Mehmet Özay 27.04.2025
Bu çerçevede,
sorunun farklı coğrafyalardaki Müslüman toplumların kendi iç dinamiklerinden
neşet eden açılımlar olduğunu ileri sürebiliriz. Bunları, iç nedenler ve
faktörler sınıflamasında yer vermek gerekiyor.
Bunun yanı sıra,
Batı Avrupa sömürgeciliğiyle başgösteren ve ‘öteki’ olarak kabul
edilebilecek ve bu ‘öteki’ne içkin olan siyasal,
ekonomik, kültürel ve dini içeriklerle karşılaşmanın olduğunu dikkate almak
suretiyle, bunları temelde dış faktörler başlığı altında yer değerlendiriyoruz.
Burada
hatırlatılmasında yarar olan husus, refom ve değişim ile kastedilen ve/ya
amaçlananın İslam inancının temel dogmaları, doktrinleri üzerinde bir yeniden
yapılaşma olmadığıdır.
Aksine, böylesi
kökten değiştirmeci bir yaklaşım yerine, bu dogma ve doktrin üzerinden
geliştirilmiş olan ve insan toplumlarının, içinde yer aldıkları kültürel,
coğrafi, eğitim/bilimsel, iklim, adet/örf vb. gibi yapılarla etkileşimin neden
olduğu değişim talebi ve yönelimidir ya da bu yöndeki değişim talebi ve
yönelimi olmalıdır.
Hangi ‘Öteki’?
Müslüman
toplumların özellikle, Hint Okyanusu çevresinde ve ötesinde var olan ve gelişme
gösteren İslam dışı dini yapılar ve Batı Avrupa dışı siyasal-kültürel
varlıklarla ilişkilerin farklı bir değerlendirilmeye tabi tutulmasını da, burada
bir öneri olarak gündeme getirmek mümkün.
Ancak, tarihsel
olarak gözlemlendiği ve 20. yüzyıl ile bugüne değin uzanan süreçte, ‘Doğu’yu
bir tek şemsiye alında ele alma çabalarına vurgu yaparak, Doğu’yu bir bütün
olarak Batı’dan ayıran temeller olduğunu hatırlamak gerekir.
Batı dünyası
entellektüel çevresinden çıkan, Louis Massignon ve Henry Corbin gibi isimler
ile Doğu dünyası içinden çıkan ve entellektüel faaliyetlerini Batı’da sürdüren İranlı
Seyid Hüseyin Nasir ve bu neslin geniş Malay dünyasındaki temsilcilerinden Bogor
doğumlu, Malezyalı Muhammed Naquib al-Attas gibi ‘gelenekselçilere’ ve
çalışmalarına vurgu yapmak mümkün.
Sosyolojik
düşünememe zaafiyeti
Yukarıda vurgu
yapılan, iç ve dış nedenler ve faktörler, sosyolojik olarak yaşanan
değişimlerin varlığını ortaya koymaları bakımından önem taşırlar. Burada
‘sosyoloji’ vurgusunu kasıtlı ve bilerek kullandığımı belirtmek isterim.
Müslüman
çevrede veya bu çevreyi entelletüel ve akademik bağlamda temsil ettiği ileri
sürülen çevrelerde ‘sosyolojik bakış açısının’ darlığı, kısıtlılığı ve hatta
kasıtlı olarak göz ardı edilme ve reddedilme süreçleri bize, bu çevrelerin -diyelim
ki, 18. yüzyıldan itibaren başlatılan- reform ve yenilenme süreçleri kadar,
günümüz modern sonrası veya post-modern dönemde değişim olgusunu
algılamalarında, kayda değer bir problemin olduğunu gösteriyor.
Burada durup
sorulması gereken husus, Batı Avrupa sömürgeciliğinin kendini -henüz- bütünüyle
hissettirmediği görüşünden hareket ederek, 18. yüzyıla vurgu yapanları dikkate
alarak söylemek gerekirse, “Reformu, yenilenmeyi söz konusu bu yüzyılda ortaya
çıkaran nedenler nelerdir? sorusuna cevap verebilme yeterliliğinin ancak, tüm
sosyolojik bağlamlarıyla değişim olgusuyla irtibatlı olduğu göz ardı edilemez.
İki temel eksiklik
Bu yaklaşımda
iki temel eksiklik ve aksaklık olduğunu söylemek gerekir...
İlki, şayet değişim
olgusu kabul edilecek olursa, reform ve yenilenmenin hususen 18. yüzyıla ait
olmaması gerekir.
Bununla
söylemek istediğimiz, daha önceki yüzyıllarda da dönemine ve toplumuna
özgülülükler çerçevesinde, çeşitli değişim süreçlerinin olduğu ve bu değişim
süreçlerine Müslüman alimlerin ve entellektüellerin cevap verme durumunda
kaldıkları gerçeğidir.
Örneğin, burada
18. yüzyıl çabalarına dair bir açılım ortaya koymak mümkün.
