22 Temmuz 2024 Pazartesi

Kamala Harris Donald Trump’a karşı: Amerikan siyasetinde mücadele yeni başlıyor / Kamala Harris vs Donald Trump: The struggle just begins in American politics

Mehmet Özay                                                                                                                            22.07.2024

Amerika Birleşik Devletleri’nde, seçim sürecine üç ay kala süpriz çıkışlardan birine daha tanık oluyoruz.

Öncekiler bir yana, en son gelişmelere baktığımızda, Donald Trump’a yönelik silahlı saldırı seçim atmosferinin sivil, demokratik eylemden teröre ve oradan kutsallığa ve Trump söyleminde karşılık bulacak şekilde, ‘kurtuluş bende’ bağlamını içselleştirmeye dönüşmüş durumda.

Kamala Harris’in başkanlık yarışında Joe Biden’ın yerini alışını veya daha doğru bir ifadeyle, bunun kendisine bahşedilişini, tabiri caizse, -suikast girişim sonrasında-, Trump üzerine gelen Tanrı’nın elini ve bu sürecin kutsallığını tersine çevirmeye matuf seküler bir gelişme olarak değerlendirmek mümkün.

Harris umudu

Bu gelişmenin, seçimlerin atmosferini maddi ve manevi değiştireceğini fark eden Demoratlar, ani bir çıkışla, başkan Joe Biden’ın yardımcısı Kamala Harris’i başkanlık yaraşında öne sürdüler.

Harris... 2020 seçimlerinin akabinde, kovid-19 sürecinin devam ettiği bir dönemde yurt dışı gezilerine çıkmayan Biden’ın yerine, Asya-Pasifik bölgesine yaptığı ziyaretten hatırlıyoruz kendisini.

“Nitelikleri nelerdir?” diye sorup şöyle bir etrafımıza baktığımızda karşımızda göçmen, kadın, görece diğer iki adaya yani, Biden ve Trump’la kıyaslanamayacak ölçüde genç yani, 59 yaşında, hukuk eğitimli bir siyasi aktörle karşılaşıyoruz.

2020 seçimleri öncesinde, Trump’ın güçlü Amerika nosyonunu gizli/açık beyaz, Anglo-Sakson temellerle açıklama gayreti -ki, bu söylemi kabul eden azınlıkları da için almasının şaşılacak bir yan yoktu-, sonucu gayet kutuplaşmış Amerikan toplumunda her türünden göçmenler ve azınlıkları yanına alma iddiasındaki Demokratların siyasi aklı tarafından gündeme gelmişti Harris...

Bugün, Demokratların başkan adayı statüsünü çıkartılmasıyla birlikte, Harris’in ABD seçimlerine katacağı pek çok husus olduğunu ileri sürebiliriz.

İlk etapta, Trump’ın suikast girişiminin hemen ardından ‘Savaş, Savaş, Savaş’ sloganının hedefi olacaktır. Bu durum, Amerikan siyasetine önemli bir katkı olarak görmemek mümkün mü?

Kanımca, Harris’in, kafeste bir aslanla karşı karşıya gelmiş bir civciv olmadığına da tanık olacağımız kesin...

Başka neler var dersek...

Örneğin, Harris, ABD merkezli çeşitli haber portallarında yer aldığı üzere kadın bedeninin özgürlüğünden azınlıklara ve Trump’ın ABD’yi yönetmeyi hak eden bir ‘karakter’ olmadığı yolundaki ifadelerine kadar çeşitli bağlamlarıyla öne çıkar/tılır/ken, bazıları tarafından da, Barack Obama siyasi profiliyle özdeşleştirilmeye çalışılıyor.

Niçin Barack Obama?

Bunda, ‘beyaz olmaMAnın’ domine bir etken olduğunu söylemek mümkün olduğu gibi, belki de, bu iki siyasetçinin mesleki arka planlarında hukukçu olmalarının da kurulan benzerlikler arasında öne çıktığını söylemek mümkün.

Bu benzerliğin, ne kadar iler tutar olduğunu yakında göreceğiz...

Gerçek siyasetçi!

Demokrat Parti adına Kamal Harris’in, Biden’in yerine başkanlık yarışına devam edeceğini duyduğumda aklıma ilk etapta, ilki soru cümlesi ve ikincisi doğrudan cevap hükmünde iki ifade geldi:

İlki, “Haris başkan yardımcısı sıfatıyla bugüne kadar ne tür bir politikaya imza attı?” Ve ikincisi, “Trump’ın işi çok kolay!”

Hemen akabinde haberleri takip ederken, Trump’ın sırıtan yüzünün iliştirildiği bir haberde, doğrudan kendi ağzından, “Kamala Harris’i yenmek Biden’ı yenmekten daha kolay olacak!” ifadesiyle karşılaştım.

Kahin olmaya gerek yok...

ABD’de olmasam da, ABD politikalarını Asya-Pasifik özelinde takip eden bir gözlemci olarak, son dört yılda ABD’nin bölgeyle ilgili çalışmalarında Harris’in adını bir iki istisna dışında duymamış olmam, böylesi bir kanaati edinmeme yeter sebep teşkil ettiğini düşünüyorum.

Kaldı ki, bu yaklaşımımın da ötesine geçerek, Harris’in ‘azınlıklara mensup bir isim olarak’ dört yıl önce seçilmiş bir siyasetçi olmasına karşılık, “ABD iç siyasetini ‘azınlıklar’ dışında kapsayıcı olarak çekip çevirebilecek bir kalibrede siyasetçi olduğunu söylemek de zor” dersem herhalde abartmış olmam.

Siyasal ruh

Biden’in yarıştan çekilişinde, Demokrat parti destekçilerinin onun -yaşlılığından mütevellit- performansından duydukları hayal kırıklığının, gayet rasyonel bir dönüşüme tabi tutularak ‘doğal bir elemeye’ maruz kalmasına neden oldu.

Bu tür gelişmeleri, fırsata çevirmekte mahir olduğuna kuşku olmayan Trump, Biden’ın ABD’yi yönetmeye muktedir olamadığını dillendirirken, daha başkanlık dönemi bitmeden ‘istifaya davet’ etmesi gayet anlamlıydı.

Trump’ın bu eleştirinin, Demokrat Parti seçmenlerinin yarasına tuz biber ektiğine kuşku yok...

Geçtiğimiz Pazar günü Biden seçim kampanyasından çekilirken, kanımca sadece yaşlılık mahzurlarından ötürü değil, bunun ötesinde ‘ruhu’nu kaybetmiş bir Demokrat Parti’nin varlığının temsilcisi sıfatını taşıyordu.

