20 Ekim 2024 Pazar

Yeniden dirilişçilik üzerine bazı görüşler (2) / Some ideas upon revivalism (2)

Mehmet Özay                                                                                                                           20.10.2024

İslam’da yeniden dirilişçilik (revivalism) tartışmalarının, bizim açımızdan dikkat çeken ancak, bu tartışmaların öncüsü olduğu iddiasındaki pek çok çevrenin/çevrelerin, fark etmek istemedikleri gerçeklikler üzerinde durmak gerekiyor.

Yukarıda, ‘pek çok çevrelerin’ derken, abartarak ifade ettiğimin farkındayım. Ancak, yakın ve orta-yakın gözlem ve tecrübeler bunu söyletmeye elverecek veriler içeriyor-,

Öncelikle, yeniden dirilişçilik olgusunun, akademi içinde ve akademi dışında kabul edilebilecek, iki temel insan kaynağın tarafından dillendirildiğini tespit etmek gerekiyor.  

Akademi dışı çevreleri temelde düşünür, aydın, gazeteci-entellektüel olarak adlandırma eğilimi söz konusuyken, akademi içi çevreleri uzman, akademisyen, araştırmacı vb. kavramlarla tanımlama eğimi bulunuyor.

Söz konusu bu, her iki grubu, dirilişçilik düşüncesi alanına katkıları bağlamında ayırt etmek mümkün...

Bu çerçevede, akademi içi çevrelerin, çokça bir söylem boşluğu ile hemhâl olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu çevrelerin, bizatihi içinde yer aldıkları akademik kurumsal yapının doğasını anlamamaktan başlayan ve şu veya bu halde, bu kurumun içinde yer alma sürecine dahil olmalarının niteliği ve türü ile de yakından bağlantılı bir husus var..

Bu çevrelerin, öncelikle maddi kaygılarla başlayan akademi serüvenlerinde, akademi içinde edinilen ve zamanla, bu öncelikli/biyolojik kaygılarını aşmanın ardından, bir başka açlığı yani, statü açlıklarını doyurma endişesiyle karşı karşıya bulunduklarına tanık olunuyor.

Kimliği ve aidiyeti ne olursa olsun bu çevrenin, kendilerini İslam ve dirilişçilik olgularında söz söyleme yeterliliğinde görmeleriyle birlikte, tartışmanın hakikiliği yerini, etik içi (in-ethics) ve etik dışılık (out-ethics) tartışmasına bıraktığı gözlemleniyor.

Ancak, bu tartışmayı yapanın, bu çevreler olmadığını ve hatta, böylesi bir tartışmayı başlatabilme niyeti ve yeterliliğinde olmadıklarını da özellikle vurgulamak istiyorum.

Karşımızda, oldukça vahim bir durum var, değil mi?

Nihayetinde, bu çevrelerin akademik yaşam serüvenlerinde özellikle, mevki ve makam bağlamında, ömürleri boyunca sürekli ayakta kalma mücadelesi vermeleri bir yandan, akademi alanında uzmanlıkları ile var olurken, öte yandan bu uzmanlıklarıyla doğrusal olarak geliştirdikleri sözde dirilişçi söyleme katkıları arasında bir ilişki kurmayı arzu ettikleri görülüyor.

Bununla birlikte, bu söylem ve uzmanlık alanında ilerlerken ortaya konulan argümanların teorik ve pratik yapılarla gizli/açık çatışmacılığı, onların fark etmedikleri ve fark etmek istemedikleri veya bu fark edişten aciz oldukları gibi temel bir karakteristik olarak nükseder.

Bu çevreler, bir yandan İslami dirilişçilik gibi gayet önemli ve yüksek bir olguyu gündeme taşırken, bu soyut bağlamın yanı başlarında, gündelik yaşamda, kurumlarında ve de ofislerinde karşılarına çıkan ve her daim tanık oldukları ve tecrübe ettikleri gerçekliklerle ilintilendirememe gibi bir zaafiyete sahip olduklarını söylemek gerekiyor.

Bu çevreler aslında, öylesine ‘tersinden smart’ bir kişiliği bünyelerine geçirmişlerdir ki, tüm uzlanlıklarına, sahip olduları bilgi birikimine ve hatta bazılarının, klasik anlamda alim (traditional scholar) sıfatını taşıdıkları söylenebilecek düzeyde olmalarına rağmen, bu temel, basit, gündelik tezatları görmeme gibi gayet önemli bir kabiliyeti de geliştirebilme başarısı göstermişlerdir!

Aslında, bu çevrelerin tüm akademi evrelerinde belki de, en istikrarlı oldukları konunun bu geliştirdikleri ‘yanlış kabiliyeti’ devam ettirme konusundaki istikrarlı duruşları ve eylemleridir.

Bu çevrelerin, İslam kültür ve medeniyetine dair diriltmeyi arzu ettikleri olgular, kavramlar, kurumlar vb. ile temelde bir alış verişlerinin olmadığını söylemek istemiyorum.

Bununla birlikte, bu çevreye mensup kişilerin özellikle kendilerini içinde buldukları temel biyolojik, maddi açlığa ve bu açlığın, manevi boyut içerisinde tezahür etmiş hallerine yani, toplumsal statü edinme vb. süreçlerine tabi olmaları onların, sözde İslami diriliş konusunda her ne yaparlarsa yapsınlar, hakiki bir yaklaşım ve söylem ortaya koymalarına mani oluyor.