Yukarıda dikkat
çekilen ve benzeri ‘öncü’ isimlerin çalışmalarında, Naquib al-Attas’ın
çalışmaları dışında, geniş Malay dünyası entellektüel dünyasının gelişindeki
rolleri ile 16. yüzyıl sonu, 17. yüzyıl başlarında bu ilgili Müslüman
dünyasında etkin olmuş ve konvansiyonel anlamda ‘reformcu’ denilen Müslüman
alim ve düşünürlere rastlamak mümkün değil...
Bunu belki, en
basit anlamıyla söylemek gerekirse, Müslüman toplumların birbirleriyle
irtibatsızlığı ve haberdarsızlığı ile açıklamak mümkün. Nihayetinde, Malay
dünyasında ortaya konulan çabaların ilgili toplumda yer alan, ortaya çıkan
sorunlar ve değişim taleplerine karşı geldiğini ve bunun dönemin siyasal,
toplumsal, eğitim vb. yapısını doğrudan etkilediğini ortaya koymak gerekir.
İkincisi,
değişim olgusu kabülü öncellenerek başlanacak olunursa, değişime konu olanın ne
olduğu sebepleri ve sonuçlarıyla ortaya konmasında yarar var.
Bu noktada, iç
faktörler nezdinde ele alınması gereken ve öneri olarak gündeme getirmek
istediğimiz husus, iklim koşullarından ekonomik üretim şartlarına, siyasal
yönetim tarzından çatışma ve savaş durumlarına kadar insan toplumlarının
hepsinde karşılaşılabilecek irili ufaklı pek çok alandaki meydan okuma, değişim
vb. süreçlerin dikkate alınması gerekir.
Ancak, bu
hususlara rastlamak yerine vurgunun adına ‘bid’at’ denilerek kategorileştirilen
ve temelde ‘halk inançları’na tekabül eden boyutunun öne çıkarıldığı görülür.
bu durum bize 18. Yüzyıl gibi dönemlere ait ‘reform’ düşüncesinin dini ve
entellektüel boyutundaki kısırlığa işaret ettiğini samimi olarak belirtmekte
yarar var.
Biraz daha açık
söylemek gerekirse, belirli bir coğrafyada belirli bir dönemde varlık süren
Müslüman toplumda ‘dini reform’ çabasını salt ve sürekli bağlamda belirli inanç
ritüelleriyle irtiatlandırırken, döneminin siyasal, ekonomik, uluslararası
ilişkileri gibi geniş ve kapsamlı alanlarda olan bitene dair, -dini alandan
hareketle- bir görüş, düşünce, değişim önerisi getirememe durumuyla karşı
karşıya olduğumuz anlaşılıyor.
Böylesine dar
ve kısır uygulamayla doğrudan irtibatlı alanın, çeşitli Sufi ekollerinin yine
ritüelleriyle ilgili açılımlar olduğu görülür.
Bu hususta
kimileri -haklı olarak- itiraz getirerek, -diyelim ki, 18. yüzyıl reform
süreçlerinin salt ‘halk dini pratikleri’, ‘Sufi ekoller ritüelleri’ ile
sınırlığı olmadığı, aksine, giderek kendini daha doğrudan ve derinden
hissettiren Batı Avrupa sömürgeciliğine karşı, siyasal ve askeri mobilizasyonu
gerektiren çıkışların da ortaya konduğu söylenebilir.
Bu yaklaşımda
haklılık payı yok değil.
Ancak, bir
diğer kısıtlılık örneğiyle, burada da karşılaştığımızı ileri sürmek mümkün...
Öyle ki, reform
sürecinde yer alan Müslüman alimlerin ve -bir ölçüde dönemi dikkate alındığında,
erken entellektüelleri diyebileceğimiz kesimlerin- reform yönelimli yaklaşımlarını,
kendi coğrafyalarına kadar gelmiş Batı Avrupalıların düşünce dünyasını anlama,
değerlendirme, yorumlama vb. süreçleri ortaya koy/a/mamış olmalarıdır.
Bu durum bize
bizatihi, ‘Öteki’ toplumları anlama konusunda yine, sosyolojik bir bakış
açısıyla hareket etmek yerine, ‘Öteki’ni belirli kategorilere tabi tutarak
dışlamak gibi, bir anlamda gayet kolaycı bir ‘metod’un uygulamaya konulduğunu
gösteriyor.
Müslüman
dünyasında reform ve değişim çabalarına duyulan ihtiyaç sürekli güncellenirken,
temelde bu reform ve değişim çabalarının tarihin değişik dönemlerinde neden
ortaya çıktığı ve nasıl yönelim kazandığı konusunun bizatihi yeniden
değerlendirilmeye tabi tutulması gerekiyor.
Böyle bir
yaklaşım sayesinde, bugüne kadar ortaya konulan çabalara rağmen, Müslüman
dünyasının halen içinden çıkamadığı kaoslara, sorunlara dair yeni bir bakış
açısı kazandırabilmenin önü açılmış olacaktır.