Bu ruh’un geri döndürülüşünü ise genç, her haliyle presentabl Harris’in getirilmesi ise alel acele alınmış bir karar yerine, belki de Parti içerisinde var olan hiyearşinin göstergesi kabul etmek gerekir.

Nihayetinde Harris, -tüm eksiklikliklerine rağmen, son dört yılın başkan yardımcısı rolünü üstlendi...

Önümüzdeki günlerde, iki farklı ‘ruh’un karşı karşıya geleceğine tanık olacağız...

Biri, kendini ya da destekçilerinin talebi ve zorlamasıyla gizli/açık ‘Aziz’ konumunda gören Trump...

Diğeri ise, ABD’nin gizli sosyalist cenahını içinde barındıran, seküler ve içinde -Müslümanlar da dahil olmak üzere, her türünden azınlıkları bünyesine aldığı görülen bir Parti’nin temsilcisi konumundaki Harris...

Bir yanda, “Bunlar Amerika’yı yıkıyorlar” diyen Trump ile öte yanda, “Amerika’yı yönetebilecek bir karaktere sahip değil” diyerek Trump’a yüklenen Harris...

Konservatif Demokratlar

Bugün, seçim sathına girmiş Amerika toplumunda tüm bunlar olurken, aslında sorgulanması gereken Demokratların niçin bu kadar ‘konservatif’ olduklarıdır.

Sözde gelişimci, ilerlemeci, liberal, sosyalist vb. sıfatları bünyesinde barındırdığı ve/ya böylesi sıfatları kullanan çevreleri bünyesine alma başarısı göstermiş bir siyasi parti olarak Demokrat Parti’nin niçin -en azından-, son dört yılın hesabını yapamadığının araştırılması gerekiyor.

Trump’ın gizli/açık aşırı sağcı siyasal retoriklerine karşılık, Harris’i siyasi bir figür olarak ortaya çıkararak genel itibarıyla ‘azınlıklar’ üzerinden devrişilmeye çalışılan bir demokratik tutumun da kanımca, ABD’yi temsil ettiğini söylemek güç.

Bu durum, Amerikan siyasetinde ve de toplumunda gayet önemli sosyolojik açıkların, anlam kaymalarının, felsefi savrulmaların olduğu anlamına geliyor.

Bu anlamda, her iki parti adayları ve destekçilerinin, gündelik siyasal jargonlar üzerinden yaptıkları değerlendirmelerin arka plânına daha yakın bakarak Amerikan siyaseti ve toplumundaki sosyolojik yarıkları gözlemlemekte yarar var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/kamala-harris-donald-trumpa-karsi-amerikan-siyasetinde-mucadele-yeni-basliyor-kamala-harris-vs-donald-trump-the-struggle-just-begins-in-american-politics/

21 Temmuz 2024 Pazar

India and Indonesia: Security Orbits in the Indo-Pacific

 Nia Deliana - Mehmet Özay                                             18.07.2024

The elections held in India and Indonesia this year have attracted considerable attention from scholars and practitioners, particularly in the context of security issues linking the regions to regional and international politics in the Indo-Pacific. The two countries are among the most important political actors in the region that are expected to be able to exert decisive influence, especially in the midst of the prevailing rivalry between the United States and China.

The victories of Narendra Modi in India and Prabowo Subianto in Indonesia are not only indicative of domestic development priorities. They also reflect a new international behavior that can be interpreted as a reorientation of policy in the face of the urgency of engagement, stability and security in the Indo-Pacific region. 

Questions about government conduct on this issue are not new. Historically, the geography of India and Indonesia on the Indo-Pacific map has been the most strategic, not only in terms of population and economic growth, but also in terms of relations with global powers. The parliamentary majorities formed by the newly elected president in Indonesia and prime minister in India and, lastly, the military capacity, have put these two countries in the limelight.

For all their potential power, the question remains whether Indonesia's newly elected president and India's newly elected prime minister will play an effective role in the global politics of the Indo-Pacific. Will the national leadership achieved by Prabowo Subianto and Narendra Modi transcend a union commitment to the projection of security and stability in the Indo-Pacific?

Mapping of the Indo-Pacific Concept

The Indo-Pacific extends from regions in the Indian Ocean to the Pacific Ocean. It precisely encompasses in the tropical land of the Indian Ocean which includes India, Sri Lanka, African nations on the western side of the Indian Ocean and Yemen up the northern side of the Indian Ocean. At the other end, lies central-western part of Pacific Ocean which includes Australia, Japan and South Korea. Between the Indian Ocean and the Pacific Ocean are all the ASEAN member states and their water zones, as well as the currently disputed South China Sea. 

The Indo-Pacific concept emerged at the beginning of this century through strategists' projections. Prioritizing economic cooperation and security between states, the growth spurt accelerated in the second decade. In the 2010s, the effects are being felt by all member countries across the region. It is now common knowledge that the introduction of the Indo-Pacific concept is directly linked to the strategic economic and security strategies of China, which is seeking a global role as a great power.

Under the leadership of the U.S. administration, especially in the face of the U.S.'s multiple disagreements with China, which have noticeably increased after Xi Jinping's presidency in 2013, a new military alliance structure has been introduced in the Indo-Pacific in the last decade, similar to the Anglo-Saxon geopolitical entity. Australia, the United Kingdom, the United States, and later Japan and India are the states united in a military alliance, as seen in the case of the U.S.-led QUAD and AUKUS, and predominantly determined by the Anglo-Saxon geopolitical worldview that triggered the return of the 'West' to global security expansions from the Asia-Pacific to the Indo-Pacific outlook.

The fact that India has re-entered the security and military demographic definition of the Asia-Pacific has indicated a renewal of historical alliance structures. Similarly, Indonesia, with its vast archipelagic geography, occupies a dominant place in global geopolitics and geo-economics between the two reefs, towards the Anglo-Saxon entities on one side and China's economic appeal on the other. Both countries are inescapably important to the global powers.

Despite two different approaches to alliance with global powers, there are more elements that unite than divide. In terms of international politics, India and Indonesia were united members of the Non-Aligned Movement, seeking an alternative for progress in industrialization and development. Both countries sought an informal alliance with the Union of Soviet Socialist Republics (USSR), especially when India was under Congress Party governments that sought global cooperation with the USSR. As likely as Indonesia approached towards the USSR looking from the interplay of Soekarno at the international arena. This is not the case of allying with Russia instead of China or the U.S., but the decision-making process has been through a self-determined oriented foreign affairs that come without reliance or dictation by military alliance or interference by other great powers. 