Haddi zatında, bu ikircikli tezat, onların iddialarından bizatihi uzaklaşmalarına neden oluyor.

Bu nedenle, bu çevreler öncülüğünde neredeyse tüm Müslüman toplum, hadi ümmet (ummah) diyelim, sürekli yerinde sayıyor, debelenip duruyor.

Bu yerinden sayma ve debelenip durmanın sanki, dışardan bir düşman eliyle, düşüncesiyle yapılıyormuş gibi bir intibaya kapılabilirsiniz.

Aslında, bu intibayı ortaya koyma maharetini gösteren de, bu çevrelerin bizatihi kendileri olmalarına şaşmamak gerekiyor.

Nihayetinde, işgal ettikleri makamlar ve statüler nedeniyle, bu kişi ve çevreler toplumun öncüsü sıfatıyla anılmayı da maalesef hak ediyorlar/hak ettiriliyorlar!

Müslüman toplumların bu tür insanların liderliğinde gidebileceği yer neresi diye sorduğunuzda öteye beriye bakmaya gerek yok. Hemen yanı başımızda olan bitene ya da ol/a/mayan bit/mey/ene bakmak yeterlidir.

Düşman elinin, dün ve bugün nerelerde var olduğunu biliyoruz. Ve bunu tartışabiliriz de...

Ancak, yeniden dirilişçilik olgusunu göz kamaştırıcı söylemlerle, rengârenk çizimlerle/sembollerle/diagramlarla ortaya koyma maharetini sergileyenler ne kendi ailelerini ve içinde yer aldıkları ve yer-makam işgal ettikleri kurumları ne de, pek de uzakta olmayan hatta, yaşadıkları şehirlerdeki Müslümanların ya da komşu ülkedeki Müslümanların birer parçası oldukları ümmetin halini görmeyen, görmek istemeyen tutum ve davranışları ortada samimi olmayan, ahlâki olmayan, insani olmayan, dini olmayan bir boyutun veya boyutların olduğuna işaret ediyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/yeniden-diriliscilik-uzerine-bazi-gorusler-some-ideas-upon-revivalism/

17 Ekim 2024 Perşembe

Endonezya’da 4 yıldızlı general Prabowo başkanlık görevine / 4-star general Prabowo takes office in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                            17.10.2024

Endonezya, 20 Ekim’de Joko Widodo iki dönem sürdürdüğü başkanlığını, 4 yıldızlı asker unvanına sahip Prabowo Subianto’ya devredecek.

Prabowo’ya dört yıldız generalliği layık görenin Jokowi olması ise, ilginç bir sürecin ortaya çıktığına işaret ediyor.

Daha önceki yazılarımda dile getirmiştim...

Jokowi’nin ikinci dönem yani 2019-2024 yılları arasında başkanlık döneminin krizsiz atlatılmasında, gayet sürpiz bir gelişme olarak, Prabowo’nun kabineye savunma bakanı olarak atanmasının çok büyük önemi bulunuyordu.

Bu gelişmeye bakarak, emekli ordu mensuplarının sivil siyasette ve toplumsal temsiliyette önemli bir yere geldikleri yönünde naif bir görüş sunmuyorum.

Aksine, eski bir ordu mensubu olarak önemli kabiliyetlerle donanımlı olduğuna kuşku olmayan Prabowo’nun, sivil siyaseti dizayn etmek yerine, sivil siyasete sorun çıkartmayacak bir unsur olarak siyasal yaşamda var olduğunu söyleyebiliriz.

Bugün gelinen noktada ise, Prabowo yukarıda ifade ettiğim her iki görüşten birinin doğru çıkması için beş yıl gibi, gayet önemli bir görev sürecine sahip olacak. Bu süreci, hep birlikte yakından izyeleceğiz...

Başkan değişimi

Başkan değişimi, bazı teknik hususların ötesinde, Endonezya için ne anlama geliyor?

Bu soruya verilecek cevabın, Endonezya’daki gelişmeler kadar, küresel gelişmelerle de yakından bağlantılı olduğunu düşünüyorum.

Öncelikle ilkine değinelim...

Ordu siyaset ilişkisi

1998’de Suharto’nun iktidardan çekilmesiyle başlayan reform hareketinin, aradan geçen çeyrek yüzyılın ardından geldiği noktada, sivil demokrasinin ve sivil siyasetçilerin egemenliğini ne kadar yansıtıp yansıtmadığı, Prabowo’nun başkanlığı ile yeniden tartışılmaya başlanacak...

Hatta, bu sürece girildi bile...

1998 sürecinden hemen sonra, 2000 yılında başkanlık koltuğuna oturan ve ilk sivil başkan diyebileceğimiz merhum Abdurrahman Wahid’in, orduda başlattığı reform süreci, ileri geri adımlarla bugüne kadar süre gelirken, bugün karşımızda yeni bir emekli ordu mensubu Prabowo başkan olarak yer alıyor.

Ordu mensuplarının emekliliklerinin ardından, siyaset yapamayacakları yönünde bir kanun bulunmuyor elbette...

Ancak, Endonezya gibi ülkelerde ordunun sadece, ‘askeri’ görevlerle sınırlı olmayan ve hatta ordunun dış tehditlerin ötesinde daha çok iç tehditlere yönelik yapılaşması ve bunun getirdiği geniş ilişkiler ağı çerçevesinde, sivilleştikleri iddiasıyla ortaya çıkan ordu mensuplarının, uzun meslek yıllarında edindikleri köklü bağlarından sıyrılabildiklerini söylemek güç.

