Mehmet Özay 7 Mart 2012
Türkiye ile Malezya arasındaki ilişkiler bir yana, ekonomik
kalkınmışlıklarının göz kamaştıran ışıltılarının her iki ülkenin İslam
toplumlarının çoğunlukta olduğu coğrafyalara “modellikleri” ile ön plâna
çıkıyor olmaları önem arzediyor. Daha doğrusu “çıkartılıyor” denildiğinde ifade
yerine oturacağı kesin. Bu modelliklerine temel teşkil eden unsur ise, şu veya
bu şekilde İslami yaşam tarzlarına “modernleşmeci" uyarlama arayışında
görece ciddi bir mesafe katettikleri kadar, Batının “evrensel standartlarına”
halel getirmeyecek bir vizyonda ilerlemelerinde olduğu görülür. Malezya’nın
modernleşme serüvenine bakıldığında sürecin daha 19. yüzyıl ikinci yarısında
Singapor’da konuşlanan İngilizlere “sıkı” komşuluğu ile dikkat çeken Cohor’dan
tevarüs ettiğini görürüz. Malezya, Cohor’dan mı ibaret diye sorulabilir haklı
olarak. Elbette ki hayır. Ancak Malezya’yı bugüne taşıyan yapısal unsurlar ne
ise bunların kökeni Cohor’dur. Yani kalp, Cohor’dur... Uzatmayayım...
20. yüzyıl ise, işin dinamiklerinin değiştiği, neo-liberal politikaların
alabildiğine ivme kazandığı bir dönemi yani 80’li yılları her iki ülke için
küresel arenaya çıkış platformu olarak kullanmasına aracılık etti. Türkiye’de
Özal, Malezya’da Dr. Mahathir ile özdeşleşen bu ve benzeri politikaların her
iki ülke için benzer sonuçlar doğurduğunu söylemek güç. Bunda elbette salt “neo
liberal” politikaların uygulamaya konulmasının yeter sebep olmadığı, ortada
başka iç ve dış dinamiklerin de azımsanmayacak etkisi olduğu görülür. Dolayısıyla,
Türkiye bir yandan öncelikle Avrupa’ya ve Amerika’nın yanı sıra, Orta Asya ve
Ortadoğu coğrafyalarına açılımının yanı sıra, kendine has sorunları ile
boğuşmak zorunda kalmasıyla zaman ve enerji kaybı yaşamadı değil. Oysa, öte
yandan, otoriter lider Dr. Mahathir’li Malezya’yı, Güneydoğu Asya’nın “kükreyen
aslanları”na eklemleyen bir ekonomik başarıyı pratiğe taşırken, bunun ülkenin
yüz elli yıllık sorunu “ırklar farklılığı”nı yıkıcı bir toplumsal sorun
olmaktan uzaklaştırıcı etkisi küçümsenemez. Herkesin şu veya bu şekilde
kazanmaya başladığı bir Malezya’da “ırksal ve dinsel” farklılıkların
ayrıştırıcılığından, “farklılıkta birlik” tezini güçlendirici bir teoriye
evrilmede gecikmedi.
Bir yanda Türkiye’nin 2023 ve öte yanda Malezya’nın 2020 vizyonu, iki
ülkenin bölgesel ve küresel aktörlük noktasında “hesaplarının” olduğunu bariz
bir şekilde ortaya koyuyor. Tabii bu hedeflerin çıkış noktasının farklılık arz
ettiğini de ifade edelim. Örneğin, Türkiye’nin 2023 hedefi, Cumhuriyet’in 100.
yıldönümüne tekabül etmesiyle kaybedilen geçmişin “yeni bir yorumla”
diriltilmesi gibi varoluşsal bir anlam taşıyor. Malezya’nın 2020 hedefi ise,
kökleri Dr. Mahathir tarafından 1990’lı yıllarda atılan “muasır medeniyetler
seviyesine ulaşma” arzu ve talebinin bir neticesi olarak ortaya çıkarken,
ekonomik kalkınma, ülkenin yapısal anlamda etnik bölünmüşlüğünün önüne geçecek
bir set olarak kurgulanmaktadır. Zaten şu geçen altmış yılda Malezya
hükümetlerinin yirmişer yıllık hedeflerle ülke halkını bu hedeflere kitlemesi
ile bir dinamizm algısı yarattığına kuşku yok. Günümüz koşullarında iki ülke
arasındaki ilişkilerin, aynı zamanda, büyük ölçüde bölgesel ve özel bağlamı
içerisinde de küresel anlam taşıması ile çok daha dikkat çekici bir özelliğe
büründüğünü söylemeliyiz. Bu hususa aşağıda yeniden değineceğiz. Önce kısaca
Malezya siyasal ve toplumsal “atmosferine” bir göz atmamızda fayda var.
İlk etapta günümüz Malezya’sını nasıl tanımlamalı sorusuna cevap verelim.