The electoral victories in India and Indonesia have once again raised the question of whether the countries' fate in the growing Indo-Pacific rivalry is destined to be a historical repetition, or whether both countries will intensify their economic and military engagement in the Indo-Pacific by aligning themselves with one of the power orbits.  

The Strategic Reefs of India and Indonesia 

So what is the position of India and Indonesia in the emerging security and economic imagination of the Indo-Pacific? To answer this question, one must recognize the existing reefs that serve the natural rationale and strategy that guide directions in both countries' foreign relations approach within the great power rivalry in the Indo-Pacific. 

India is strong but also fragile. This means that the basic social and political infrastructures of the country, which include very diverse societies divided by ethnicity, religion, caste and ideology, demand equal human rights and distribution of wealth within the political framework of the nation-state. Ideally, the hurdles to securing these demands could mean that the Indian central government could be prevented from becoming a strong actor in the international arena. This situation goes beyond the Hindu majority-Muslim minority dichotomy. It leads the country's political elite to give priority to improving their position in domestic decision-making.

Given its inward-looking domestic politics, this does not mean that India has sidelined proactive engagement in international politics. The trigger for engagement is based solely on a realist approach, where it sees its nation's security at stake. It was triggered by several cases. A long-standing border dispute with China in the Himalayan region is one example. Another is the maritime infrastructure projects that China is developing in connection with the Maritime Silk Road project from the west to the east of the Indian Ocean, i.e. from Myanmar to Djibouti, as well as the Pakistan-China border infrastructure at the Khunjerab Pass and the Gwadar-Kashgar crude oil pipelines, which are seen as having the potential to serve as a decisive pattern organ that would allow the weakening of India's influence as a regional power.

Despite these signals, Narendra Modi's response has been a barking tree. For example, in the recent open battle between China and India in the Himalayas, in which 20 Indian soldiers died, there were hardly any strong decisions taken by India, which was under the so-called strong leadership of Narendra Modi and a government dominated by Hindutva, the Bharatiya Janata Party (BJP). On the other hand, there is another concern surrounding the recent statement made by the Indian authorities. The competition between India and China for minerals in the Indian Ocean, such as cobalt, which is now being eyed by China and Sri Lanka, has led India to claim that the Indian Ocean is the 'Indian Sea', which requires official confirmation of territorial sovereignty due to China's denial. Looking at the two examples above, it is quite early to say that India has failed to portray itself as a content regional power, especially in the rising global rivalry in Indo-Pacific affairs.

The natural strategic reef that Indonesia is facing is similarly displayed through the disputes in the oceans involving the South China Sea, Natuna Island, economic ventures with China, and military strengthening partnership with the U.S. Although Prabowo Subianto will officially hold the seat of the presidency in November 2024, numerous media outlets and critics highlight his realist and constructivist approach, equipped with a strategy to gain a position in international politics, as a higher priority compared to that of his predecessor, who focused heavily on achieving domestic goals rather than international recognition. In the last two months alone, his visits to Malaysia, Singapore and the meeting with the US Secretary of State in Jordan have given the impression of his commitment to active participation in international affairs.

His realism and constructivist approach in considering international engagement comes from his military background as Defence Minister during Joko Widodo's second term (2019-2024), his entire career in the army and war experience since the Soeharto era, his entry into national politics four times as a presidential candidate, and his role as spokesman of certain opposition circles in the country speak volumes about what Indonesia would serve to international states and communities. The dispute over China's nine-dash line claim played a role in the victory of Prabowo, who was known as an efficient and responsive actor during China's possible encroachment on Indonesia's Natuna Islands. Prabowo, who was then Defence Minister, initiated an important military construction in Riau Province that provides an eagle view of the military engagement that could result from the South China Sea dispute.

However, as much as Prabowo may be a realist and constructivist, good economic relations with China and the U.S. in recent decades would prevent any lone ranger from strategizing a move. Like India, Indonesia would probably seek to balance and hedge its foreign policy in the Indo-Pacific, forcing the Prabowo administration to first strengthen and leverage cooperation with ASEAN (the Association of Southeast Asian Nations) and the United Nations before aligning with any of the Indo-Pacific power blocs.

https://politicstoday.org/india-and-indonesia-security-orbits-in-the-indo-pacific/


18 Temmuz 2024 Perşembe

Çin’de reformcu söylem / Reformist discourse in China

Mehmet Özay                                                                                                                            18.07.2024

Küresel gelişmeler Çin’i nasıl etkiliyor? Bu önemli bir soru...

Çin gibi, son on yılların küresel gücü olma yolunda önemli adımlar atan ve bu anlamda, elde ettiği ekonomik -ve de siyasal- başarılar gayet önemli olan bir ülke var karşımızda.

Peki Çin, bu gelişim sürecini, aynı zamanda reformlarla da etkinleştirebiliyor mu?

Tıpkı diğer bazı gözlemciler gibi bu soruyu gündeme getirmemize yol açan, Komünist Parti’nin 22.si düzenlenen ve hafta başından bugüne kadar devam eden genel kurul (third plenary session) toplantısıdır.

Bu toplantı, Çin’in gelecek beş yılının plânlanması anlamı taşıyor...

Bir başka ifadeyle, sürekli değişen sosyal, doğal ve siyasal koşullarda Çin yönetimi, tüm bunlara ayak uydurmanın yollarını arıyor...

Toplantının ilk verilerine bakıldığında, yenilenme ihtiyacının kaçınılmazlığı ortada...

Hangi alanlarda yenilenme sağlanacağı sorusuna verilen cevaplara baktığımızda, karşımıza sanki bunları ‘zaten biliyorduk’ hissi uyandırıcak hususlar.

Örneğin, eğitim, teknolojiye yatırım, belirli sektörlere daha fazla kaynak aktarımı, şehir-kır ayrımını daraltmak, kurumsal reformlar vs.

Peki hedefte ne var diye sorulduğunda, karşımıza, komünist partisi yönetimince “Çin sosyalizminin geliştirilmesi” veya bir başka deyişle “Çin tarzı sosyalizmle modernleşme” cevabı çıkıyor...

Başlangıç

Temellere bakmak gerektiğinde, Çin’in ‘açık kapı politikası’ (open-door policy) olarak bilinen süreçle bağlantılı olarak, bu sorunun cevabını, bu sürecin başında, ABD’nin Çin’e yakınlaşma politikasının mimarlarının başında gelen Henry Kissinger’ın, 1970’lerde Çin liderlerinin kulağına fısıldadığını söyleyerek verebiliriz. 