Her ne kadar, ordudan emekli olsa da, asker kökenine güçlü bir gönderme yapacak şekilde ve hatta bunu daha da öne çıkartacak şekilde, 2024 yılında Jokowi tarafından, 4 yıldızlı general unvanı verilen Prabowo, bu unvanını sivil başkanlığında nasıl değerlendireceği merak konusu.

Prabowo’nun, öyle sıradan bir ordu komutanı olmadığı, 1966-1998 yıllarında ülkeyi yöneten Suharto döneminin sonlarında öne çıkan bir isim olmak kadar, Suharto’nun kızıyla evlenmesi dolayısıyla aileden biri olarak da adı sıklıkla zikredilen bir isim.

Prabowo’nun ordudaki görevi sırasında adının, çeşitli insan hakları ihlâlleriyle anılacak vakıalara karışmış olması ise -ve bunun doğrudan bir yansıması olarak ABD gibi ülkelerce yasaklı addedilmesi, temelde onun ilk iki özelliğini tamamlayıcı mahiyette olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Ve bu sürecin doğurduğu doğal bir gelişme olarak bugün Prabowo, ülkenin zengin kulübünün en değerli üyelerinden biri konumunda...

Asker siyasetçi

Endonezya siyaset geleneğinde, emekli ordu mensuplarının meslek yaşamlarının ardından, sivil siyasette yer almalarının, en azından yüksek olasılıklı darbe ihtimalini zayıflattığı düşünülerek olumlu kabul edilebilir.

Bu çerçevede, toprağı bol olsun, Singapur kurucu başbakanı Lee Kuan Yew’un zamanında, Myanmar’lı generaller için dile getirdiği, “üniformayı çıkartıp sivil siyasette yer alın” göndermesini Endonezya 1998 sonrasında gayet olumlu bir şekilde ortaya koydu.

Bunun ilk örneğini, 2004-2014 yıllarında ülkeyi yöneten Susilo Bambang Yudhoyono oluşturuyordu.

Diğer emekli ordu mensupları benzer süreci takip ederek bazısı parti kurarak siyasette ana akım olma iddiasıyla öne çıktı, bazıları ile var olan sivil siyaset dengelerinde kendilerine gayet önemli mevkiler edinerek siyaset dünyasının renkli sahnesinde yer aldılar ve almaya devam ediyorlar.

Bunların ilkine örnek, Prabowo Subianto ve Wiranto...

İkincisine örnek ise, Jokowi döneminin hükümetlerinde örneğin, Denizcilik İşleri ve Yatırım gibi önemli bakanlıklarda yer alan Luhut Pandjaitan oluşturuyor.

Genç nesil ordu mensupu olup istifa ile siyasete atılanlara örnek ise Susilo Bambang Yudhoyono’nun oğlu Edhie Baskoro Yudhoyono...

Uluslararası gelişmeler

Endonezya siyasetinde bugün gelinen noktanın, uluslararası alanla ilişkisi veya uluslararası alandaki gelişmelerin Endonezya siyasetine ve özellikle de, iki gün sonra başkanlık koltuğuna oturacak olan Prabowo ile ne türden etkisi olacağını yakından takip etmek gerekiyor.

Hemen ifade edeyim... Uluslararası gelişmeler, Prabowo’dan yana...

Bu ifadenin iki bağlamı bulunuyor...

İlki, Güney Çin Denizi sorunundan başlayarak Ortadoğu’da İsrail’in yeniden yapılaşmasına kadar olan boyutlar hiç kuşku yok ki, Prabowo’nun yakın ilgi alanına giriyor.

Birbirinden gayet farklılık arz eden bu uluslararası gelişmeler, iç siyasetin gereklerine ve kamuoyu oluşturma biçimlerine göre Prabowo ve ekibi tarafından şekillendirilmeye matuf alanları oluşturuyor.

İkincisi, uluslararsı çevrelerin veya daha net bir ifadeyle küresel güçlerin, Endonezya gibi hem nüfus, hem jeo-politik ve jeo-ekonomi olarak önemi giderek artmış olan bir ülkeyle ittifak ilişkilerini tesis ve var olan ittifak yapılaşmalarını teyit ve takviye anlamında, Prabowo önemli bir siyasal aktör konumunda bulunuyor.

Bu noktada, sadece savunma bakanı olarak değil, geçtiğimiz Şubat ayında yapılan başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından neredeyse, ‘gölge başkan’ olarak önemli küresel liderlerle ve siyasetçilerle görüşmeler yapması onun başkanlık mesaisine alıştırmalar olarak kabul edebiliriz.

Aralarında Rusya devlet başkanı Validimir Putin, Fransa devlet başkanı Emanuel Macron, Avustralya başbakanı Anthony Albanese, ABD dışişleri bakanı Anthony Blinken, Malezya başbakanı Enver İbrahim gibi isimlerle görüşmeler ‘nezaket ziyaretlerinin’ ötesinde anlamlar içeriyor.

20 Ekim’de yapılacak başkanlık değişiminin ve de Prabowo’nun başkanlığının Endonezya’ya hayırlı olmasını diliyorum.

https://guneydoguasyacalismalari.com/endonezyada-4-yildizli-prabowo-baskanlik-gorevine-4-star-general-prabowo-takes-office-in-indonesia/

16 Ekim 2024 Çarşamba

Çin ve Tayvan arasında gerilim artıyor / Increasing the tension between China and Taiwan

Mehmet Özay                                                                                                                           16.10. 2024

Çin’den Tayvan’a göz dağı artarak devam ediyor...