Günümüz Malezya’sı, ülke siyasi liderlerince sıklıkla ifade edildiği üzere,
farklı etnik yapılar arasındaki “barış ve ahengin” korunması ve yaratılan
ekonomik zenginliğin “birlikte paylaşımının” başarıyla gerçekleştirilmesine
odaklı. Aslında bu 1957 öncesinde kararlaştırılan “toplumsal sözleşmenin”
güncelleştirilmiş halinden başka bir şey değil.
Hedef ise 2020 yılında kalkınmış ülke seviyesine ulaşmak. Bu hedef,
elbetteki günümüz Malezya toplumunu oluşturan etnik unsurların birbirinden
yalıtılmışlığı ile değil, birlikteliği ile gerçekleştirilecek. Malezya için bu
bir rüya mı? Son otuz yılda ekonomik değerler açısından elde edilenlere
bakıldığında, pek de gerçekleşmesi muhayyel bir proje gibi durmuyor. Tedbiri
elden bırakmamak ise hükümetin yegâne hedefi...
Türkiye’nin Güneydoğu Asya ülkelerine yönelik ilgisi son on yılın ürünü
dersek yanılmayız. 1996 yılının “özel döneminde” yaşanan kısa erimli girişim
ile biraz daha gerilere gidip, 1955 yılı Bandung Konferansı’na atıf yapmamızı
bekleyenler olacaktır. Ancak her iki süreçte birbirinden farklı nedenlerde
gelişme kaydedilmesine elvermediğini söyleyelim. Türkiye’nin bölgeye ilgisi,
ülkenin zirvesinden orta halli tüccara kadar göz kamaştıran yönünün ticarete
odaklı olduğu biliniyor. Ancak Eser Karakaş’ın bir süre önce köşesinde iş
çevrelerine yönelik “elma-armut ve mobilya satarak dünya ticaret arenasında yer
alınamayacağı” türünden bir tavsiyesinin yerinde olmadığını kim söyleyebilir.
İthalat-ihracat odaklı ve “sıcak para” anlayışı yerine, uzun erimli yatırıma
odaklı yapılanma ile küresel üretim sektöründe rol almak sadece “kuru sıkı”
cesaret değil, bilgi ve vizyon gerektiriyor. Yeri gelmişken, burada “küresel
üretim” derken, elbette sınırlamalarımızla birlikte itirazlarımızın da olduğunu
ifade edelim. Batılı ülkelerin ekonomi yapılarındaki “çatırdamalara” karşılık,
kapitalizmi tarihe gömme yöneliminde olanlar, bu “sinsi” sistemin kendi
dışındaki, bir başka deyişle “çeperindeki” yedek oyuncuları devreye sokmakta
gecikmediğini kimi gelişmeler bize sarih bir şekilde gösteriyor. Bu süreçte,
maddi açlıkla malûl kesimlerin bu oyunda gönüllü figüranlığa soyunma
yönelimleri de gözardı edilebilecek gibi değil... Kaldı ki, Güneydoğu Asya
gibi, dünyanın önde gelen güçlerinin bir süredir yakından takip ettiği
ekonomisi sürekli gelişen ülkeler kapitalizmin “sancılarına” çare olacak çözümleri
bünyelerinde barındırıyorlar. Yoğun ve genç – dinamik nüfusları, Batılı
ülkelerin tüketim standardını yakalama iştahıyla çırpınan okur-yazar ve
“diploma savaşlarından” makul miktarda ganimetle çıkmış “yeni şehirli” kitle
bunun “motorunu” oluşturuyor. Örneğin, Çin’de son on yılda giderek artış
gösteren orta sınıflaşma ve şehirleşme olguları, çok özel ideolojik ve dini bir
yapı arz eden Çin gibi bir ülke de dahi
“kapitalist bir sınıf”a yol açtığı gibi bu yönelim hızlı bir yayılma eğilimi de
gösteriyor. Bunun en son sembolik göstergelerinden biri, marka spor arabalara
duyulan sadece ilginin değil, talebin de arttığı haberleri oluşturuyor. Yani,
kapitalizm bir sistem olarak kendi asli coğrafi sınırlarının ötesinde yeni bir
“balans ayarı” oluşturmakta gecikmeyecektir.