Bu nedenle, Çin Halk Cumhuriyeti, örneğin Soğuk Savaş yıllarının siyasal ve askeri rekabet anlamında donuk ancak, diğer alanlarda örneğin ekonomik kalkınma, toplumun -görece- geniş kesimlerine refah sağlayan açılımlar, kapsamlı eğitim vb. alanlarda reformdan uzak bir yönelim sergileyen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) hatasını tekrarlamadığı ortada.

Sovyetler ve Çin karşılaştırmasında, değişen koşullar vs.’den ziyade, bizatihi bir zihniyet değişiminin oynadığı role tanıklık ediyoruz.

Aslında, yukarıda sorduğum soru da, bununla doğrudan irtibatlı. Yani, Çin önümüzdeki beş yılını plânlarken, acaba hangi reformları neye göre yapacaktır.

İdeoloji ve ekonomik performans

Bu noktada, Dünya Bankası’nın verisini dile getirerek ne söylemek istediğimizi ortaya koyalım.

Bu küresel kuruluşun araştırma sonuçları, Çin’in aradan geçen süre zarfında sekiz yüz (800) milyon kişinin ekonomik gelişmeden yararlandığını ortaya koyuyor.

Bugün nüfusu 1.5 milyara yaklaştığı dikkate alınacak olursa Çin’de, toplumun yarısından fazlasını içine alan bir ekonomik büyüme performansı sergilendiği ortadadır.

Peki, Çin siyasal rejimini oluşturan komünist ideolojiyi, benzer şekilde ekonomisinin de temelleri olarak alıp sürdürseydi, bugün geldiği noktaya ulaşabilir miydi?

Bunu aslında, eksperimental olarak SSCB ve aralarında, Arap ülkelerinin de bulunduğu komünist blok içerisindeki uydu ülkeler de ortaya koymuştu.

Bu siyasi yapının geride bıraktığı, diğerleri bir yana, Rusya ve örneğin, ilgili Arap ülkelerinin bugün içinde bulundukları durum ortada...

Evet, Rusya siyasi ve askeri olarak ayakları üzerinde durmakla kalmıyor, Batı’yı tehdit boyutunda gayet önemli adımlar atıyor.

Ancak, ekonomik büyüme ve bunu toplumun geniş kesimlerine ulaştırma ve hatta, bunu başka ülkelere yayma konusunda Çin’in ortaya koyduğu ‘başarıyı’ sergileyemiyor.

Çin, hız keser mi?

Kimi çevreler, Çin’in elde ettiği bu ekonomik modernleşme sürecinin, daha ne kadar devam edeceğini sorarak gizli/açık, Çin’in bir süre sonra hızının kesileceğini ileri sürebilir.

Buna kısmen katılmak mümkün. Kaldı ki, son birkaç yıllık veriler, Çin’in reel rakamlar dikkate alındığında gerileme evresine girdiğini gösteriyor.

Çin’in, yanı başındaki komşusu Japonya’da ve Batı’da da, benzeri süreçlerin yaşanıyor olmasını doğrusal bir benzerlik olarak alıp alınamayacağı tartışmalıdır...

Ancak, özellikle son otuz, kırk yılın bize gösterdiği bir Çin deyenimi de ortada duruyor.

Ayrıca, bu hız kesmenin Çin’in oluşturduğu komünist-kapitalist eklektiğinden mi kaynaklanacağı yoksa, başka faktörlerin mi işin içine katılacağını da hesaba katmak gerekir.

O da, komünist ideolojinin varlığının yanına, ekonomik gerekliliklerde kapitalist sistemi harekete geçirerek büyümeyi sağlamaktır.

Çin tarzı modernleşme

Çin’in ortaya koymuş olduğu ekonomik kalkınma başarısının kanıtı ise, komünist siyasal rejimine karşılık ve de bir milyarı aşkın nüfusu idare kapasitesi sergileyerek bugüne kadar gelmesidir.

Bir başka deyişle, bu olan biten aslında, bir “Çin tarzı modernleşmedir”...

Çin yönetimi, bu yaşanan süreci örneğin, Batı’yı yakalama adına salt bir modernleşme olarak tanımlamıyor.

Bunun ötesine geçerek, medeniyet boyutunda değerlendirerek, “insanlığın medeniyet kurma çabalarında, yeni bir model” olarak tanımlıyor ve de lanse ediyor.

Bu, gayet iddialı bir yaklaşım...

Medeniyet yansıması

Şayet ortada bir medeniyet olgusu varsa, herhalde durup bunun üzerinde uzun boylu düşünmesi gerekenlerin başında, halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkeler gelmeli...

Bu yaklaşıma, örneğin, Çin’le ilişkileri geliştirme noktasında sıraya girmiş ve aralarında, halkının büyük çoğunluğu olan ülkeler de dahil olmak üzere nasıl bir karşılık verecekleri merak konusudur.

Çin’le ilişkileri sadece, bu ülkenin varsıllığından pay alma yani, pragmatik olarak mı değerlendiriyorlar?

Yoksa, Batı’yla zaten sorunlu olan ‘medeniyet’ problemine bir alternatif olarak görüp ‘komünist de olsa’, Çin’in oluşturmaya çalıştığı ‘yeni medeniyet evreni’ içerisinde yer almaya mı başlayacaklar?

Bir başka deyişle, Batı medeniyeti karşısında, bir Doğu’lu olmaklığıyla ‘bizden’ kabul edilebilecek, yeni bir medeniyet inşacısının peşine mi takınılacak?

Çin’de yaşanmakta olan ekonomik büyüme sürecinin, özellikle komünist ideolojiye bağlı kalarak devam ettirilip ettirilmemesi hiç kuşku yok ki, Çin siyasi elitinin adına reform denilen süreçleri, sürdürülebilir bir şekilde gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğine bağlıdır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/cinde-reform-soylemi-reformist-discourse-in-china/

 

15 Temmuz 2024 Pazartesi

Darbeler ve antropolojik benzerlikler / Coups de etats and anthropological similarites

Mehmet Özay                                                                                                                            15.07.2024

Toplum hafızasında, görece yeni bir hadisenin -bir kez daha, yenilenmesi ile karşı karşıyayız bugün...

15 Temmuz’u nasıl anlamak gerektiği, olan biteni araçsallaştırılmış ordu unsurlarıyla yapılandırılmış bir teşebbüs, meşru bir hükümeti alt etme vb. bir girişim olarak görüp geçiştirmek mi yoksa, bu hadise ile tarihde, benzerleri arasında bir tür devamlılık ile bu devamlılığa neden olan tarihsizlik ve hafızasızlık üzerinde mi durmak gerekir?

Hafıza vurgusu

Toplumlar için, tarihi hafızanın önemine kuşku yok...

Tarih boyunca toplumların var olması ve gelişiminde böylesine güçlü hafızanın varlığı söz konusu iken, benzer şekilde, ancak zıddı bir istikamette güçlü bir hafızaya sahip olamamanın toplumlara nelere mal olduğunu yine bize taih gösteriyor.

Türk tarihinin diyelim ki, -klasik bir yaklaşımla-, son bin yıllık süreci dikkate alındığında, Selçuklular bölümü bir yana, Osmanlılar döneminin daha ortalarına varmadan gündeme gelmeye başlayan ve belki de, abartılı bir ifade kabul edilse de, bugünlere kadar uzanan önemli dönüşümlere ve değişimlere tanık olunuyor.

Bu dönüşüm ve değişimlerin temel aktörlerini ise ellerine güç temerküz etmiş ordulu -bizatihi kendileri ordu olmakla veya ordu destekli sivilimsi yapılar, bunların lider ve diğer takipçi kadroları oluşturuyordu.

Şayet on yılı dolmamış bir gelişmeyi böylesine uzun dönemli bir tarihsel geçmişe yayarak anlamak gerekiyorsa, karşımıza sadece tarihi vakılar ve bu vakıalara örüntüleyen benzer hasletlere sahip bireyleri ve grupları mı anlamak gerekir?

Ve böyle yapıldığında, acaba tarihin ötesinde ve dışında antropolojik karakteristikler üzerinde durmak gerekmez mi?

Öte yandan, bu dönüşüm ve değişimlerin kendinde mi, dış faktörlerden mi, iç faktörlerden mi, ya da dış/öteki toplumlara yönelik analitik yaklaşımların eksikliğinden mi, iç gelişmelerden ders alınamamasından mı, kaynaklandığı gibi bir dizi soruyu aynı anda sıralamak mümkündür.

Analitik yaklaşım

Bugün, 15 Temmuz 2016’nın acılı hatırasına bir kez daha dikkate çekilirken, bu gelişmeye yol açan toplumsal ve siyasal olgulara, değişimlere, yönelimelere dair analitik ve geniş çerçeveli ele alışların düşünüşlerin olup olmadığını da aynı anda ele almak gerekiyor.

Bu söylemin yönünün biraz değiştirerek, “acaba darbeye tevessüle sevk eden nedir?” sorusunu sormak gerekir.

Son darbe teşebbüsü olgusunu, modern dönem siyasal rejimler içerisinde üreyen, üretilen tabiri caizse, siyaset rantının güç ve zorba bir yöntemle ele geçirilmesi kadar, tarihin erken dönemlerinden itibaren karşılaşılan dini içerikle ayaklanmacı eğilimlerin bir tür tekrarı olarak görmek te mümkün.

Burada bir karşılaştırma yapılacak olursa, 1997 güçlü muhtırasına ‘postmodern darbe’ adı verilirken, 2016 darbe teşebbüsünü nasıl açıklamak gerektiği konusunda kafaların karışık olmadığı söylenemez mi?

Bunun nedenini, belki ilkini, devlet içerisinde yapısallığı kesin olan bir kurum tarafından gerçekleştirilmesi ile, ikincisine yönelik anlama çabasındaki zorlukta görmek mümkün.

Devleti ele geçirme kutsallığı

Bu son iki gelişmeyi karşılaştırmayı teşvik anlamında bir diğer soru, “Devleti ele geçirme’ sendromunda bu iki darbe/girişimleri ne tür benzerlikler taşıyor?”  

Tam da bu noktada, ‘devlet’ olgusu söz konusu olduğunda, yukarıda değindiğim Osmanlı dönemi gelişmeleri hatırlamak gerekiyor.

Devlet olgusu sadece kavramsal olarak değil, bir anlamda, fiili ve fiziki olarak da, kutsal bir yapı kabul edilirken, bu kutsal yapıya egemen olmanın da, bir tür kutsallığı içinde barındırdığını ve bu kutsallığı elde etmenin -meşru yöntemlerle olup olmadığı bir yana-, temel bir hedef olarak gündeme geldiğini söyleyebiliriz.  

Söz konusu bu kutsallık modern ve seküler formuyla ortaya çıkabildiği gibi, geleneksel ve dini bağlamıyla da gündeme gelebilmektedir.

Bu birbirine zıd gibi gözüken ancak, hedefler ve yapılaşmalar noktasında benzerlik, aynı zamanda seküler anlamda ‘kurtarıcılık’ ile geleneksel ve dini anlamda ‘mehdicilik’in birbiriyle örtüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.

Nihayetinde, ulus-devlet -olumlulukları kadar- olumsuzlukları içerisinde giderek daha çok dikkat çeken katı determinist devletçilik ile bunun, yine katı ve determinist liderlik profillerinde karşılık bulduğunu unutmamak gerekir.

Antropolojik zemin

Temelde bir yandan, antropolojik özellik öte yandan, siyasal, dini ideolojik nitelik bu yapıları birbirlerine yaklaştırırken, bu yapıları izleyenler için, ortada ciddi anlamda sorgulanmayı gerektiren bir durumun olduğuna kuşku yok.

Bu da, devletin ele geçirilebilecek bir yapı olmadığının, bireylerin ve toplumların paylaşım evreninin temelini oluşturmasıyla ortak bir zemin teşkil ettiğini yeniden ortaya koymak gerekiyor.

Bunu sivil ve entellektüel bir görev addedecek isek, bunun kolay olmadığı da bir o kadar aşikârdır.

Bu tutum, bütüncül bir sorgulamayı gerektirirken bu sorgulamadan modern devlet algısı ve olgusu ile geleneksel, dini bağlamda devlete biçilen rol ve öneme dair bir bütünsellik teşkil ettiğini söylemekte fayda var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/darbeler-ve-antropolojik-benzerlikler-coups-de-etats-and-anthropological-similarities/

14 Temmuz 2024 Pazar

Japonya 2024 yılı savunma raporu ve küresel barış / Japan 2024 defence report and global peace

Mehmet Özay                                                                                                                            13.07.2024

Japonya savunma bakanlığı yıllık ‘savunma raporu’nu yayınladı.

Dün yani, 12 Temmuz günü, “2024 yılı Japonya Savunması” başlığıyla yayınlanan 2024 bu rapor, Asya-Pasifik bölgesi güvenliğine dair, ‘içerden’ bir değerlendirme olmasıyla dikkat çekiyor.

Çalışma, pür bir akademik rapor şeklinde hazırlanmak yerine, bölgesel gelişmeler ve Japon savunma sektörü ve ilgili kurumlarındaki gelişmeler ağırlıklı olarak istatistiki veriler, diagramlar ve diğer görsel malzemeler yardımıyla, bir tür kolaj teknijiyle ortaya konulmuş.

Söz konusu bu raporun, Japonya ulusal güvenliğiyle doğrudan bir alâkalı metin olduğu açık.

Bunun yanı sıra, belge bize Asya-Pasifik bölgesindeki neredeyse, tüm önemli askeri ve güvenlik olgularını, istatistiki verilerle destekleyerek ortaya koyuyor.

Savunma ve bilgi  

Çalışmanın bir ilk olmadığı aksine, 1970 yılından bu yana Japonya savunma bakanlığında yayınlanan bir belge olması, iki açıdan önem taşıyor.

İlki, savunma ve güvenlik gibi bir olgunun, sürekli güncellenen boyutlarıyla dokümenter hale getirilmesidir.

İkincisi, Japonya’nın içinde yer aldığı jeo-politik konumu dolayısıyla kendini, sürekli bir savunma ve güvenlik bağlamında ele almak zorunda hissetmesidir.

Uzun erimli ve sürdürülebilir bakış açısının, Japonya’nın güvenlik ve savunma olgularını profesyonel bir şekilde ele aldığını ortaya koyuyor.

Tehdit ne?

Çalışma, Japonya’nın yanı başındaki üç komşusu yani, Çin, Rusya ve Kuzey Kore odaklı olduğu kadar, bölgeye en yakın sayılabilecek Tayvan Boğazı ve çevresindeki gelişmelerle ilgili analiz içerirken bu ülkeler ve özellikle, ABD – Çin gerginliğini ortaya koyuyor.

Bu durumun, ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki konumundaki Japonya’yı da doğrudan etkilediğine kuşku yok.

Yukarıda zikredilen özellikle üç ülkenin yani, Çin, Rusya ve Kuzey Kore- askeri yapılaşması ve görece birbirleriyle ittifak süreçlerini geliştirmekle olmaları, Japonya’nın ciddi bir ulusal güvenlik tehdidi altında bulunduğuna işaret ediyor.

Bu açık tehdit karşısında Japonya’nın sadece ABD ile savunma işbirliğiyle sınırlı olmayan bir sürece adım atmakta olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu savunma ve güvenlik açılımının bir yerinde Asya-Pasifik bölgesinde öne çıkan ülkeler bulunurken, öte taraftan NATO’nun bölgeye doğru genişlemeci eğilimlerinin Japonya tarafından desteklendiği gözlemleniyor.

Ulusal güvenlik söylemi ve pratiği

Raporun geneline bakıldığında, Japonya’nın ulusal güvenliğine yönelik tehdit düzeyinin dikkat çekici düzeyda artış gösterdiği ve bu anlamda, Asya-Pasifik bölgesinin bu önemli bölgesindeki ülkeleri arasındaki potansiyel gerginliğin ne denli önemli hale geldiğini ortaya koyuyor.

Metne göz atıldığında dikkat çeken hususların başında, Çin ve Rusya hava ve deniz kuvvetleri işbirliğiyle, Japonya’yı çevreleyen sularda gerçekleştirilen ortak askeri tatbikatlar geliyor.

Bu gelişmeyi, Japonya açısından birincil tehdit olarak kabul etmek gerekir.

Bir diğeri ise, Kuzey Kore’nin, periyodik aralıklarla gerçekleştirdiği füze denemeleri ve neredeyse her seferinde hedefin Japonya olduğunu ortaya koyan gizli/açık açıklamalar oluyor.

Söz konusu bu gelişmeler karşısında, Japonya savunma bakanlığı raporunda vurgulandığı üzere,  akla gelen ilk tedbir hiç kuşku yok ki, Japonya’nın ciddi bir silahlanma sürecine girmiş olmasıdır.

Bunu destekleyici mahiyette, ittifak güçleriyle olan irtibatının ve yakınlaşmanın artırılması ki, bunu tanımlamak için, “ittifak yaygınlaştırması” kavramını öneriyorum.

Bunun içerisinde sadece, ABD ile olan geleneksel askeri işbirliği bulunmuyor.

Aksine, buna ilâve olarak, Güney Kore, Avustralya gibi giderek Asya-Pasifik sınırlarında kuzey’den güney’e uzanan skalada işbirliğine konu olan ülkeler ile bu işbirliğinin çerçevelediği coğrafyanın genişliğine dikkat çekmek gerekir.

Bu durum, raporda açıkça dile getirilirken, füze savunma sistemleri gibi uzun vadeye yayıldığı belirtilen bazı önemli askeri donanımın ediniminin öne alındığı vurgu ise gayet önemli.

Bu durum, bölgedeki ilgili ülkeler arasında, örneğin her yıl Singapur’da düzenlenen Shangri-La Savunma Bakanları toplantıları gibi, savunma ve güvenlik alanlarında diyalogun sözde sürdürülmesine karşılık, bölgenin ve bu toplantılara iştirak eden ülkelerin, giderek daha fazla silahlanma yarışı içerisinde olduğu da bir gerçek.

Savunma ve weltanschauung

Rapor’da savunma ve değerler bir başka deyişle ‘weltanschauung’ olgusu arasındaki ilişki dikkati çekicidir.

Japon siyasi aklı, gelişmeleri sadece maddi yani, askeri donanımla sınırlandırmıyor.

Bunun ötesine geçerek, “aynı düşünce sistemi” ve “aynı değerler bütünü” içerisinde yer aldığı belirtilen ülkelerle ittifakların geliştirilmesinin önemine vurgu yapıyor.

Söz konusu bu değerlerin “evrenselliği” hususu, bize hiç kuşku yok ki, ABD yönetiminin, siyasi elitinin, akademisinin vb. sıklıklı dile getirdikleri “demokratik ve liberal değerler”olgusunu akla getiriyor.

Burada sorunun hangi ülke veya ülkelerin böylesine “evrensel değerlere” sahip olup koruduğu ve geliştirdiği ile hangi ülke veya ülkelerin bu tür “evrensel değerler” karşısında yer aldığı hususu, üzerinde gayet önemli durup düşünülmesi gerekiyor.

Nihayetinde, -yukarıda dikkat çekildiği üzere-, sadece bir ulus-devletin sınırlarını oluşturan ve meşruiyet zeminlerinden biri olan, ‘teritoryal egemenlik’ olgusu ile karşı karşıya değiliz.

Savunma, ulusal güvenlik, askeri donanım vb. olgular üzerinden yapılan tartışmanın temelini, aslında dünya görüşlerinin çatışması oluşturuyor.

2. dünya savaşı öncesi benzerlik

Japonya savunma bakanlığı yetkilileri, raporun daha ilk cümlelerinde bugün bölgede yaşanmakta olan askeri, savunma ve güvenlik eksenli gelişmelerde gelinen noktanın 2. Dünya Savaşı veya bölgedeki adıyla Pasifik Savaşı’ndan bu yana ulaşılan, en kritik dönem olarak tanımlıyor. Bu tanımı ve yaklaşımı yabana atmamak gerekir.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, 2. Dünya Savaşı’na veya Pasifik Savaşı’na nasıl gidildiğine dair, 1920’ler ve 30’lardaki bölgedeki çeşitli yayın organlarına, yani gazetelere bakıldığında arada benzerlikler bulmak gayet kolay.

Japonya hükümetince yayınlanan raporu örneğin, ABD ve NATO gibi ülke ve kuruluşların bölgeyle ve bölgedeki müttefikleriyle olan ilişkilerine dair raporlarıyla karşılaştırmalı olarak ele aldığımızda karşımızda, hiç de iç açıcı bir durumun olmadığı ortada.

Karşılaştırma

Bu ve benzeri raporların, yayınlayan ilgili ülke için meşruiyeti ‘ulusal güvenlik’ kavramı etrafında örüntülendiriliyor.

Bununla birlikte, hangi ülkenin bir diğerine karşı niçin ulusal güvenlik sorunu yaşadığı ve karşılıklı olarak hangisinin daha meşru bir kriz içerisinde olduğu ve ötekinin ne denli gayri meşru bir süreçte yer aldığı gayet incelikli araştırmayı gerektiriyor.

Gözlemlerimizi sadece, Batı ve Batı ile müttefik halindeki örneğin, Japonya gibi bölgedeki ülkeler açısından bakarak önyargılı olmama adına karşılaştırmalı birbakış açısına ihtiyaç var.

Bu noktada, örneğin, Çin’in, ABD’nin Pasifik’deki askeri varlığından gayet rahatsız olduğu, on yıllardır müttefiki olan özellikle de, Japonya ve  Filipinlerle olan ve son dönemde, Tayvan’ın da içine alacak şekilde, askeri işbirliği anlaşmalarından dolayı kendisini büyük bir tehdit ve çevrilmişlik içinde gördüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.

Aslında, tam da bu durum, yukarıda değindiğim üzere, bölgedeki ulusal güvenlik, askeri yapılaşma, savunma ilişkilerinin 2. Dünya Savaşı öncesi gelişmeleriyle ne denli benzer olduğunu teyit eder mahiyettedir.

Hem, 1940 öncesi hem de, bugün ortaya çıkan gelişmeler, temelde, iki farklı dünya görüşünün karşı karşıya gelmesi anlamı taşıyor.

Yukarıda kısaca değindiğim üzere, savaş sonrası Japonya’sının da eklemlenmiş olduğu Batı bloğunun dünya düzeni kavramı ve bu kavramı şekillendiren alt yapısal özellikler özgürlükler, dünya denizlerinde serbest dolaşım, serbest ticaret vb. olgular ile bunları reddetmemekle beraber, kamüfle ettiği belirtilen diğer ülke/ler arasındaki bir zıtlaşmadan, çekişmeden ve çatışmadan bahsedebiliriz.

Japonya savunma bakanlığında yayınlanan 2024 yılı raporu, savunma ve güvenlik konusunun detaylarına dair veriler sunduğu gibi, aynı ölçüde başta bölge ülkeleri olmak üzere, küresel güçlerin çatışma ve barış ikilemini nasıl aşmaları konusunda da gizli/açık bazı öneriler sunduğunu söyleyebiliriz.  

https://guneydoguasyacalismalari.com/japonya-2024-yili-savunma-raporu-ve-kuresel-baris-japan-2024-defense-report-and-global-peace/

9 Temmuz 2024 Salı

NATO geleceğini Hint-Pasifik’te arıyor / NATO looks for its future in the Indo-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                            09.07.2024

Batı dünyasının güvenlik şemsiyesi olarak bilinen NATO 75. yılını kutlarken, Atlantik merkezli yapılaşmasını Hint-Pasifik’e yönetmek suretiyle güvenlik paradigmasında önemli bir değişime gidiyor.

Kuzey Atlantik Paktı (North Atlantic Treaty Organization) yani, NATO bu süreçte güvenlik şemsiyesini, Atlantik’in iki yakası ve özellikle de, Batı Avrupa’dan, Hint-Pasifik’e doğru genişletiyor.

Bu süreçte, NATO’ya Avrupa kıtasından -ki, en son örneğini İsveç teşkil ediyor- ve Pasifik bölgesinden yeni üyelerin eklenmesi küresel güvenlik olgusunun yeni bir evreye girdiğinin kanıtı olarak kabul etmek gerekiyor.

Savaş sonrası ve NATO

2. Dünya Savaşı sonrasının, önemli uluslararası güvenlik örgütlerinden biri olan NATO’da, bir süredir gözlemlenen değişim emarelerinin olgunlaşmaya başladığını söylemek yanlış olmayacaktır.

1949 ilâ 1989 yılları arasında, yani yarım yüzyıllık sürede, Atlantik merkezli gelişen güvenlik ekseninde özellikle, Avrupa’nın -bir başka deyişle Avrupa Birliği’nin- güvenliğini sağlayan NATO, Soğuk Savaş sonrasında bir dönem yaşanan barış umutlarıyla çevrili yapılaşmada bir tür belirsizlik sürecine girmişti.

Bu yüzyılın başındaki küresel terör hadiselerinin faturasının Afganistan’a çıkartılmasıyla, bu ülkenin NATO için, Hint-Pasifik bölgesiyle teorik ve pratik etkileşimin bir laboratuvarı olarak belirlendiğini söyleyebiliriz.

Bu güvenlik yayılımcılığı, NATO’nun geleneksel sınırlarının dışına çıkışı kadar, bloğa yeni üyelerin adının yazılması anlamına da geliyordu.

Pasifik’e açılış

O dönem, adı daha güçlü bir şekilde zikredilen Asya-Pasifik bölgesinin, ABD ile ittifak halindeki güçleri yani Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın Afganistan’daki varlığı, NATO yayılımcılığının sınanması için gayet elverişli bir ortam sağladı.

Bu dört ülke NATO ile resmi üyelik anlaşmaları imzalarken, buyapılaşmada kendi bölgelerindeki tehditten Kuzey Kore’den hareket ederken, aradan geçen süreçte, Kuzey Kore’nin yerini çok daha güçlü bir şekilde Çin’in aldığı ortadadır.

Bu gelişmeler bize, 2010’dan itibaren Asya-Pasifik veya bugünlerde, çokça kullanıma girdiği üzere Hint-Pasifik bölgesindeki gelişmeler çerçevesinde, Atlantik merkezli ve Avrupa yönelimli güvenlik bloğu NATO’nun yönünü gayet güçlü bir şekilde Doğu’ya çevirdiğini gösteriyor.

Bu süreçte, özellikle Çin’in, sıradan bir ekonomik kalkınmacı ülke olarak kalmayıp, varsıllığını askeri yatırımlar ve ulusal güvenlik eksenli jeo-politik yatırımlara yöneltmesiyle, Batı’da ve Batı’nın Asya-Pasifik bölgesindeki müttefikleri tarafından, bir tür tehdit unsuru olarak değerlendirilmeye başlandı.

Öte yandan, 2022 yılında Rusya’nın Ukrayna işgaliyle Avrupa ve özellikle, Batı Avrupa için yeniden bir tehdit unsuru haline gelmesi, NATO’nun hem, üyelik ve hem de, teritoryal bağlamda güncellenmesi konusunda, hiç kuşku yok ki, önemli bir etki yaptı.

Bir yandan, Çin’in Güney Çin Denizi’nden başlayan teritoryal egemenlik iddiaları öte yandan, Rusya’nın bitme emaresi göstermeyen Orta Avrupa’daki askeri varlığı NATO’yu, her iki açıdan da yenileşmeci süreci agresif bir şekilde devam ettirmeye sevk ettiği ortadadır.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Çin ve Rusya’nın son dönemdeki jeo-politik belirlenimciliklerine karşılık olarak NATO, klasik veya geleneksel Atlantik ekseninden Doğu’ya yönelmekle kalmadı, aynı zamanda, çoğunluğunu Avrupa ülkelerinin oluşturduğu üyeleri arasına Doğu’dan yenilerini de ekledi.

Savaş sonrası ABD faktörü

NATO’nun kuruluşunun 2. Dünya Savaşı’nın ve/ya Asya-Pasifi’teki gelişmeler bağlamında söylemek gerekirse Pasifik Savaşı’nın galibi konumunda oluşu, siyasal ve askeri güç yoğunlaşmasının Kıta Avrupası’ndan ve İngiltere’den Atlantik’in öte yakasına taşımıştı.

ABD, özellikle 19. yüzyıl boyunca ürettiği zenginliği bir yandan da, askeri güç şeklinde tezahür eden yapılaşmasıyla klasik egemen güçler arasında yepyeni bir unsur olarak ortaya çıktı.

Bunun ne anlama geldiğini belki de, son yirmi yılda Çin’in ekonomik kapitalizminin zorunlu bir sonucu olarak askeri yapılaşmaya kayıtsız kalmayan ve bu alanda sürekli yenilenmesinde tanık olmak mümkün.

NATO’da sarsıntı

ABD’nin yirminci yüzyıl ikinci yarısı boyunca ürettiği ve yönettiği bu güvenlik şemsiyesinin ağır yükünü üzerinde taşımasının, yakın geçmişte ABD iç siyasetindeki gelişmelere kurban verilebilecek bir dış etki olarak kabul edildiğine tanık olduk.

Bu noktada, ABD’de 2016-2020 yılları arasında Donald Trump iktidarı, ekonomik gelişmeleri gerekçe göstererek, NATO’ya maddi desteği gözden geçirme ve maddi sorumluluğun paylaşımını gündeme getirmesi NATO’da soğuk duş etkisi yarattığına kuşku yok.

Trump’un, böylesine cüretkâr ve neredeyse, bir yüzyıllık Batı Avrupa ile olan güvenlik ilişkisini rafa kaldırma anlamına gelen güvenlik politikasında eksen kayması olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

Trump iktidarında söylem düzeyinde başlayan ayrışmanın, Joe Biden iktidarıyla birlikte düzelme eğilimi sergilemesine rağmen, ABD iç politikasında yakında gerçekleşmesi gayet muhtemel değişimin, NATO’da akılları karıştırmaya yetecektir.

NATO’da aktör değişir mi?

Yukarıda kısaca dile getirildiği üzere, 20. yüzyıl boyunca Batı veya Batı eko-politiği dendiğinde akla gelen ülkenin ABD olduğuna kuşku yok.

ABD’nin bu yapılaşması, etkisini ve de nüfuzunu NATO’ya da yansıtıyor...

ABD, 19. yüzyıl boyunca ekonomik varsıllığı veya kapitalizmde eriştiği yüksek düzeyin küresel egemenliğe yansımasında askeri gücü, teritoryal hakları belirleme, teorik ve pratik yaklaşımlardaki konumu ile 2. Dünya Savaşı sonrası yeni dünya düzenini bizatihi, kendi gelişim düzeyine benzeterek ve/ya kendini bir model olarak sunarak NATO’nun kuruluşunu “güvenlik, kalkınma ve barış” üçgenine yerleştirdi.

Bu noktada, NATO’nun ABD’nin maddi ve askeri açıdan doğrudan bağımlılığı ile Avrupa’nın daha doğrusu Avrupa Birliği’nin güvenliği konusunun gayet açık bir ikilem olduğuna kuşku yok.

Avrupa Birliği güvenliğini tesisde kendine yeter kaynakları kadar, başka bölgelerden destek arayışında olduğunu ileri sürebiliriz.

Son gelişmeler bize, bu desteğin Japonya ve Avustralya gibi bölgesel aktörlerin varlığından hareketle, Asya-Pasifik bölgesinden gelmekte olduğunu ortaya koyuyor.

Olası bir Trump zaferinin ardından zayıflayacak ABD desteği karşısında, AB ve Pasifik merkezli ülkeler arasındaki yakınlaşmanın artacağını düşünmek yanlış olmayacaktır.

Bu anlamda, bugün belki teorik anlamda değil, fakat çokça pratik alanda yapılacak epeyce iş olmasına karşın, NATO aklının, Pasifik’deki geleneksel ve tarihsel müttefikleriyle buluşmasını yakından takip etmek gerekiyor.

Son 75 yılda Atlantik güvenliğini sağlayan NATO’nun, son dönemde Hint-Pasifik açılımında kendini ortaya koyduğu üzere, en azından gelecek elli yıllık süreci yönetmeye aday girişimleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/nato-gelecegini-hint-pasifikte-ariyor-nato-looks-for-its-future-in-the-indo-pacific/