Tayvan milli günü dolayısıyla başkan Lai Ching-te’nin 10 Ekim’de yaptığı konuşmanın ardından, Pekin yönetimi geçtiğimiz Pazartesi günü tüm askeri birimlerin katılımıyla Tayvan’ı çevreleyen sularda bir günlük tatbik gerçekleştirdi.

Bu gelişme, Avrupa’nın göbeğinde ve Ortadoğu’da sıcak çatışmalar sürer ve bir şekilde, barış adımları atılmaya çalışılırken, dünyanın farklı bölgelerinde potansiyel çatışma alanlarının başında gelen Tayvan Boğazı’nda tehlike sürekli büyümeye devam ettiği anlamına geliyor.

Küresel bir güç olarak Çin Halk Cumhuriyeti’nin (People’s Republic of China-PRC), Tayvan’a, ki resmi adı Çin Cumhuriyeti (Republic of China), yönelik tehditlerinin sadece lafta kalmadığı aksine, günden güne artan askeri tatbikatlarla, neredeyse her an Ada’ya yönelik bir askeri harekatı başlatacağı izlenimi veriyor.

Kognitif savaş

Geçtiğimiz Pazartesi günü, ‘Ortak Kılıç-2024B’ adı verilen ve Çin ordusunun (Chinese People’s Liberation Army-PLA) tüm birimleriyle katıldığı ve Tayvan’ı çevreleyen sularda gerçekleştirilen bir günlük tatbikatı, gelişigüzel yapılmış bir eylem olarak değerlendirmek yanlış.

Tüm ordu birimlerinin iştirak ettiği bu tatbikat, aynı zamanda literatürde “kognitif savaş” (cognitive warfare) olarak adlandırılan ve askeri yapı dışındaki unsurların da katılmasıyla belki de, önceki tatbikatlardan ayrıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu yöntemle, Tayvan kamuoyunda algı değişiklikleri hedeflenirken, bunun sıcak savaş unsurlarının önünün açacak bir yol olarak kullanılacağı varsayılıyor.

Çin yönetiminin askeri tatbikatlar için, çeşitli vesileleri gerekçe gösterdiğini söylemek mümkün.

Pazartesi günkü tatbikat için de Tayvan devlet başkanı Lai Ching-te’nin, 10 Ekim günü, ulusal gün dolayısıyla yaptığı konuşma Pekin’de oldukça şiddetli bir karşılık buldu.

Başkan Lai, ne dedi?

Başkan Lai uzun bir konuşma yaptı... Konuşma metnine baktığımızda, pek çok konuya değindiği anlaşılıyor.

Ancak, öne çıkan temel hususlara kısaca değinmekte yarar var.

Lai, yaptığı konuşmada, “Tayvan ve Çin’in birbirinin hakimiyetine girmeyecektir” ve “Çin Halk Cumhuriyeti’nin Tayvan’ı temsil etme hakkı yoktur” ifadeleri açıkça, Pekin yönetiminin “Tek Çin” idealine muhalif bir bağlamda yer aldığına kuşku yok.

Tayvan’da bağımsızlık gününün 1949 yılından başlayan dönemden değil aksine, 1911 yılına yani, Çin hanedanlığına karşı gerçekleştirilen modern darbeye gönderme yapması dikkat çekiciydi.

Bu tarihi yaklaşım, hiç kuşku yok ki, 1945-1949 yılları arasında Ana kıta Çin’de komünist ve milliyetçi Çin arasında yapılan ve komünistlerin galibiyetiyle sonuçlanan iç savaşı ve devamını yok sayan bir açılımı içeriyor.

Başkan Lai’nin 1911 göndermesinin Çin hanedanlığını ortadan kaldıran milliyetçi güçler noktasında doğruluğu içinde barındırıyor.

Ancak, bu sürecin ardından bir toplumsal hareket olarak başlayan ve ardından, kurumsallaşan Çin komünizminin ve de 1949 sonrası Çin Komünist Partisi ve yönetiminin varlığını dikkate almamasıyla, gayet önemli bir tarihi söylem ortaya koyuyor.

Pekin’den güçlü tepki

Bu konuşmanın ardından, Çin’de Tayvan İşleri’nden Sorumlu direktör Chen Binhua Başkan Lai Ching’i “barışı baltalayan” vb. sıfatlarla suçlarken, açıklamasının devamında, Pekin yönetiminin, Tayvan Boğazı’nda barış ve istikrarın teminini sağlamaya yönelik olarak, olası gelişmelere karşı egemen devlet hakkını kullanmaktan çekinmeyeceğine vurgu yaptı.

Ve bu açıklamanın ardından, Pazartesi günkü tatbikat gerçekleştirildi...

Tatbikatın ertesinde yine, Chen Binhua’nın açıklaması gündemde önemli yer işgal ettiği görülüyor.

Chen’in, bu sefer, “... Barışçıl birleşme konusunda çaba harcama niyetindeyiz. Ancak, güç kullanmaktan da vazgeçmeyeceğiz...” şeklindeki ifadelerini, gayet güçlü siyasi demeçler olarak kabul etmek gerekir.

Elbette, bu söylem yeni değil...

Aynı ifadeleri, Çin devlet başkanı Şi Cinping’in söylemlerinde de tanık olunması, Pekin yönetiminin bu konuya ne denli önem verdiğinin bir kez daha kanıtı niteliğindedir.

Bu süreçte gündeme gelen söylemler çerçevesinde bakıldığında, aslında sorunun, Çin ve Tayvan arasında kalmayacak olduğunun işaretini de veren yine Chen.

Chen’in, olası bir sıcak çatışmanın hedefinin, “Tayvan’daki azınlık kitleyi oluşturan ayrılıkçılar ile müdahaleci olacak dış güçler”dir demesi, hem bölgesel ve hem de küresel güçlere gönderme yapıyor.

Köklü sorun

Hatırlanacağı üzere, Tayvan Boğazı sorununun Güney Çin Denizi ile yakın bağlantı kurulabilecek boyutlarının olması, küresel güçler yani, bu anlamda akla gelen ilk ülke elbette ABD ile bu ülkenin bölgedeki müttefiklerinden ilk akla gelen Japonya ve Filipinler oluyor.

Çin’in ‘Tek Çin’ politikasına ve bunun Batılı ülkelerce de tanınmasına karşılık, Tayvan’da son üç dönem devlet başkanlığı koltuğunda oturan devlet başkanları ve iktidardaki Demokratik Gelişimci Parti (Democratic Progressive Party-DPP) farklı bir söylemle gündeme geliyor.

Tayvan’ın demokratik kazanımlarına ve ekonomik gelişmişliği ve çeşitli alanlardaki öncülüğüne yapılan bu vurgu hiç kuşku yok ki, gizli/açık Tayvan’ın bağımsız ülke olduğuna gönderme yapıyor.

Bu yapıdan taviz verilmeyeceği söylemi ise Pekin’in siyasal olarak hazmedemeyeceği bir konu.

Çin ve Tayvan arasında yaşanacak olası bir sıcak çatışmanın Tayvan Boğazı’nın iki yakasındaki bu iki yapı ile sınırlı olmayacağı aşikâr.

https://guneydoguasyacalismalari.com/cin-ve-tayvan-arasinda-gerilim-katlaniyor-increasing-the-tension-between-china-and-taiwan/

12 Ekim 2024 Cumartesi

Erken dönem Portekiz sömürgeciliğinde bazı yapısal unsurlar / Some structural elements in early Portuguese colonialism

Mehmet Özay                                                                                                                            12.10.2024

Batı Avrupalı denizci ulusların, sömürgecilik süreçlerine dair erken dönem anlatıları bize, ‘kaba bir sömürgecilik’ vurgusu yerine, temellere dair kayda değer veriler sağlıyor.

Aksine ortada bir yandan, ekonomi ve bilgi alanında, kasıtlı ve niyetli bir yapılanma ve öte yandan, bu unsurları biraraya getirecek çevrelerde var olan araştırmacı ruhun özellikleriyle karşılaşıyoruz.

Temellerin oluşum

Bu maddi ve manevi bağlamları biraraya getirmeyi sağlayacak, gayet önemli bir hazırlık aşaması bulunuyor.

Bu durum, Avrupa’da ‘Karanlık’ dönemin geçilmiş ve Avrupa’da var olan milletlerin kendi aralarındaki çatışmacı yaklaşımlarını kısmen sona ermiş olmasının rolü yabana atılamaz.

Ya da, buna ilâve olarak, İber Yarımadası özelinde düşünecek olursak, Avrupa içi çatışmadan, -en azından, Avrupa Kıtası’nın güneyinde- kendini ayırabilen bir sürecin gelişmekte olduğunu da ileri sürülebiliriz.[1]

Bununla söylemek istediğimiz, kapalı denizlerden açık denizlere yani, Okyanuslara açılmada ilgili ulusların ne tür bir yöntem izledikleri, nelerle ve kimlerle karşılaştıkları, bu karşılaşmalar üzerine refleksif bir yaklaşım sergileyerek süreci yeniden ve de ‘onararak’ devam ettirdikleri gözlemleniyor.

Bu yazıda, söz konusu sömürgecilik süreçlerinin, erken dönem evrelerine dair bazı görüşleri, Portekizlilerin Afrika kıyılarındaki ilk tecrübeleri bağlamında kısaca ele alacağım.

1414 ilâ 1448 yılları arasına tekabül eden bu erken dönem denizciliğe dair teşebbüsler bize, 15. yüzyılın sonunda Portekizlileri, Hindistan sahillerine çıkartabilmiş olmasını yeniden değerlendirme imkânı tanıyacaktır.

Denizci Henry öncesi

Portekizliler ve denizcilik dendiğinde akla gelen ilk isim ‘Denizci Henry (Henry the Navy) (1394-1463). Kral Henry’nin, ‘Denizci’ (the Navy) lakabını almasının gayet açık bir şekilde, bu süreçteki rolüne atıfta bulunduğu ortada. 

Bununla birlikte, sürecin öncesi olduğuna da kuşku yok...

Nihayetinde bir kurumsal yapı olarak denizciliğin gelişmesinin İber Yarımadası gibi Güney Avrupa’nın, Akdeniz ve Okyanus’a komşu bölgesinde, 15. yüzyıl ilk yarısında icad edildiğini düşünmek, büyük ölçüde doğru olmayan bir yaklaşıma tekabül ediyor.

Belki, Denizci Henry bağlamında sorulması gereken husus, ‘O’nun, niçin böylesi bir eğilimi güçlü bir şekilde ortaya koyduğu ve bunda, istikrarlı bir süreci devam ettirdiği’ şeklinde olmalıdır.

Bu soruya belki, aşağıda kayda değer bir şekilde, cevap verme imkânı bulacağız.

Denizci Henry’den önce, babası Kral John’un denizciliğe, kayda değer bir yatırımı olduğu anlaşılıyor...

Portekizlilerin, 1415 yılında, İber Yarımadası’ndan Kuzey Afrika’nın en batısında Ceuta’ya düzenledikleri seferin baş aktörü Henry değil, babası John’dur.

Henry’nin, daha henüz 21 yaşındayken, prenslik döneminde meşhur Ceuta Seferi’ne katılmasının, ‘cengâver’ nitelikli bir prens veya geleceğin kralı ile karşı karşıya olduğumuzu akla getirdiği gibi, oğluna bu imkânı tanıyan kudretli bir Kral yani, baba John’un da varlığının yabana atılamaz olduğunu gösteriyor.[2]

15. yüzyılın başlarındaki bu süreç, gelecek yaklaşık elli yılda yani, 15. yüzyılın ilk yarısı boyunca, Portekiz denizciliğinin ilk aşamasını teşkil etmesiyle önem taşıyor.

Yukarıda dile getirdiğim üzere, denizcilik olgusu söz konusu, bu 15. yüzyılın başında keşfedilmediği gibi sadece, Portekizlilerden ibaret olan, bir Avrupa denizciliğinin ortaya çıktığını söylemek de mümkün gözükmüyor.

Kanımca, bu başka bir yazının konusu ve bu nedenle bu ifadeyle yetinmekte yarar var. 

Araştırmacı ruh

Henry, tahta çıktığında öyle anlaşılıyor ki, 21 yaşındaki tecrübesinin yapılandırdığı bir keşifçi ruha sahipti.

Bunun sadece, denizcilikle de sınırlı olmayan bunun dışında, coğrafya, ticari emtia, din ve belki de, erken dönem ulusculuk gibi bağlamları da içinde barındıran özelliklere sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.  

Bu noktada, denizciliği maddi bir gelişme safhası olarak değerlendirdiğimizde, bunun öncesinde bir coğrafya bilgisi, bilinci ve düşüncesinin olması gerektiği bir öncel olarak karşımıza çıkıyor.

Bilgi, yani bir yandan, sözlü öte yandan, yazılı kaynakların Kraliyet ailesince erişebilirliğinin önemi ortada.

Tabii, İber Yarımadası denince akla Endülüs yani, Müslüman Arapların uzun bir dönemin ürünü olarak geliştirdikleri bilgi birikiminden bahsetmek gerekiyor.

İber Yarımadası’nda yaşanan çatışmacı yaklaşımların dışında, Hıristiyan ve Müslüman unsurların birbirlerinden etkilenimlerinin öyle anlaşılıyor ki, önemli etkilerinden biri, Portekiz kraliyet ailesinin denizcilik konusuna eğilmelerinde karşılığını buluyor.

Denizci Henry’nin eğitim sürecinde ve gelişim aşamasında, bölgede var olan coğrafya, denizcilik vb. bilgi alanlarına dair verileri içkinleştirdiğini söylemek, doğal bir gelişme sürecini ortaya koymak açısından önemlidir.

Burada dikkat çekilmesi gereken husus, Denizci Henry’nin, Akdeniz’i çevreleyen coğrafyada oluşan coğrafya ve denizcilik bilgi birikiminden, millet ve din ayrımı gözükmeden istifade etmiş olmasıdır.[3]

Bu durum, bize aslında, farklı milletler arasında genel itibarıyla, medeniyet ve kültür unsurlarının değişimi, aktarımı, iletimi konusunda süreklilik arz eden bir durumun olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Burada ister istemez akla şu soru geliyor...

Portekiz saray çevresinin, ilgili bilim alanlarına yönelmelerine karşılık, benzeri bir ilginin, niçin bu bilgilere kaynaklık etmiş olan çevrelerce yani, Müslümanlarca sürdürülebilir bir şekilde ortaya konulmadığı hususudur.

Bu soruya, tabiri caizse, şipşak bulunabilecek hazır bir cevap vermek yerine kanımca, olan biteni değerlendirebilmemize olanak tanıyacak tüm süreçleri ele almak gerekiyor...

Bu hususu, şimdilik bir kenara koyuyorum...

Kendinde yapılanma

Portekizlilerin, ‘Ceuta’ sonrası denizcilik süreçlerini öyle uluorta geliştirmedikleri, gayet temkinli ve sürdürülebilir bir tarzda ele aldıkları bir vakıa olarak ortada.

Bu noktada, Müslümanlara ev sahipliği yapan Kuzey Batı Afrika sahillerinin tedrici olarak güneye doğru gelişen bir etkileşim ve haberleşme ağının, Portekizlilerce takip edildiğini ve geliştirildiğini söylemek mümkün.

Ancak, Portekizlileri bu süreci yönetebilecek ve belki de, başlangıçta ‘taklit’le başlayan ancak sadece, süreçte ‘taklit’ boyutunda kalmadan, ileriye taşıyabilecek bazı yapısal hususları ortaya koyduklarına kuşku yok.

Bunun ilk dikkat çeken örnekleri, dönemin gemicilik teknolojisinin ve de iklime dair bilginin sınırlılıkları içerisinde, sahil şeridinden uzaklaşmayan ve sahil şeridlerine komşu olan adaları takip eden bir ilerleyişte ortaya çıkıyor.

Portekizlilerin, güneye doğru ilerleyişlerinde, ‘daha önce geçilmemiş rotayı takip ettikleri’ görüşüne temkinli yaklaşılabilir.

‘Öteki’ olgusu

Ancak, bu sürecin Portekizliler için en dikkat çekici yenilik, “öteki”yle karşılaşmalarıdır...

Tıpkı, tarihin farklı evrelerinde farklı coğrafyalarda farklı milletlerin birbirleriyle ilk tanışma evrelerinde dile getirilen ‘barbar’ kavramına burada da rastlıyoruz.

‘Öteki’nin barbar oluşunu, kelimeye belki, bugün yüklenen olumsuz, diyelim ki, ‘vahşi’ anlamının dışında ve ötesinde, bilinmeyen bir toplum anlamında ve nötr bir anlama içkin ‘öteki’/’yabancı’ denildiğini düşünebiliriz.

Portekizlilerin ‘barbarların kıyılarına’ ulaşmaları, onları, hiç kuşku yok ki, çoğul ‘öteki’ ile, yani Afrika’nın güneyini dolaşmaları sonucu Asya toplumlarıyla karşılaşmalarının ilk evresini tecrübe ettiklerini ortaya koyuyor.[4]

Bu çerçevede, ortada, ‘bil/in/memekten kaynaklanan bir tarif sorunu olduğunu söyleyebiliriz.

Bu durum, bilinmeyene karşı geliştirilen ya da beslenen psikolojik temelli bir korku kabul edilebileceği gibi, Avrupa kıtası’nda Akdeniz’in karşı yakasında Afrika için, o döneme kadar oluşmuş, bir kısmı mitolojik ve diğer bir kısmı gerçek tecrübelere dayalı olarak da ortaya çıkmış olabilir.

Portekizlilerin, İber Yarımadası’ndan başlayan denizcilik süreçlerinin başlangıç aşamalarını değerlendirebilmek hem, Portekizlilerin ilerleyen süreçteki sömürgeciliklerini hem de onlardan epeyce sonra sürece katılan diğer Batı Avrupalı denizci milletlerin yaklaşımlarını anlamaya dair önemli bir yaklaşım sağlayacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/erken-donem-portekiz-somurgeciliginde-bazi-yapisal-unsurlar-some-structural-elements-in-early-portuguese-colonialism/



[1] Manuel de Faria y Sousa. (1695). The Portugues Asia or The History of the Discovery and Conquest of India by the Portugues, (Tr.: John Stevens), London: C. Brome, s. 1.

[4]The Portuguese Asia, p. 3.

8 Ekim 2024 Salı

Norbert Elias ve Sosyolojisi’ne dair / Norbert Elias and his Sociology

Mehmet Özay                                                                                                                            10.09.2024

“Sosyoloji ve sosyal teorisyenler bize ne söyler?” sorusu önemlidir.

19. yüzyıl dinamiklerinde ortaya çıkan sosyoloji ile, 20. yüzyılın dinamiklerinde gelişme kaydeden sosyolojinin bizatihi, farklı toplumsal gerçekliklerle yüzleşmelerin sonucu olduğu ortada.

Elias

Bu çerçevede, bu yazıda, Norbert Elias ve sosyolojisinden kısaca bahsedeceğim...

Norbert Elias, 20. yüzyıl sosyolojisinde iz bırakan isimler arasında yer alıyor. Onu, belki bütüncül anlamda, bir sosyal bilimci kabul etmek de mümkün...

Nihayetinde, akademik yaşamının erken evrelerinden itibaren, tıp alanından felsefeye ve psikolojiye oradan da, sosyolojiye evrilen önemli aşamaları geçirmiş ve tecrübe etmiş olması, onu benzer sosyologlardan ayıran özellikler olarak dikkat çekiyor.

Almanya’daki gerçeklik

Norbert Elias’la yapılan ve bir anlamda, onun biyografisini ortaya koyan mülâkatı okurken, sadece modern dönemde öne çıkan bir sosyologla karşılaşmıyorsunuz.[1]

Belki de, buna hazırlık anlamında, Yahudi bir göçmen aileye mensup bir bireyin, Batı Avrupa’da yaşadığı bireysel serüveni, kendi azınlık grubunu, bunun dışındaki çoğunluk grubu, analitik bir bağlamda ele almasına tanık oluyorsunuz.

Almanya Yahudilerinden olduğunu dile getiren Elias’ın, 1. ve 2. Dünya Savaşları’na tanıklığı ile modernitenin yaşadığı derin sorunları ve açmazları anlama çabasının onu, sosyolojiye yönlendirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Babasının, tıp okuması yönündeki ısrarı üzerine bu alanda başladığı yüksek öğreniminde, aynı zamanda felsefeyi de bir yandan, idare edilebileceğine kaanat getirse de, sonunda akademi ibresi ikincisinden yana yani, felsefeye dönüyor.

Sosyal bilim ısrarı

Felsefe’nin yanı sıra, psikoloji eğitimi de alması, onu bir anlamda, tıp’dan başlayıp sosyal bilimlere doğru seyreden bir akademik serüveni yönelttiği ortada.

Felsefe’den Sosyoloji’ye geçişini, yine yukarıda dile getirdiğim yaşadığı şartların özelliklerinde aramak gerekiyor.

Öyle ki, 1920’li yıllar dikkate alınacak olursa, sosyolojinin yeni yeni yeşermekte oluşu karşısında felsefenin, daha dinamik ve köklü bir sosyal bilim olduğunu unutmamak gerekiyor.

Bununla birlikte, Elias’ın kendini bir felsefeci olarak da gördüğüne tanık olmak onun, temelde felsefe ve sosyoloji arasında, -en azından, erken dönemlerde- yakın bağı olduğuna kanaat getirdiğini ortaya koyuyor.

Sosyolojiye ilgisinin yukarıda dile getirdiğim üzere yaşadığı bireysel gerçeklik alanı kadar, yüksek öğrenimini tıp braşında başlaması, kendi ifadesiyle ‘insan anatomisi’nin, ‘sosyal anatomi’ ile doğrudan benzerliğini keşfetmesinin belirleyici bir yanı olduğu söylenebilir.

Buna ilâve edilebilecek bir diğer neden ise, felsefe öğrenimi sonrasında akademide karşılaştığı hatta yan yana olduğu, Alfred Weber ve Karl Mannheim gibi sosyologların bulunması ve o dönem itibarıyla, -İngiltere ve Fransa’da olmasa da, Almanya’da Max Weber etkisinin varlığını yabana atmamak gerekir.

Sosyoloji: sorun çözer

“Görüşlerimin, bugünün sorunlarını çözebileceğine inanıyorum” şeklindeki ifadesi onun hem, kendine olan güvenini hem de, içinde Almanya, İngiltere ve Fransa’nın yer aldığı Batı Avrupa toplumlarına yönelik gözlem ve ilgisini açıkça ortaya koyuyor.

Sosyal realitenin görünür ve anlaşılır gerçekliğini kavramış olmanın, sosyoloji problemlerini çözümüne yol açacağını söylemesi belki bize, -bugün itibarıyla- sıradan gelebilir.

Ancak, tam da, bu yaklaşım yani, toplumda olan biten ilişkileri anlama ve çözümleme yetisi sosyologları, toplumsal sorunları çözmeye yakınlaştıran unsurların başında geliyor.

Elias’ın doktora ve sonrasında yaşadığı dönemin, 1. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasına denk gelmesi, Avrupa Kıtası’nda yeni savaş olasılığının ortaya çıkmakta oluşu gerçeğine karşı, nasıl bir tutum takındığını da sormak gerekiyor.

Elias’ın bu sosyolojik yaklaşımına, aynı ortamı paylaştığı diğer sosyal bilimcilerde pek de rastlamaması üstüne üstlük, onlara çatışması kendine özgü bir sosyolojik gerçeklik bakış açısını ortaya koyma sürecinde olduğuna işaret ediyor.

Kötürüm mitoloji ve partizanlık

Ötekilere yönelik suçlayıcı değil belki ancak, onlardan ne denli ayrıştığını ortaya koyacak şekilde, “toplum imgesi üzerine çekilen mitoloji(ler) örtüsünü yırtma arzusu”nda olduğunu söylüyor.

Böyle yapmak suretiyle toplumda bireylerin daha rasyonel hareket edebilecekleri iddiasında bulunuyor.

Burada mitolojileri, ‘dini’ boyuta tekabül eden bir olgu olarak görenler olabilir. Elias’ın, ‘din’le arasının iyi olduğunu söylemek mümkün değil.

Ancak, Elias burada bir açıklama getirerek derdinin, “partizan bakış açısının, insanların toplumsal olguları görmelerine mani olduğu”nu söylemesiyle gayet açıklık getiriyor.

Burada ‘partizanlığı’, “.... kisvesi altında eylemde bulunmak” tarzında anladığını söylemesi de, ilginç.

Nihayetinde, partizanlık ve buna içkin olan ideolojik tutum ve tavırların kaçınılmazlığı ile bu partizanlığı, bir kisve altında ortaya koymak arasında ince bir farka dikkat çekiyor.

Yine burada durup, Elias’ın kendi ait olduğu Yahudi kimliği ve kültürü ile bu kimliğe ve kültüre karşı Almanya’da gelişmiş olan tepkinin, “partizan” olarak tanımlanmasıyla bir sosyolojik bakış açısı geliştirdiğini de söylemek mümkün...

Aslında, yazının başından itibaren anlaşıldığı üzere, Elias’ın Almanya toplumsal şartları içerisinde ve Alman Nazizmi’nin geliştiği bir sosyolojik yapı içerisinde olduğunu unutmamak gerekiyor.

Öyle anlaşılıyor ki, Elias’ın üzerinde ısrarla durduğu husus, toplumsal imgelemin ideoloji olmadığı yönünde...

Tersinden bir okuma yaptığımızda, o dönem itibarıyla kendisi dışındaki sosyal bilimcilerin, toplumsal imgelemi ideolojiler bağlamında okumaları, onların birer ‘kisve’ içerisine bürünmelerini ve toplumsal gerçekliği kamufle ettiklerini gösteriyor demek de gayet mümkün...

Elias’ın sosyolojik yaklaşımı üzerinde durmaya devam edeceğim.

https://guneydoguasyacalismalari.com/norbert-elias-ve-sosyolojisine-dair-norbert-elias-and-his-sociology/



[1] Norbert Elias. (1994). Reflections on a Life. (Biographical Interview with Norbet Elias). (Tr.: Edmund Jephcott), Cambridge: Polity Press.