ya uzanabilir, trenle Cakarta’nın banliyösü kabul edilen
Bogor’un enfes doğasını teneffüs edip Budist terapilerine katılabilirsiniz. Ya
da 1955 yılında Dünya Bağlantısızlar toplantısına evsahipliği yapmış üniversite
şehri Bandung’a kaçıp, “bağlantısızlığın ruhuna” dokunabilirsiniz. Biraz daha
vaktiniz varsa, Doğu Cava’ya uzanır, geleneksel İslami yaşamın ve öğretiminin
hakim olduğu pesantrenlerde Cavalı çocuklarla ve hocalarıyla dostluk kurabilir;
yüzyılların sanatı batiğin yerli yüzleri ile tanışabilirsiniz. Hem bireysel
tecrübeleriniz hem okuyucularınızı zenginleştirmeniz adına bunları paylaşmanız
çok daha kıymetli olacaktır. Bunların hiçbirin olmadığını söyleyebilir miyiz?
Gazetecilik biraz da özgürlük işidir. Bağımlılık değil! Yok bana ne yerli
kültürden deyip otelden Türk Büyükelçiliği’ne, oradan Türk restoranına
gideceğim yani alanımı ‘Türk’ sıfatını kuşanmış kurumlarla sınırlandıracağım
derseniz, bu da bir yol. Eyvallah!
İş dünyası temsilcilerinden de farklı bir açılım geldi.
Bu temsilciler, Avrupa’da yaşanan krizlerdeki görece kayıplarını telafi edecek
yeni “piyasa” arayışlarına çare olarak 230 milyonluk Endonezya pazarının
cazibesini gündeme getirdi. Tabii burada bazı detayların atlandığına kuşku yok.
Avrupa tükeciti piyasaları ile Endonezya tüketici piyasalarının farkı göz ardı
edilmemeli. Endonezya, makro ekonomik bağlamda önemli gelişme kaydederken,
bunun sokaktaki vatandaşın alım gücünü ne kadar artırdığı ülkede önemli
tartışma konularının başında geliyor. Öte yandan, tarımsal üretim ağının yoğun
olduğu böylesi bir toplumda tüketim modellerinin Avrupa’dakinden farklı olacağına
kuşku yok. Dolayısıyla Türk iş çevreleri “bir yerden al, ötekine sat”
mantığıyla Endonezya’ya yaklaşmaları kısa vadede “iş görse” de orta ve uzun
vadede açmazları olacaktır. Endonezya’nın neye ihtiyacı var diye bakıldığında,
dış yatırım başta geliyor. Sayın MÜSİAD Başkanı Ömer Vardan’ın belirttiği gibi
bu binlerce adanın en azından bazı bölgelerinde yatırıma teşebbüs edecek
girişimlerin varlığı önem kazanıyor. Öte yandan, İslam Barış Gücü gibi “premature” bir düşünce de görüşler
arasında yer bulan bir diğer konu. Gül ve Yudhoyono da yaptıkları açıklamalar
ile her iki ülke işadamlarını karşılıklı yatırımlara teşvik ettiler. Ancak
bunun sahada nasıl gerçekleştirileceği ve öncelikler işadamlarının ve bağlı
bulundukları “grupların” meseleye bakışlarıyla doğru orantılı. Yatırım tecrübe
isteyen, zahmetli, meşakkatli, uzun vadeli bir süreç. Endonezya gibi geniş bir
coğrafyayı kaplayan ülkede her bölgenin kendine has koşulları, bürokrasisi,
geleneğini göz önüne almadan ne yatırım ne de ticaret yapabilmek mümkün.
Başkent Cakarta’nın “puslu” atmosferinden çıkıp, sahada birebir üretim
alanlarında kayda değer görüşmeler yapmak, girişimlerde bulunmak çok daha makul
ve mantıklı olacaktır. Kulağı delik bir dostum Cakarta bürokrasisini aşamamış
Avrupalı yatırımcılardan bahsetmişti geçenlerde... Gözlemciler Türk
işadamlarının çoğunluğunun bugünü düşündüğü geleceğe dair uzun erimli
yatırımlara pek de yanaşmadıklarını dile getiriyorlar. Bir diğer husus, yıllar
önce, İslam Ortak Pazarı’nı gündeme getiren Rahmetli Erbakan’ın yaklaşımlarını
es geçenler bugün bu mevzuları yeniden ısıtıp ısıtıp öne sürüyorlar. Bugün
konuşulan ise daha İslam Ortak Pazarı kurulmadan, İslam Barış Gücü konusunun
gündeme atılmış olması.
Bu ziyaretin temel amacı Türkiye’nin Güneydoğu Asya
açılımında ses getirecek bir girişimlere ön ayak olmaktı. Sayın
Cumhurbaşkanı’nın “Türkiye 600 milyon nüfusa hitap eden ASEAN ile
işbirliğini geliştirmek istemektedir” ifadesi bunun en açık
göstergesidir. Dünyanın çeşitli coğrafyalarındaki ekonomik ve kalkınma
işbirliği amaçlı oluşumları arasında gerek hammadde, ucuz iş gücü gerekse sahip
olduğu nüfus potansiyeli ile önemli bir ekonomik hareketliliğe sahip ASEAN’la
Türkiye’nin “arasını bulma” konusunda Endonezya’nın liderliğini pekiştirici
girişimlerde bulunmaktı. ASEAN’ın daha başlangıcından itibaren ABD’nin
engellemelerine rağmen bugünkü düzeyine ulaşması, ardından Çin ve Hindistan’ın
bu birlik ile yollarını “kesiştirme” çabaları Türkiye’nin Güneydoğu ve Doğu
Asya bağlantılarında ASEAN’ın olmazsa olmaz bir olanak olduğunu ve bu
politikanın son derece hassas düzeylerde planlanarak hayata geçirilmesine
zorunlu kılıyor. Sayın Cumhurbaşkanı’nın iki ülke arasında Serbest Ticaret
Anlaşması yönündeki temennisi takdire şayan. Bunun alt yapısı çoktan hazır.
Ancak Türk makamlarının Endonezya gerçeklerine vukufiyet noksanlığı diyelim, bu
gerçeklere ulaşmanın önündeki en önemli engel. Endonezya hükümeti tarafından
2000 yılında serbest bölge ilân edilmiş, bugünlerde alt yapı çalışmaları
sürdürülen Weh Adası Sabang Limanı, Türkiye’nin bırakın Endonezya Güneydoğu
Asya’ya giriş kapısı olmaya yegâne aday bir bölge. Malaka Boğazı’nın Batı
girişindeki bu serbest bölge, bir yandan Malezya’nın Penang limanına ulaşımı,
öte yandan, Batam ve Singapur gibi Güney Çin’e açılan diğer serbest bölgelerle
teması ile dikkat çekiyor. Açe Eyaleti’nin hammadde zenginliği, çeşitli yatırım
olanakları için elverişli imkânlar sunduğunu bir kez daha yineleyelim. Dr.
Mahathir Muhammed’in dediği ve iktidarı döneminde uygulamaya koyduğu gibi,
uluslararası arenada var olabilmek için, bilinmeyen coğrafyalarda yatırım
yapmak suretiyle gelecekte bölge piyasalarına hakim olabilmek mümkün.
Cumhurbaşkanı Gül’ün iki ülke arasında “ortak noktaların”
olduğu yönündeki vurgusu haksız değildi. Bu ortak noktaları vurgularken, “Kökleri
yüzyıllar öncesine uzanan Türkiye Endonezya dostluğunun... “ diye başlayan
cümleler güçlü bazı stratejik dengelemeler yapıldığı izlenimi veriyordu.
Örneğin, 16. yüzyıla atıf yapılırken, kasıt elbette bugünkü Endonezya
Cumhuriyeti değil. Kaldı ki, Endonezya adı 19. yüzyıl ikinci yarısında bir
Alman sosyal bilimcisi tarafından icad edilmiş bir isimdi. Sayısı onyedi bini
bulan adalar topluluğu Endonezya, Ortaçağlar’da birbirinden bağımsız krallıklar
ve sultanlıkların egemenlik sürdüğü bambaşka bir dünyaydı. Elbette Gül, 16.
yüzyıl derken, Osmanlı Devleti ile Açe Darüsselam Sultanlığı ilişkilerine
referansda bulunuyordu. Gerçi daha erken dönemde Türk unsurlarının Malay Takımadaları’ndaki
varlığına da referans yapabilirdi. Ancak, geziye eşlik eden akademisyenler Sayın
Cumhurbaşkanı’na böyle bir bilgi sunmamış olmalılar ki, o da sınırı 16.
yüzyılda tuttu. Başka ortak noktalar nedir diye sorarsak, modern döneme
gelmemiz gerekirdi. Yani modern Türkiye Cumhuriyeti ile Endonezya Cumhuriyeti
kurucu babaları ve ilkelerinin benzerliğine. Yani modern Türk milliyetçiliğinin
Endonezya milliyetçiliği ile buluşma noktası... Bu son derece önemli bir
benzerlikti ve 1908 yılında Hollanda’daki Cavalı öğrenciler marifetiyle
başlatılan Endonezya Milliyetçi Hareketi’nin 1920’li ve 30’lu yıllardaki hızlı
savunucusu Sukarno ile tabiri caizse ayyuka çıkmıştı. Sukarno, daha Hollanda
sömürge ve emperyalizminin devam ettiği yıllarda Milliyetçi Partiyi kurmasının
akabinde, ülkenin “Asya Asyalılarındır” ilkesinden hareketle tüm Güneydoğu
Asya’yı askeri egemenliği altına alan Japonlar, Endonezya Bağımsızlığı’nı
öngörmüşler ve bu bağlamda Sukarno ve Hatta’ya girişimlerini başlatma yönünde
destek olmuşlardı. Ancak Sukarno hangi ilkeler etrafında yeni devleti inşa
edecekti? İşte sorun tam da buydu. Bu sorun, Mustafa Kemal Atatürk’ün laik
cumhuriyetinin ilkelerinden yoğun bir şekilde esinlenilerek çözüme
kavuşturuldu. Bu başlangıca rağmen, iki ülke arasındaki ilişkiler, 1955
yılındaki Bandung Bağlantısızlar Konferansı’nda Türkiye’nin “Batı’nın
temsilcisi” sıfatıyla yaftalanmasıyla tecrübe ettiği “olumsuzluk”, Endonezya
ile Türkiye ilişkilerinde durulmaya neden olduğuna kuşku yok. İşte böylesi
tarihi süreçte ortaya çıkan benzerlikler... Devamında ne kadar işlerlik kazandırıldığı şüpheli bir
D-8 ile Batılı gelişmiş devletlerin kalkınma yarışında diğer ülkelere göre bir
adım öne çıkanları “bünyesine katma” projesinin bir ürünü olan G-20’deki
beraberlik. Ancak bu henüz çok yeni ve ne olacağı meçhul bir beraberlik...
Ortak noktaların bir diğeri iki ülkenin İKÖ içerisindeki
varlıkları. Türkiye’nin 2002 yılından bu yana İKÖ’ye “müdahalesi”
bilinegeliyor. Akademisyenlikten, bir anlamda “kurtlar dansının” sürdüğü İKÖ gibi
siyasi bir kuruma atanan Eklemeddin İhsanoğlu’nun yönetiminde, gene ancak bir
akademisyenden çıkacak fikirlerle “reform ve rönesans” çabaları kurumun dönüşüm
sürecine işaret ediyor. Ancak “evdeki hesabın çarşıya uymaması” şeklinde naif
bir şekilde ifade edecek olursak, bugünlerde beşinci yılını dolduran reform ve
rönesans çabalarının –en azından- iki önemli “gediği” olduğunu belirtelim.
Birincisi Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Müslüman halkların çoğunlukta olduğu
ülkelerde yaşananlara İKÖ’nün –bunun yanı sıra Arab Birliği’ni de sayabiliriz-
ne denli yapıcı politikalar üreterek yaklaştığıdır. Özellikle NATO’nun siyasi
ve askeri girişimleri, İslam dünyasını temsile sahip olduğu belirtilen İKÖ’nün
varlığını gölgede bıraktığı uzmanların ortak görüşleri arasında yer alıyor. Bir
yandan da şu soruyu sormakta fayda var. Reform ve rönesans başlatan İKÖ
yönetimi Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki reform çabalarına ayak uyduramadığı da
yapılan yorumlar arasında. Yani bir yanda tipik modernleştirmeci teoriler de
olduğu gibi tepeden inmeci yöntem, öte yandan, hakiki “grassroot” hareketleri. Ne diyelim bari, İhsanoğlu’nun çabalarını
akademisyenlerle sokaktaki adamın bir türlü örtüşmeyen yüzüne bir örnek kabul
edelim. İKÖ yönetiminin Endonezya ile ilişkilerinin “limoni” olduğunu herkes
biliyor. Bu bağlamda küçük bir istatistiki bilgi verilmesi yeterli. Kimi
yetkililerin ifadesiyle, Endonezya’nın İKÖ nezdindeki çalışanı bir elin
parmaklarını bulmayacak düzeyde. Bu demektir ki, Endonezya İKÖ politikalarının
şekillendirilmesinde, yapılandırılmasında pek de rol oynamıyor. Bir yerde ifade
etmiştik, parayı verenin düdüğü çaldığı misali, ne kadar çok petro-dolar
katkısı, siyasi karar mekanizmasında o kadar temsiliyet hakkı. İKÖ yetkilileri
Endonezya’nın yıllık aidatını toplayabiliyorlar mı? Ya da Endonezya yıllık
aidatlarını vermemeyi mi tercih ediyor ve de niçin? Buna karşılık Endonezya
batılı ülkeler nezdinde, yeri ve zamanı geldiğinde, kendini sürekli öne
çıkardığı unsurların başında, belki de kendince halkı Müslüman olan ülkelerde “başa”
oynamayı hedefleyen bir yaklaşımla sürekli ülkesedi Müslüman nüfusun
çoğunluğuna ve de ülkenin “moderate Islam”
olgusuna atıfta bulunuyor. Türkiye ile Endonezya arasındaki İKÖ benzerliği,
Türkiye’nin söz konusu kurumun Genel Sekreterliği nezdindeki girişimiyle
Endonezya’nın kurum içerisindeki varlığının bir an önce pekiştirilmesi yönünde
olmalıdır. Susilo Bambang Yudhoyono’nun bu konuda Sayın Cumhurbaşkanımıza kafi
açıklamalar yaptığına eminiz. Bu benzerliğin Cakarta’da doğurduğu söylem ise
İslam Barış Gücü tesisi oldu. Eni konu askeri bir oluşum olan Barış Gücü, İslam
ülkeleri arasında tesisinin neler getirip neler götüreceği iyi hesaplanmalıdır.
Bugün daha yardım kuruluşları nezdinde birliği sağlamada zorlanan, acil yardım
konusunda oldukça eksikleri olan bir kurumun içinden çıkacak Barış Gücü
katkıdan ziyade zararlara neden olabilir. Böylesi bir yapılanmanın zikredilmesi
bile İslam dünyası içerisinde “merkez-çevre” arasındaki ilişkilerde “merkez
odaklı” yaklaşımların varlığını bütün ağırlığıyla sürdürdüğünü ortaya koyuyor.
İslam Barış Gücü gibi Ortadoğu’daki gelişmeler ekseninde ortaya atılan bir
oluşum yerine, Gül ve Yudhoyono’nun çok daha somut ve çok daha uzun erimli
problemler olarak ortada duran Güneydoğu Asya’nın çeşitli ülkelerinde azınlık
konumunda sosyal ve siyasal haklardan mahrum yaşayan ve kimi ülkelerde de
insanlık dışı muamelelere açıkça maruz kalan Müslüman azınlıkların haklarının
korunması, çatışma bölgelerinde acil çözüme ulaşılması, bölgede süreklilik arz
eden doğal afetler konusunda ortak girişimlere başlanılması gibi konularda
inisiyatif almaları çok daha anlamlı ve verimli olurdu.
Sayın Gül’ün açıklamaları arasındaki hassas cümlelerden
biri de, Endonezya’nın “Tıpkı Türkiye gibi sorunların içerde olduğu kadar
dışarıda da barışçıl yöntemlerle, uzlaşı ve diyalog temelinde çözümünü
savunmaktadır" oldu. Bu cümle Türkiye’deki malum soruna atıfta bulunurken,
Endonezya bağlamında Papua gibi barışın biraz göz kırptığı bölgelerin yanı
sıra, özellikle Açe’de tesis edilen barışın devamına vurgu yaptığına kuşku yok.
Açe Barışı demişken, görüşlerimizi bir kez daha sıralayalım. Açe’de barış
sürekliliği uluslararası çevrelerin siyasi katılımcılığının yanı sıra, ekonomik
kalkınmaya destek vermeleri ile gerçekleştirilebilir. Avrupa Birliği’nin Açe’de
faaliyette olan ofisi bunun en açık kanıtıdır. Sayın Gül’ün ziyareti öncesinde
ve sırasında Açe’ye yapacağı duyurulan gezi bu anlamda Açe’de pozitif bir
atmosferin oluşmasına neden olmuştu. (Bkz.: http://www.today.co.id/read/2011/04/03/22096/dipo_alam_antara_tugas_negara_dan_melukis; http://www.thejakartaglobe.com/opinion/natural-partners/433787). Ancak herhangi bir açıklama yapılmadan söz konusu
gezinin iptali Açe’deki olumlu hava hayal kırıklığına dönüştü. Türk iş
çevrelerinin Endonezya’daki varlığı ülkenin batısındaki Açe’den başlayacak
girişimlerle model olma vasfı taşıyacaktır. Gül’le doğacağına kuşku olmayan bu
süreç maalesef başlatılamamıştır. Sürekli ifade ediyoruz, Türkiye’nin bir Açe
politikası olmalıdır. Açe Eyaleti, Endonezya Cumhuriyeti içerisinde özerk
yönetime sahip bir bölgedir. Ancak bugüne kadar Türk makamlarından hak ettiği
ilgiyi gördüğü söylenemez. 1980’li yılların ikinci yarısında Açe’yi ziyaret
etme cesaretini göstermiş Büyükelçi Murat İnegöllüoğlu gibi yetkililerin
vizyonuna ihtiyaç vardır. İnegöllüoğlu, ziyaret etmekle kalmamış, gözlemlerini
ve araştırmalarını katıldığı konferansta tebliğ olarak sunduğu gibi bir eser de
kaleme almıştır. Umarız, Türkiye’nin Cakarta Büyükelçiliği’ne geçen yıl atanan
Sayın Murat Adalı bu sürecin devam ettiricisi olur.
Sayin Mehmet Ozay Bey
YanıtlaSilBen rahmetli Metin Inegolluoglu nun oglu Murat Inegolluoglu. Babam 1986-1989 yillari arasinda Cakarta TC Buyukelcisi olarak gorev aldi. Yayinladigi Asya Pasifik de Turk Izleri kitabinda Aceh hakkinda bilgiler de bulunmakta.