Malezya’nın gözü Avrupa’yı keserken, Türkiye ASEAN özelinde konuşlanmayı
yeğliyor. Aslında, 2003 yılında Dr. Mahathir, Türk özel sektörünü ASEAN
içindeki AFTA’da yer almaya ve böylece o dönem nüfusu 400 milyonu, bugünse 600
milyonu bulan devasa bir piyasa içerisinde rol almaya davet ettiğini
hatırlatalım. Nüfus yapıları nazarı dikkate alındığında hemen hemen aynı insan
yoğunluğuna sahip iki bölgeden bahsediyoruz. Ancak, sosyo-ekonomik özellikleri
ile ayrılan bu iki bölge, birbirine farklı bağlamlardaki “muhtaçlıkları” veya
“çıkar ilişkileri” ile dikkat çekiyor. Her iki ülke, kendi üretimlerini,
yukarıda vurgu yapılan ilgili bölgelere taşımada birbirini “aktarma organı”
olarak görmektedir. Bu da karşılıklı çıkar ilişkisi olarak gündemde yer işgal
etmektedir. Bununla birlikte, göz önüne alınması gereken, doğrudan iki ülke
resmi ve özel kurumları arasındaki işbirliklerinin çok yönlülük esasına dayalı
olarak yapılandırılması gelecek için umut vaad edecektir.
Ekonomik işbirliğinin önemli adımları arasında petro-kimya sektörü, mali
sektör, eğitim, otomobil endüstrisi, iletişim teknolojileri, endüstriyel tarım,
inşaat, sağlık ve turizm gibi alanlardan söz açmak gerekir. Ancak bu alanlarda
söz sahibi olacak girişimcilerin ciddiyeti kadar, rekabeti de göz önüne
almaları gerekecek. Çünkü Malezya, Batılı ve Doğu Asya’dan son otuz yılda
çektiği yatırımcılar kadar, özellikle ülkenin Cohor Eyaleti, Penang Adası ve
Malaka gibi bölgelerindeki potansiyel ve giderek yoğunluk kazanan yeni ekonomik
imkânları ile “yatırımcı” yarışını körükleyeceğine kuşku yok gibi. Ülkenin
siyasi ve entellektüel birikimi alanında lokomotifi rolünü üstlenmiş olan
Cohor, eyalet sınırları içerisindeki ‘İskender Şehri’ projesiyle dünyanın dört
bir yanından yatırımcı çekmeye başladı bile. Cohor Nehri’nin hemen karşı
yakasındaki Singapur’a alternatif olma iddiasındaki bu bölgesel kalkınma
hamlesinin her boyutu ile dikkat çekici olduğunu belirtelim. Tabii işin başında
da ekonomik kazanımları bağlamında “kestirme bir sektör” olarak adlandırılan
turizm bulunuyor. Birkaç yıl gibi kısa sürede bölgenin çehresini değiştirecek
turizm yatırımları yaklaşık üçyüz milyon Doları buluyor. “Kota İskender”deki
“suni turizm” yatırımlarının yanı sıra, ülkenin doğu ve batı sahillerinde doğal
güzellikleri ile dikkat çeken onlarca adanın bu alanda yatırımcılar için
“konvensiyonel” imkânlar sunduğunu da unutmamak gerekir. Türk devlet ve özel
kurumları bu potansiyel gelişme evresinin neresinde yer alabilir? Şimdilik
kulağımıza gelen bilgilere göre, “Kota İskender”de birkaç orta ölçekli
yatırımcımızın girişimi mevcut. Bunun yeterli olduğu elbetteki söylenemez. Bu
çerçevede, turizm, eğitim, tarım, inşaat gibi sektörler bazında kimi pratik
girişimler üzerinde durmakta fayda var. Türkiye’nin yeterli tecrübeye sahip
olduğu turizm sektöründe Malezya’nın akıl danışma gereği duyduğu Singapur’dan
çok daha kapsamlı projelere bölgede imza atabileceğini unutmamak gerekir. İki
ülke petrol ve doğal gaz arama girişimlerini birlikte yapabilecekleri önemli
alanlardan birini oluşturuyor. Bu girişim, sadece Türkiye kara ve deniz kıta
sahanlığı ile sınırlı değil elbette. Malezya kadar, bu coğrafyaya yakınlığı ile
bilinen Açe’de de önemli bir potansiyelin varlığı ciddi girişimlere kapı
aralamaya hazır bir ortam sağlıyor. Açe özelindeki doğal kaynaklar ve petrol ve
doğal gaz rezervleri konusunda defaatle dile getirdiğimiz bir husus. Bu vesile
ile bunu bir kez daha gündeme getirmekte ve ilgililerin kulağına fısıldamakta
fayda var. Kimilerinin hâlâ burun kıvırdığı Açe başta olmak üzere -tıpkı Dr.
Mahathir’in üzerinde ısrarla durduğu üzere- Türkiye ve Malezya sadece kendi
ülkeleri arasında değil, üçüncü ülkelerde de ortak yatırımlar peşinde
koşmalarından doğal bir şey olamaz.
Kaldı ki, Malezya’nın Afrika ve Orta Asya açılımı Türkiye’nin benzer
hedefleri olduğu iki coğrafya olarak dikkat çekerken, iki ülkenin mevcut
“siyasi akıl” ve “ekonomik araçlarını” bu bölgelerde kullanmaları da orta ve
uzun vadede kayda değer gelişmelere yol açacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder