28 Nisan 2025 Pazartesi

Müslüman dünyasında reform düşüncesi ve çelişkilerine dair / Reformist thought and its contradictions in Muslim world

Mehmet Özay                                                                                                                             27.04.2025

Müslüman toplumlarda reform düşüncesinin ortaya çıkışı ve gelişimi konusunda, farklı görüşler bulunuyor. Mevcut literatürde, bu görüşlerin kendini tarihsel olarak sınırlandırdığı yönünde genel bir eğilim olduğunu söylemek mümkün.

Bu çerçevede, sorunun farklı coğrafyalardaki Müslüman toplumların kendi iç dinamiklerinden neşet eden açılımlar olduğunu ileri sürebiliriz. Bunları, iç nedenler ve faktörler sınıflamasında yer vermek gerekiyor.

Bunun yanı sıra, Batı Avrupa sömürgeciliğiyle başgösteren ve ‘öteki’ olarak kabul edilebilecek  ve bu ‘öteki’ne içkin olan siyasal, ekonomik, kültürel ve dini içeriklerle karşılaşmanın olduğunu dikkate almak suretiyle, bunları temelde dış faktörler başlığı altında yer değerlendiriyoruz.

Burada hatırlatılmasında yarar olan husus, refom ve değişim ile kastedilen ve/ya amaçlananın İslam inancının temel dogmaları, doktrinleri üzerinde bir yeniden yapılaşma olmadığıdır.

Aksine, böylesi kökten değiştirmeci bir yaklaşım yerine, bu dogma ve doktrin üzerinden geliştirilmiş olan ve insan toplumlarının, içinde yer aldıkları kültürel, coğrafi, eğitim/bilimsel, iklim, adet/örf vb. gibi yapılarla etkileşimin neden olduğu değişim talebi ve yönelimidir ya da bu yöndeki değişim talebi ve yönelimi olmalıdır. 

Hangi ‘Öteki’?

Müslüman toplumların özellikle, Hint Okyanusu çevresinde ve ötesinde var olan ve gelişme gösteren İslam dışı dini yapılar ve Batı Avrupa dışı siyasal-kültürel varlıklarla ilişkilerin farklı bir değerlendirilmeye tabi tutulmasını da, burada bir öneri olarak gündeme getirmek mümkün.

Ancak, tarihsel olarak gözlemlendiği ve 20. yüzyıl ile bugüne değin uzanan süreçte, ‘Doğu’yu bir tek şemsiye alında ele alma çabalarına vurgu yaparak, Doğu’yu bir bütün olarak Batı’dan ayıran temeller olduğunu hatırlamak gerekir.

Batı dünyası entellektüel çevresinden çıkan, Louis Massignon ve Henry Corbin gibi isimler ile Doğu dünyası içinden çıkan ve entellektüel faaliyetlerini Batı’da sürdüren İranlı Seyid Hüseyin Nasir ve bu neslin geniş Malay dünyasındaki temsilcilerinden Bogor doğumlu, Malezyalı Muhammed Naquib al-Attas gibi ‘gelenekselçilere’ ve çalışmalarına vurgu yapmak mümkün.

Sosyolojik düşünememe zaafiyeti

Yukarıda vurgu yapılan, iç ve dış nedenler ve faktörler, sosyolojik olarak yaşanan değişimlerin varlığını ortaya koymaları bakımından önem taşırlar. Burada ‘sosyoloji’ vurgusunu kasıtlı ve bilerek kullandığımı belirtmek isterim.

Müslüman çevrede veya bu çevreyi entelletüel ve akademik bağlamda temsil ettiği ileri sürülen çevrelerde ‘sosyolojik bakış açısının’ darlığı, kısıtlılığı ve hatta kasıtlı olarak göz ardı edilme ve reddedilme süreçleri bize, bu çevrelerin -diyelim ki, 18. yüzyıldan itibaren başlatılan- reform ve yenilenme süreçleri kadar, günümüz modern sonrası veya post-modern dönemde değişim olgusunu algılamalarında, kayda değer bir problemin olduğunu gösteriyor.

Burada durup sorulması gereken husus, Batı Avrupa sömürgeciliğinin kendini -henüz- bütünüyle hissettirmediği görüşünden hareket ederek, 18. yüzyıla vurgu yapanları dikkate alarak söylemek gerekirse, “Reformu, yenilenmeyi söz konusu bu yüzyılda ortaya çıkaran nedenler nelerdir? sorusuna cevap verebilme yeterliliğinin ancak, tüm sosyolojik bağlamlarıyla değişim olgusuyla irtibatlı olduğu göz ardı edilemez.

İki temel eksiklik

Bu yaklaşımda iki temel eksiklik ve aksaklık olduğunu söylemek gerekir...

İlki, şayet değişim olgusu kabul edilecek olursa, reform ve yenilenmenin hususen 18. yüzyıla ait olmaması gerekir.

Bununla söylemek istediğimiz, daha önceki yüzyıllarda da dönemine ve toplumuna özgülülükler çerçevesinde, çeşitli değişim süreçlerinin olduğu ve bu değişim süreçlerine Müslüman alimlerin ve entellektüellerin cevap verme durumunda kaldıkları gerçeğidir.

Örneğin, burada 18. yüzyıl çabalarına dair bir açılım ortaya koymak mümkün.

Yukarıda dikkat çekilen ve benzeri ‘öncü’ isimlerin çalışmalarında, Naquib al-Attas’ın çalışmaları dışında, geniş Malay dünyası entellektüel dünyasının gelişindeki rolleri ile 16. yüzyıl sonu, 17. yüzyıl başlarında bu ilgili Müslüman dünyasında etkin olmuş ve konvansiyonel anlamda ‘reformcu’ denilen Müslüman alim ve düşünürlere rastlamak mümkün değil...

Bunu belki, en basit anlamıyla söylemek gerekirse, Müslüman toplumların birbirleriyle irtibatsızlığı ve haberdarsızlığı ile açıklamak mümkün. Nihayetinde, Malay dünyasında ortaya konulan çabaların ilgili toplumda yer alan, ortaya çıkan sorunlar ve değişim taleplerine karşı geldiğini ve bunun dönemin siyasal, toplumsal, eğitim vb. yapısını doğrudan etkilediğini ortaya koymak gerekir.

İkincisi, değişim olgusu kabülü öncellenerek başlanacak olunursa, değişime konu olanın ne olduğu sebepleri ve sonuçlarıyla ortaya konmasında yarar var.

Bu noktada, iç faktörler nezdinde ele alınması gereken ve öneri olarak gündeme getirmek istediğimiz husus, iklim koşullarından ekonomik üretim şartlarına, siyasal yönetim tarzından çatışma ve savaş durumlarına kadar insan toplumlarının hepsinde karşılaşılabilecek irili ufaklı pek çok alandaki meydan okuma, değişim vb. süreçlerin dikkate alınması gerekir.

Ancak, bu hususlara rastlamak yerine vurgunun adına ‘bid’at’ denilerek kategorileştirilen ve temelde ‘halk inançları’na tekabül eden boyutunun öne çıkarıldığı görülür. bu durum bize 18. Yüzyıl gibi dönemlere ait ‘reform’ düşüncesinin dini ve entellektüel boyutundaki kısırlığa işaret ettiğini samimi olarak belirtmekte yarar var.

Biraz daha açık söylemek gerekirse, belirli bir coğrafyada belirli bir dönemde varlık süren Müslüman toplumda ‘dini reform’ çabasını salt ve sürekli bağlamda belirli inanç ritüelleriyle irtiatlandırırken, döneminin siyasal, ekonomik, uluslararası ilişkileri gibi geniş ve kapsamlı alanlarda olan bitene dair, -dini alandan hareketle- bir görüş, düşünce, değişim önerisi getirememe durumuyla karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor.

Böylesine dar ve kısır uygulamayla doğrudan irtibatlı alanın, çeşitli Sufi ekollerinin yine ritüelleriyle ilgili açılımlar olduğu görülür.

Bu hususta kimileri -haklı olarak- itiraz getirerek, -diyelim ki, 18. yüzyıl reform süreçlerinin salt ‘halk dini pratikleri’, ‘Sufi ekoller ritüelleri’ ile sınırlığı olmadığı, aksine, giderek kendini daha doğrudan ve derinden hissettiren Batı Avrupa sömürgeciliğine karşı, siyasal ve askeri mobilizasyonu gerektiren çıkışların da ortaya konduğu söylenebilir.

Bu yaklaşımda haklılık payı yok değil.

Ancak, bir diğer kısıtlılık örneğiyle, burada da karşılaştığımızı ileri sürmek mümkün...

Öyle ki, reform sürecinde yer alan Müslüman alimlerin ve -bir ölçüde dönemi dikkate alındığında, erken entellektüelleri diyebileceğimiz kesimlerin- reform yönelimli yaklaşımlarını, kendi coğrafyalarına kadar gelmiş Batı Avrupalıların düşünce dünyasını anlama, değerlendirme, yorumlama vb. süreçleri ortaya koy/a/mamış olmalarıdır.

Bu durum bize bizatihi, ‘Öteki’ toplumları anlama konusunda yine, sosyolojik bir bakış açısıyla hareket etmek yerine, ‘Öteki’ni belirli kategorilere tabi tutarak dışlamak gibi, bir anlamda gayet kolaycı bir ‘metod’un uygulamaya konulduğunu gösteriyor.

Müslüman dünyasında reform ve değişim çabalarına duyulan ihtiyaç sürekli güncellenirken, temelde bu reform ve değişim çabalarının tarihin değişik dönemlerinde neden ortaya çıktığı ve nasıl yönelim kazandığı konusunun bizatihi yeniden değerlendirilmeye tabi tutulması gerekiyor.

Böyle bir yaklaşım sayesinde, bugüne kadar ortaya konulan çabalara rağmen, Müslüman dünyasının halen içinden çıkamadığı kaoslara, sorunlara dair yeni bir bakış açısı kazandırabilmenin önü açılmış olacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/musluman-dunyasinda-reform-dusuncesi-ve-celiskilerine-dair-reformist-thought-and-its-contradictions-in-muslim-world/

Singapur seçime gidiyor... / General elections in Singapore...

Mehmet Özay                                                                                                                             26.04.2025


Singapur’da, 15. Genel seçimler önümüzdeki Cumartesi günü yapılacak...

Güneydoğu Asya’nın Ada ülkesi Singapur Cumhuriyeti’nde, 97 sandalyeli parlamentonun belirleneceği 15. Genel seçimler önümüzdeki bir hafta sonra yani, 3 Mayıs Cumartesi günü gerçekleştirilecek.

Küresel belirsizliğin, kendini giderek daha çok hissettirdiği bir ortamda yapılacak olan seçimler, Ada ülkesi Singapur’da istikrar adına önemli bir süreç olarak değerlendiriliyor.

Başbakan Lawrence Wong, seçim süreciyle ilgili yaptığı açıklamada bu hususa değinirken, geçen on yıllar boyunca Singapur’un sürekli gelişme ve kalkınmasına yol açan uluslararası sistemde yaşanan değişimlere dikkat çekerek, gizli/açık seçmenleri ‘sağ duyulu’ olmaya davet ettiğini söyleyebiliriz.

Seçim kararı

Seçim kararı, devlet başkanı Tharman Shanmugaratnam’ın 15 Nisan’da parlamentoyu feshetmesinin ardından, başbakan Lawrence Wong, yine aynı gün açıkladığı seçim kararını açıklamıştı.

Aday belirleme süreci ise 22 Nisan’dan itibaren başlatıldı. Adaylar, seçim kampanyalarını ise 23 Nisan 1 Mayıs günleri arasında yürütecekler.

Önümüzdeki Cumartesi günü yapılacak parlamento seçimleri için seçmenler, kayıtlı oldukları sandıklarda sabah 8’den akşam 8’e kadar oylarını kullanabilecekler.

Seçmenler 33 seçmen bölgesinde toplam 97 milletvekili seçimi için oylarını kullanacaklar.

Dar bölge sistemi ve tek sandalyeli olmak üzere iki farklı seçim bölgesi bulunuyor.

Dar bölge sistemi 18 bölgeyi içeriyor ve parti adayları grup olarak seçime giriyor; 15 bölgeyi içeren ikinci seçim bölgesinde adaylar tek tek yarışıyorlar.

PAP: İktidar partisi

Aday belirleme sürecinde özellikle iktidardaki PAP önemli açılımlarıyla dikkat çekiyor.

Dördüncü nesil tarafından yönetilme sürecine geçilen parti, bu süreci genç nesil ile parlamentoya taşımaya hazırlanıyor.

PAP, toplam 33 seçim bölgesinin tümünde seçimi katılırken, muhalefet partisi İşçi Partisi 26 milletvekilliği için mücadele edecek.

Diğer küçük partiler ise, siyasi ideolojilerine ve politik programlarına hitap edebilecekleri sınırlı seçim bölgelerinde yarışa katılacaklar.

Meritokrasiyi ilke olarak benimseyen PAP’ın, aday belirleme sürecinde kamu ve özel sektörde çeşitli görevlerde bulunan ve alanlarında öne çıkan bürokratları milletvekili adayları olarak belirlemesi dikkat çekiyor.

PAP yönetimi, bu politikasıyla meslek yaşamlarında Ada’nın ekonomik, sivil toplum, kültür, eğitim yaşamına katkıda bulunmuş isimleri parti kanalıyla ulusal siyasette rol almalarını sağlıyor.

Bu politika sayesinde, PAP bir anlamda yetişmiş insan gücünü, sahip oldukları tüm tecrübelerle Ada’nın ulusal, bölgesel ve küresel bağlamlarda kendine özgü siyasal, ekonomik ve kültürel çelişkileri ve açılımlarını yönetmeye sevk ediyor.

Bireysel başarı, disiplin, iş ahlakı, değerler gibi pek çok ulus-devlet siyasetinde karşılığını bulmanın zor olduğu ilkeler üzerine inşa edilen bir Singapur siyaseti ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek gerekiyor.

Bunun yanı sıra, 1965 yılından bu yana iktidar olan PAP’ın, iktidar aygıtı ve kontrolü üzerinden elde edilebilecek alanları kendi lehine kullanabildiği de bir gerçek...

Yeni yüzler...

3 Mayıs’ta yapılacak 15. Genel seçimler için PAP, değişik seçim bölgelerinde yarışacak 30 yeni isimle seçimlere giriyor.

Gözlemcilerin, bu oranın son seçimlerle kıyaslandığında, en yüksek sayı olmasına yaptıkları vurgu dikkate alındığında, PAP’ın değişim konusunda önemli bir adım atmakta olduğunu söylemek gerekir.

Bu politikasıyla PAP yönetimi, yeni bir döneme girildiğini gizli/açık ortaya koyuyor.

Aslında bu dönemin, geçtiğimiz yıl yaşanan parti genel sekreterliği ve başbakan değişimiyle ortaya konmuştu.

Böylece, uzun yıllardır başbakanlık koltuğunda oturan Lee Hsien Lhoong yerini, dördüncü nesil politikacılar arasında önemli bir isim olarak değerlendirilen maliye bakanı Lawrence Wong almıştı.

Aradan geçen yaklaşık bir yıllık süre zarfında Wong’un, partiyi yeni yüzlerle tanıştırma veya partiye yeni bir ivme kazandırma adına çabasının en önemli göstergesi önümüzdeki Cumartesi günü yapılacak seçimler olacak.

Ada siyaseti

1965 yılından bu yana bağımsızlık sürecine bakıldığında Singapur Cumhuriyeti’nin kurucu partisi konumundaki PAP’ın bu politikada başarılı olduğunu söylemek mümkün.

Ülke siyasetini Ada’nın bağımsızlığını kazandığı 1965 yılında bu yana elinde tutan Halkın Eylem Partisi’nin (People’s Action Party-PAP) iktidarında bir değişiklik olması beklenmiyor.

Mevcut mecliste PAP’ın yanı sıra, İşçi Partisi (Workers’ Party-WP) on milletvekili ile temsil ediliyor.

2020 yılında yapılan 14. Genel seçimlerde iktidardaki PAP oyların yüzde 61.23’ünü almıştı...

PAP iktidarını devam ettirse de, muhalefet açısından 2020 seçimleri ikinci dar bölgenin kazanılmasıyla önemli bir başarı olarak değerlendirilmişti.

Önümüzdeki hafta yapılacak seçimlerde İşçi Partisi’nin benzeri bir başarı peşinde olduğunu söylemek mümkün.

Bununla birlikte, iktidarı değiştirecek bir seçim sonucu ortaya çıkması beklenmese de, parlamentoda muhalefetin sesi olacak milletvekillerin sayısının artması, Ada demokrasisinde önemli kabul ediliyor.

İşçi Partisi, seçmenlerin ilgisi çekmek adına bu seçim döneminde sloganını, “Singapur İçin Çalışma” olarak belirledi.

Siyasetin çeşitliliği

Yukarıda dikkat çekilen iki temel siyasi partinin yanı sıra, Ada siyasetinde sivil toplum ve örgütlenmenin uzantısı olarak kabul edilebilecek siyasi partiler bulunuyor.

Bu siyasi hareketleri, bir ölçüde İşçi Partisi ideolojisinden ayrışan ve temelde, sosyalist ve komünisit eğilimleri güçlü bir şekilde bünyesinde barındıran partiler olarak kabul etmek mümkün.

Bunlar arasında İlerlemeci Singapur Partisi’nin (Progressive Singapore Party-PSP), toplamda beş dar bölgede seçime girmesi bekleniyor.

Bunlar arasında, partinin siyasal ideolojik tutumunu doğrudan yansıttığını gösterecek şekilde Ada’nın Batı Sahili ve Batı Jurong gibi işçi kitlelerinin yoğun olduğu seçim bölgesi bulunuyor. Partinin ideolojisinden hareketle, parti ismini “İlerlemesi Sosyalist Parti” olarak okumak da mümkün...

Sınırlı seçim bölgelerinde siyasi yarışa katılacak olan diğer partiler ise şunlar:  SUP, NSP, RDU,SDP, PAR, SPP-PAR.

Bunların yanı sıra, sayıları az da olsa bağımsız adaylar da yarışta yer alacak.

Söz konusu küçük partilerin bu ve benzeri sınırlılıklara sahip olması, Ada siyasetinin tümüne hakim olmaktan ziyade, daha çok ilgili siyasal ve toplumsal gruplara hitap ettiklerini ortaya koyuyor.

Küresel vurgu

Kalkınmış ekonomisi ve çeşitli açılardan sergilediği performans ve yapılaşmalarla, birinci sınıf bir dünya devleti sıfatlarıyla anılan Singapur’da, 3 Mayıs Cumartesi günü yapılacak seçimlerde seçmenler Ada’da siyasal istikrar ve demokratik hakların yanı sıra, dikkate alacakları en önemli husus hiç kuşku yok ki, 20 Ocak’tan bu yana küresel ekonomi ve ticaret dünyasında yaşananlar bulunuyor.

Ada’nın, kalkınma ve gelişme süreçlerinde, her açıdan dışa bağımlı olduğu ve bu anlamda, Çin ve ABD ile ticari ilişkilerin üst düzeyde seyrettiği dikkate alındığında yaşanan ticaret savaşlarını doğrudan hissetmeye başlayan ülkelerden birinin Singapur olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Yazının girişinde Başbakan Lawrence Wong’un açıklamasına yaptığım atıfta da görüldüğü üzere, Singapur önümüzdeki beş yıllık süreci iyi yönetebilecek bir iktidar arayışında olacaktır.

Ayrıca, Başbakan Wong’un küresel sistemin nereye evrileceği konusundaki belirsizliğe vugu yaparken, “yeni dönemin eskisi gibi olmayacağına” vurgusu gayet önemlidir.

Ada ekonomisinin küresel ticarete endeksli yapısı hiç kuşku yok ki, Başbakan Wong kadar, mesleki yaşamlarını büyük ölçüde söz konusu küresel sisteme entegre olmuş kurumlarda geçiren pek çok Singapurluyu da yakından ilgilendiriyor.

Seçmenlerin bu anlamda sandık başında verecekleri kararın salt Ada kimliği, politikası ve ideolojik ayrışmalarıyla sınırlı olmayacağı aksine, bunların dışında ve ötesinde küresel gelişmelerin de dikkate alınacağını söylemek mümkün.

https://guneydoguasyacalismalari.com/singapur-secime-gidiyor-general-elections-in-singapore/

24 Nisan 2025 Perşembe

Papa’nın ölümü... / The demise of the Pope...

Mehmet Özay                                                                                                             24.04.2025

Katolik dünyasının ruhani lideri Papa Francis, geçtiğimiz Pazartesi günü Vatikan’da hayatını kaybetti. Bu gelişmenin, küresel medya için haber niteliği taşıdığına kuşku yok.

Gündelik yaşam içerisinde ekonominin, siyasetin, doğal afetlerin, her türünden eğlencenin vs. gündemi belirlemesine karşılık, ‘yüce bir dini’ makamı işgal eden bir bireyin vefatını, sıradan bir gelişme olmanın dışında ve ötesinde ele almak gerekir.

Papa’nın vefatının ardından bazı hususlara kısaca değinmekte yarar var.

Katoliklik

Katolik dünyasının liderinin vefatını öncelikle, Hıristiyanlık dünyasında önemli bir gelişme olduğuna kuşku yok.

Bu durum, Papa Francis’in kilise hiyerarşisi içerisinde işgal ettiği yüce makamın ruhaniliği ile onun ardından gelecek, yerine atanacak bir başka ruhani lidere geçişinde görmek mümkün.

Bunun yanı sıra, vurgunun Hıristiyan kavramından ziyade, Katolik/lik kavramı üzerinde oluşu gözlerden kaçmıyor.

Bu durum, Hıristiyan inancına mesup toplumların tarihsel olarak ‘mezhep’ (denomination) farklılıklarına bir atfı gündeme getiriyor.

Yani, Katoliklik, Protestanlık ve Ortodoksluk gibi üç temel mezhebin üzerine inşa edilen bir Hıristiyanlık dini ve düşüncesi olduğu görülüyor.

Bu anlamda, her ne kadar, vefat eden Katolik dünyasının lideri de olsa, başta Hıristiyanlığın diğer mezhepleri kadar, diğer dini yapıların, toplumların bu gelişmeden uzak olduğunu söylemek güç.

Dini-seküler

Girişte dikkat çekmeye çalıştığım üzere Papa’nın vefatının, gündelik, ‘seküler’ eylemlerle dolu haber akışları içerisinde, farklılığı ile ortaya konulan küresel bir olgu olarak görmek mümkün.

Sekülerleşen dünya, sekülerleşmeden uzaklaşan dünya vb. kavramsallaştırmalara konu olan günümüz toplumsal ve de ‘din evrenini’ anlamaya ve tanımlamaya yönelik çabalarla yüzleşirken, küresel medya üzerinden küresel toplumu etkileyen bir haber olarak Papa’nın vefatını, dini’lik ve sekülerlik bağlamında dikkate almak gerekir.

Bu noktada, Hıristiyan dünyası için önemli ve bağlayıcı bir ismi olarak Papa ve Papalık kurumu, günümüz Hıristiyan toplumu için ne anlam ifade ediyor?’ sorusunu yöneltmek gayet önemlidir.

Papa’nın vefatının ardından ortaya konulan medyatik enformasyonda, -özellikle de Batılı- dünya liderlerinin Papa Francis ile görüşmelerine yapılan atıflar ve görseller bize, Papa’nın ‘seküler’ dünya liderleriyle ilişkisini gösteriyor.

Küresel güç

Bir başka açıdan bakıldığında, Katolik Kilisesi Papa üzerinden kilisenin küresel gücüne gizli/açık göndermede bulunuyor da diyebiliriz.

Bu yaklaşımı, belirli ölçülerde haklı bulmak mümkün...

Bu çerçevede, Papalık kurumunun Çin Halk Cumhuriyeti’nde faaliyet gösteren Katolik kurumlarına atamalar konusunda, Çin devletiyle 2018 yaptığı anlaşma, son dönemin önemli gelişmeleri arasında sayılabilir.

Papalık kurumu bu gücünü, ‘devlet’ yapısı olmasından alıyor...

Şunu hatırlamakta yarar var ki, Vatikan adıyla anılan bir devlet yani, Katolik Hıristiyanlığın egemen olduğu bir Kilise devleti bulunuyor.

1929 yılından bu yana İtalya sınırları içerisinde varlık süren bu devleti, temel itibarıyla diğer devletlerden, hedefinin ‘din’ eksenli olması haricinde söylemek pek mümkün değil...

Bu devletin kurulması Katolik Kilisesi’nin başı yani, Papa’nın dini bir lider olmasının ötesinde bu dini liderliğin “evrensel bir nitelik taşıması” bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, “evrensel bir otorite” olarak anılması ve işlev görmesine matuf bir anlam taşıyor.

Bu çerçevede, -en azından-, Papalık kurumunun ve Papalık makamını teşkil eden Papa figürünün, zamanı ve yeri geldiğinde küresel siyasal, toplumsal, savaş/çatışma, çevre vb. gibi sorunlara yönelik katkısı, yorumu, desteği vs. yabana atılamayacak önemde olduğunu söyleyebiliriz.

Ruhanilik

Papaların ‘ruhani’ sıfatıyla anılması, onların Hıristiyanlık dini bünyesinde, kurumsal gelişme gösteren ve Peygamberleri Hz. İsa’dan neşet eden bir hiyerarşik yapılanmanın ve bu hiyerarşiye içkin olan ‘otorite’nin varlığına gönderme yapar.

Peygamberliğin içkin olduğu ‘Ruhani’ sıfatıyla anılan Papaların varlığının, ‘seküler’ dünyada devam etmesini önemli bir olgu olarak kabul etmek gerekir.

Seküler dediğimizde, dünyevi olana karşılık gelecek bir kavramdan bahsettiğimiz söylenebilirse de, bu kavramla ilgili izah ve açılımların zihinlerde özellikle de, Müslüman dini kimliğine sahip bireylerin zihinlerinde pek de netleşmediğini söylemek mümkün. Belki,  bunu bir başka yazıda ele almak gerekir...

Kendini Hıristiyanlık dininin -tarihsel olarak- başlangıcıyla doğrudan irtibatlandıran ve bunu kurumsal yapısı ile pekiştiren bir mezhep Katoliklik...

Yukarıda kısaca değindiğim sekülerlik kavramını da yine, bu kilise yapısının tarihsel ve geleneksel gelişimi içerisinde görmek mümkün.

Pazartesi günü vefat eden Papa’nın ‘kilise bünyesindeki’ yani, dini çerçevedeki ismi Francis...

Ancak, Papa’nın “seküler adı” Jorge Mario Bergoglio...

Bir Katolik Hıristiyan bireyin ismindeki bu ayrım bile, bize Katoliklik inancı bünyesinde din ve dünya ilişkisinin ayrışmasına bir örnek teşkil ediyor.

Tarihsel olarak baktığımız da ise, zamanla kendini Hıristiyanlık ‘dini bilimler’ bağlamında çalışmaya adamış ve bununla da kalmayarak, Hıristiyan dinini ‘mükemmel’ olarak yaşayabilmeyi tercih etmiş bireylerin mekânlarını oluşturan manastırlar, kurumsal olarak bize aynı şekilde dini ve dünyevi ayrışmasına dair klâsik bir örneği teşkil ediyor.

Öyle ki, manastırlara kapanan ve salt münzevi denilemeyecek, aynı zamanda ‘dini bilgilere’ yoğunlaşan Katolik din adamları yani, rahipler kendilerini ‘din’i alan içerisinde tanımlamışlardır.

Bunun yanı sıra, yine Katolik mezhebi içerisinde yer alan ve benzer şekilde din adamlığı yani, rahiplik sıfatını taşıyan ancak, yaşamını manastır kurumu fiziki sınırları dışında geçiren kişiler “seküler rahip” olarak anılırlar(dı).

Tarihsel olarak erken dönemlere ait bir kavramsal ayrışma olarak karşımıza çıkan bu adlandırma çerçevesinde, kendi içerisinde “seküler rahiplerin” dindarlıklarının sorgulanabileceği bir durum teşkil ettiğini söylemek güç.

Ancak, Batı Hıristiyanlık gelişimi bünyesinde siyasal, toplumsal değişimler, dini yapı içerisinde değerlendirilen kavramların örneğin, sekülerliğin aldığı bambaşka bir kavramsal açılımı ortaya koymuştur.

Avrupa dünyasının Ortaçağları’na damgasını vurmuş Katolik Kilisesi’nin, yaşanan pek çok değişim ve travmaların ardından bugün post-modern dünyada yerini almaya devam ediyor.

Bir devlet yapısı altında faaliyet gösteren ve bu niteliğiyle ‘evrensel bir güç’ teşkil eden Papalık kurumu, dini bağlamında ‘ruhaniliği’ ile öne çıkarken, Batı Hıristiyan dünyası bağlamında, ‘seküler’ küresel sorunlara yaklaşımları, din-dünyevi ilişkilerin seyri açısından gayet önemli bir duruma tekabül ediyor.

Papa Francis’in ardından seçilecek yeni ‘ruhani lider’in, salt bir ‘dini’ lider olmakla kalmayacağı, aksine çeşitli meziyetleriyle Katolik dünyasına liderlik yapabilecek biri  olmasına özen gösterilecektir...

https://guneydoguasyacalismalari.com/papanin-olumu-the-demise-of-the-pope/


21 Nisan 2025 Pazartesi

Çin’den ABD’ye görüşme çağrısı. Yoksa... / China calls for talks with the U.S. Otherwise...

Mehmet Özay                                                                                                                             20.04.2025

Çin’in, ABD büyükelçisinin dün, Washington’da yaptığı açıklama, ABD-Çin arasında yaşanmakta olan ticaret savaşının henüz beklenen düzeye gelmediğini gösteriyor.

Büyükelçi Xie Feng, yaptığı açıklamada, ABD yönetimine seslenerek, iki taraf arasında gümrük vergilerinin karşılıklı artışıyla gündeme gelen ve giderek artmakta olan gerilime dikkat çekerek, “her iki tarafın da kaybedeceği bir sürecin yaşanmasından önce”, ABD’ye masaya oturma çağrısında ve de davetinde bulundu.

Çin büyükelçisinin dünkü açıklamasının, ABD başkanı Donald Trump’ın Cuma günü yaptığı -ve her zaman olduğu gibi detay vermeyerek, “Çin’le çok iyi bir diyalogumuz” var anlamına gelen açıklamasından sonra gelmesi dikkat çekiyor.

Çin’in tutumu

Büyükelçi’nin söyleminin ve de çıkışının, bireysel bir çıkış olmadığı ortada...

Bu yaklaşım, Pekin’deki Çin siyasi elitinin görüşünü doğrudan yansıtması şekilde değerlendirilmesinde yarar var.  

Büyükelçinin açıklamasında dikkat çeken ikinci bölümde, ABD yönetiminin anlaşma masasına oturmaması halinde, Çin’in, gümrük vergileri üzerinden kendisine yöneltilen ticaret savaşına karşılık vermekten çekinmeyeceğini söyledi.

Büyük kriz uyarısı!

Buna ilâve olarak, bu sürecin nelere mal olabileceğine dair ise, 1930 yılında yaşanan küresel ekonomi depresyonuna vurgu yaparak ortaya koydu.

Çin büyükelçisinin ortaya koyduğu açıklamanın ilk bölümü, oldukça rasyonel bir çıkış ve bu çıkış bugüne dayanmıyor.

Gerilimlerin yaşanmasından çok önce Pekin’den başta devlet başkanı Şi Cinping olmak üzere çeşitli düzeylerdeki yetkililer, ABD ile ekonomik anlamda “ortak zeminde, birlikte var olmak istedikleri” anlamına gelecek söylemi sürekli gündeme taşıyorlardı.

Bugün Çin’in ABD büyükelçisi açıklamasıyla yukarıda dikkat çekilen söylemin ötesine taşınıldığı anlaşılıyor.

İki temel husus

Burada iki nokta dikkat çekiyor...

İlki, Çin’in, ABD yönetimince maruz bırakıldğı yüksek vergi yaptırımları karşısında sessiz kalmayacağını bu kez, Washington’daki temsilcisi vasıtasıyla ortaya koymasıdır.

İkincisi, Çin’in ABD’nin gerilimli çıkışları karşısında benzer süreci başlatacağıdır.

Çin’in, 20 Ocak’tan bu yana, ABD’de Trump yönetimi tarafından sürekli güncellenen gümrük vergilerindeki artış politikası karşısında, kendine özgüveninin devam ettiği anlaşılıyor.

Büyükelçi vasıtasıyla dün yapılan açıklamanın, bu özgüvenin ifadesi ve de yenilenmesi olarak okumak mümkün.

Gelişmeleri doğru okuyan kim?

Bununla birlikte, yaklaşık üç aylık Trump yönetiminin uygulayageldiği gümrük vergileri politikalarının kanımca Çin yönetimi tarafından diğer ülkeler üzerinde de oluşturduğu baskının ABD’ye değil, Çin’in benimsediği politikalar yakın ve hatta onları destekleyecek boyutta olmasından güç aldığını söylemek gerekir.

Pekin’in bugüne kadarki resmi söylemini tekrarlayan Çin elçisinin açıklamasındaki odak nokta, “birlikte var olma” etrafında şekilleniyor.

Ancak, ABD’de -2016-2020 yıllarındaki birinci Trump yönetiminden başlayarak, 2020-2024 Biden yönetiminin de içinde yer aldığı süreçte, Çin’in önerdiği ve küresel çapta -en azından, Asya-Pasifik bölgesindeki ülkelerin de gizli-açık destek verdiği, “birlikte var olma” olgusuna sıcak bakmadıkları ortadadır. 

Şayet, Çin’in ve diğer ülkelerin bu konudaki siyasal tutumu ve davetine, ABD’de her iki yönetimin olumlu cevap vermiş olsalardı, bugüne kadar, -en azından- gümrük vergileri politikasında statükoyu koruyucu bir süreç takip ederler veya gerilemesi konusunda bir çaba içerisinde olabilirlerdi.

Washingon’dan böylesi bir gelişme hasıl olmadığına göre, Çin’in tüm girişimleri ve açıklamalarına karşı, bugün ABD’de Trump yönetiminin atılan bunca adımların ardından, ‘görüşmelere yeşil ışık yakacağını’ düşünmek oldukça güç.

Trump sürprizi

Bununla birlikte, Trump’ın “farklı” bir siyasetçi tipini sergileyen ve bu rolü isteyerek kasıtlı ve bilinçli bir şekilde oynayan Trump’ın önümüzdeki dönemde ne yapıp yapmayacağı konusunda alternatifleri masaya koymak gerekir.

Bir bakarsınız, Trump söyleminde 180 derece değişikliğe giderek, Şi Cinping’le masaya oturuvermiş!

Böyle bir durumun hasıl olmasın da bile, Çin veya küresel kamuoyu öyle istediği için değil, yine kendi bireysel ve ülkesi çıkarlarını öncellemenin garanti altına alınması halinde gerçekleşebilecek bir ihtimalden bahsediyoruz.

Geleneksel tıp metaforu

Çin büyükelçi mesajını, metaforik olarak Çin tıbbına dayandırarak zenginleştirerek sunmuş!

“Yin” ve “Yang” olarak adlandırılan ve birbirine zıt güçler olarak bilinen yapının oluşturduğu ahenk ve dengenin, benzerinin uluslararası ticaret ilişkilerinde, Çin-ABD arasındaki ticaret ilişkilerinde gerçekleşmesine atıfta bulunuyor.

Zıt olmak ve birbirini iten güçler olmakla birlikte, birinin ötekini ortadan kaldırmadığı bir denge hali...

Trump ve kabinesinin, böylesi bir Doğu değerini ve metaforunu ne denli anlayabileceğini ve önem verebileceğini kestirmek güç.

Ancak, Çin yönetiminin Washington’daki büyükelçisi vasıtasıyla küresel kamuoyuna gayet olumlu bir çözüm önerisi ile geldiğini söylemek gerekir.

En azından, küresel ekonominin atardamarı hükmünde olan Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesindeki Çin’e yakın veya görece uzak ülkeler ve toplumlarda, bu metaforik yaklaşımın kanımca oldukça olumlu bir karşılık bulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Nihayetinde, bölge yazılı ve görsel medyasında, ilgili ikili ilişkiler ve uluslararası toplantılarda ABD’nin bir kefeye Çin’in bir kefeye konduğunda, ABD’nin yer aldığı kefenin olumsuz tarafı temsil ettiğine tanık olunuyor.

Hem de bu görüş, tüm Asya-Pasifik bölgesindeki ABD’nin on yıllardır müttefiki olan ülkelerin de içinde bulunduğu uluslar tarafından da paylaşılıyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/cinden-abdye-gorusme-cagrisi-yoksa-china-calls-for-talks-with-the-us-otherwise/

19 Nisan 2025 Cumartesi

Açe, Osmanlı’ya nasıl yardım etti? / How did Aceh help the Ottomans?

Mehmet Özay                                                                                                                             18.04.2025

“Açe, Osmanlı’ya nasıl yardım etti?” çarpıcı bir soru cümlesi, değil mi? 

Aslında, pek çok kişi soruyu bu şekilde değilde, tam tersine, “Osmanlı, Açe’ye nasıl yardım etti?” şeklinde yazmayı ve okumayı ister...

Tarih, işte böyle bir şey...

Geçmişte olan biten hadiseleri nasıl okuyacağımız, değerlendireceğimiz, hangi kaynakları kullanacağımız, ne tür yorumsamada ve çıkarımda bulunacamız vs. ele aldığınız konunun anlaşılmasında gayet önemli..

Bu çerçevede, ilk elden, yukarıdaki soru cümlesi ile gizli/açık gündeme getirilen iddiayı doğru bir şekilde ortaya koyduğumuzu söylemekte yarar var.

İbn Haldun’cu perspektif

Uzmanlarının, zamanı geldiğinde başvurmaktan zevk aldıkları İbn Haldun’un -ve de diğerlerinin-, devletlerin yükselişi ve çöküşü teorisini burada hatırlatmakta ve kısaca ele almakta olduğumuz konuya uyarlanmasını dile getirmekte yarar var...

Bu çerçevede, “yükselen, gerileyen, çöken” ifadelerine başvurularak açıklanan bir siyasal yapının geçirdiği evreleri dikkate alarak, iki farklı siyasal yapı olarak Açe İslam Sultanlığı ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkileri, dönemleri, mekânları, süreçleri vb. bağlamlarda tarihsel veriler ve mantıksal yorumsamalarla ortaya koymak gerekiyor.

Sadede gelirsek...

Açe, Osmanlı’ya yardım etti

Evet, Açe, tam açılımıyla Açe İslam Sultanlığı, tarihsel süreçlerin belirli evrelerindeki katkısı, müdahalesiyle Osmanlı Devleti’ne yardım etmiştir...

Kısaca ifade etmek gerekirse Açe İslam Sultanlığı, Osmanlı Devleti’ne bu yardımı nasıl yapmıştır sorusunun cevabını kısaca ve belli başlıklar altında sıralamak gerekir:

a) Açe devleti, okyanuslara açılımı ve de, okyanuslarda tecrübesi olmayan Osmanlı’yı, Hint Okyanusu’na davet etmiştir;

b) Açe devleti, özellikle, 16. ve 17. yüzyıllarda, sahip olduğu denizcilik ve döneminin ticaret evreninde sahip olduğu yeriyle, Hint Okyanusu’nda süre giden küresel ticaret yapılaşmasında belirleyici olan süreçlerde, şu veya bu şekilde, Osmanlı sınırlarındaki coğrafyaya başta baharat olmak üzere ilgili emtianın ulaştırılmasını sağlamıştır;

c) Açe devleti, Müslüman toplumlar arasında, 19. yüzyıl ikinci yarısı gibi, Müslüman toplumların Batıyla modern ilişkilerinin ortaya çıkıp, yoğun ilişkilere konu olmasıyla birlikte gündeme gelen, İslam Birliği (Pan-İslam) gibi siyasal kavramsallaştırmaların kullanımından ve dolaşımından çok önceleri yani, 16. yüzyıl ortalarında İslam birliğinin neye tekabül ettiğini ortaya koyacak açılımlar sergileyerek belirli parametreler bağlamında, okyanuslar ötesi mesajıyla Osmanlı’yı bu sürece hazırlamıştır;

d) Açe devleti, 19. yüzyıl ortalarından başlayarak yaklaşık yarım yüzyılı aşkın bir süre boyunca Osmanlı siyasal elitini yeniden Hint Okyanusu’na ve siyasal ilişkilere davet etmek suretiyle, ‘Avrupa’nın “hasta adam” olarak nitelendirmesinden kurtulmaya ve kendine güven duymaya çalışan bir siyasal duruş sergilemesini sağlamıştır.

Açe’nin, Osmanlı siyasal elitini davet ettiği bu temel süreçlere bakıp üzülecek, gücenilecek ve hatta aşağılık kompleksi duyulacak bir durum olduğunu söyleyebilir miyiz?

Akademi ve düşünce dünyasında bu tür, politiko-psikolojik gerilimlere gerek yok ve olmamalıdır...

Ya da, tarihe adaletli yaklaşmanın bir ifadesi olarak, Açe’nin bu politik ve siyasal eylemlerinin birileri için gurur duyulacak, üstünlük kompleksi geliştirilecek vs. bir yönü de bulunmuyor...

Temelde, akademi ve düşünce dünyasında, bugünün meseleleri kadar, tarihi gelişmeler de, ilişkiler de her türlü yapılanmaya açıktır ve de öyle de olmalıdır.

Bu anlamda, tarihi vakıaları anlama, irdeleme, yorumsama konusunda, pek çok metodolojiden tek tek yararlanmak kadar, belki çoklu bir yöntemle hareket ederek, gelişmeleri farklı bağlamlarda, açılarda ele alıp değerlendirmek gerekir.

Tarihsel sürpriz ya da tarihsel devamlılık

Açe devletinin, Osmanlı ile ilişkilerini beklenmeyen veya tarihsel bir sürpriz olarak görmek isteyenler olabilir.

Tarihsel gerçeklikle ve entellektüel düşünceyle uzaktan yakından alâkası olmayan bu yaklaşımı ortadan kaldırmaya katkıda bulunacağı düşüncesiyle, düşünmesi beklenen akademik akılları bir başka soru cümlesiyle harekete geçirelim önce...

“Açe, nasıl olup da okyanus ötesinden Osmanlı siyasal elitini döneminin jeo-politik, siyasal ve ekonomik gelişmelerinin odağına çekmeye teşebbüs etmiş olabilir?”

Bu noktada, şunu vurgulamakta yarar var ki, Açe’nin tarih boyunca, “geniş Malay dünyası” olarak tanımladığımız coğrafyada oynadığı rolün anlaşılmaması halinde, Açe-Osmanlı bağlamını anlamak da pek mümkün olmayacaktır.

Bu durumda, Açe’deki İslami siyasal ve toplumsal varlığın geçmişini daha da öteye taşındığını görmek ve anlamak gerekiyor.

Samudra-Pasai

Tarihsel süreç olarak daha da geriye gidersek, Samudra-Pasai Sultanlığı’nın -ki, farklı yaklaşımlara göre, Osmanlı’nun kuruluşundan birkaç yüz yıl önce, Sumatra Adası’nda siyasal varlığı ortaya çıkmış ve üç, dört yüzyıl siyasal varlığı devam etmiş -12. yüzyıl ilâ 16. yüzyıl başları- bir devletten başlatmamız gerekir.

Samudra-Pasai’nin, geniş Malay dünyası’nın İslamlaşma sürecinde, Seyyid Muhammed Naquib al-Attas’ın yaklaşımıyla dile getirecek olursak, Malay toplumlarının ‘rasyonelleşmesinde’, Samudra-Pasai’nin belirleyiciliğine kuşku bulunmuyor.

Birilerinin temel başvuru kaynağı olarak görmek istediği Malaka Sultanlığı’nın kuruluş ve gelişim süreçlerinde başat faktörün Samudra-Pasai olduğunun görülememesi bile, tarihsel süreçlerin ne denli yanlış okumakta ve değerlendirilmekte olduğunu ortaya koyuyor .

Samudra-Pasai’nin, 13. yüzyıl sonu yani, 1297’de Marco Polo’nun, 14. yüzyıl ortalarında yani 1345’de Ibn Batuta’nın seyahatlerinde ve de anlatılarında gayet önemli bir yeri olduğunu; ve aynı Samudra-Pasai’nin, 15. yüzyıl başlarında dönemin Çin siyasal bütünlüğü içerisinde ortaya çıkan Ming Hanedanlığı’nın (1368-1644) erken dönemlerinde yani, 1405-1433 yılları arasında Zheng He liderliğinde gerçekleştirilen yedi deniz seferi süreçlerinde defaatle uğranılan ve Çin sarayı ile ilişkileri siyasal ve ticari ilişkileri bulunan bir devlet yapısı olduğunu hatırlatmak gerekiyor.

Samudra-Pasai ve Osmanlı ilişkileri! 

Bu vesileyle, zihinleri harekete geçirecek bir diğer soru yönelteyim...

Samudra-Pasai sultanlığı Osmanlı’nın kuruluş ve gelişme dönemine bir katkısı olmuş mudur?

Ya da birilerinin beklentisine karşılık gelecek şekilde, Osmanlı daha kuruluş ve gelişme dönemin de dahi, Açe’ye Samudra-Pasai’ye yardımcı olmuş mudur?

Birilerinin, bu sorulara cevaplar bulmaya başlayacağını düşünübeliriz..

16. yüzyıl başı ilâ 20. yüzyıl başı arasında dönem dönem yaşanan kaoslara, durakmalara, gerilemelere ve yeniden yükselmelere konu olacak şekilde siyasal varlığı, bağımsızlığı, siyasal ve ekonomik gücü devam etmiş Açe İslam Sultanlığı’nın Osmanlı ile kurduğu ilişkilerin önemine kuşku yok.

Bunda tarihsel, kültürel, toplumsal olarak bir engel bulunmuyor...

Açe’nin, geniş Malay dünyasında ve de Hint Okyanusu’nda oynadığı rolün hakkını tarihi veriler üzerinden ve de anlamlı yorumsamalar ve çıkarımlarla ortaya koymak bir zorunluluktur.

Ancak, bazı ülkelerde, bazı akademik çevrelerde ortaya konulan yaklaşımların, akademik ve entellektüle zaafiyetlerinin başında, Açe coğrafyasında neşet eden ve gelişen kültürel, dini, toplumsal ve siyasal gerçekliği anlamlı ve doğru bir şekilde okuma becerisinin gösterilebilmesi için daha çok zamana ihtiyacımız olduğu anlaşılıyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/ace-osmanliya-nasil-yardim-etti-how-did-aceh-help-the-ottomans/

15 Nisan 2025 Salı

Şi Cinping Güneydoğu Asya’da: Çin’den ekonomik işbirliği inisiyatifi / Xi Jinping in Southeast Asia: China's economic cooperation initiative

Mehmet Özay                                                                                                                             15.04.2025

Çin ve ABD arasında, gümrük vergisi artışının neden olduğu çatışma sürerken, Çin’den beklenen siyasi ve ekonomik ataklar giderek belirginleşmeye başlıyor.

Bu çerçevede, Çin devlet başkanı Şi Cinping bu hafta, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’ne (ASEAN) mensup üç ülkeyi ziyaret edecek.

Cinping’in resmi ziyaretlerinde ilk durak, komşu ülke Vietnam oldu. Başkan Şi Cinping, önümüzdeki günlerde Malezya ve ardından, Kamboçya’yı da ziyaret edecek.

Korumacılığa eleştiri

Cinping’in, Güneydoğu Asya ülkelerine yapacağı seyahat öncesi verdiği açıklamalara bakıldığında, temel hedefin ilgili ülkelerle ticari ilişkilerin geliştirilmesi olduğu anlaşılıyor.

Cinping’in, bu anlamda gündeme getirdiği, “ekonomide korumacılık” olgusunu gündeme getirerek, “bu yaklaşımın kimseye yararı yok” anlamına gelecek eleştirisinin, ABD’yi hedef aldığına kuşku yok.

Çin devlet başkanı Şi Cinping’in Güneydoğu Asya ülkelerinden üçünü kapsayan resmi ziyaretlerinin, ABD başkanı Donald Trump’ın diğer ülkeler arasından özellikle, Çin’i hedef alan gümrük vergisi artırımı, karşılıklı açıklamalar ve yaptırımlarla yüzde 145’e çıkmasıyla doğrudan bir ilişkisi bulunuyor.  

Washington’dan 2 Nisan günü gelen açıkmalar çerçevesinde, Güneydoğu Asya ülkelerinden Vietnam’a gümrük vergisi yüzde 46 olarak açıklanmıştı.

Pekin yönetimi, Washington’dan gelen haberlerin ardından, küresel ekonomide öncü bölgeler olarak dikkat çeken Doğu ve Güneydoğu Asya ülkeleriyle ilişkilerine yeni bir yön vermeyi hedefliyor.

Cinping’in bu hafta gerçekleştireceğ Güneydoğu Asya ziyaretini, 30 Mart’da Güney Kore’nin başkenti Seul’de yapılan Japonya-Güney Kore-Çin ticaret bakanlarının katılımıyla gerçekleştirilen üçlü toplantıdan sonraki en önemli gelişme kabul etmek gerekir.

“Ortak hareket”

Şi Cinping ve Vietnam devlet başkanı To Lam arasında, dün yapılan görüşmelerde To Lam’ın tarehin dönüm noktasının yaşandığı bugünlerde ortak hareket etmeliyiz” anlamına gelecek açıklaması gayet önemliydi.

Cinping’in açıklamaları arasında dikkat çeken hususlardan biri, küresel kapitalist sistemin öncüsü kabul edilen ABD’yi ders verircesine, “küresel serbest ticaret sisteminde istikrarın korunması” ve “açık ve işbirliğineyönelik uluslarası bir ortamın” sağlanmasına yönelik ifadeleriydi.

Çin ve Vietnam heyetleri arasında yapılan görüşmeler sonrasında, aralarında, tedarik zinciri, yapay zekâ, sahil güvenlik işbirliği, demiryolları yatırımının da bulunduğu, toplam 45 işbirliği anlaşması imzalanması özellikle, Çin’in bölgeyel ilişkilerinde diğer ülkelere verdiği önemli bir mesaj olarak değerlendirilmelidir.

Bu anlaşmalar arasında yer alan, 8 milyor dolarlık demiryolu işbirliği anlaşması, iki ülkenin tedarik zinciri konusunda gayet ciddi adım atmakta olduklarını gösteriyor.

Trump yönetimi, Çin hariç diğer ülkeler gibi Vietnam’a yönelik uygulamayı da üç ay ertelediğini açıklasa da, söz konusu bu ülkelerin olası her türlü gelişmeye karşın, yeni çözüm arayışına devam edeceklerini söylemek mümkün.

Çin ve Vietnam yetkilileri arasında dün ve bugün yapılan görüşmeleri, bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.

Hedef işbirliklerini geliştirmek

Çin yönetiminin, ABD’den gelen gümrük vergisi artışları karşısında hedefi, başta Vietnam ve Malezya olmak üzere Güneydoğu Asya ülkeleriyle serbest ticaret ilişkisini geliştirmek bulunuyor.

Benzer şekilde, tedarik zincirinde yaşanabilecek sorunlara çözümün de masada olduğunu söylemek mümkün.

Çin’in, ihracat oranlarına bakıldığında, Vietnam’a 161.9 milyar dolar, Malezya’ya ise 101.5 milyar dolar olduğu görülüyor.

Çin’e siyasal yakınlığıyla bilinen Kamboçya’nın dışında, Şi Cinping’in özellikle, Vietnam ve Malezya’ya yapacağı ziyaretler farklı bağlamlarda değerlendirmek gerekir.

Bu anlamda, tarihsel rekabetleri bilinen Çin ile Vietnam arasında üst düzeyde yapılan görüşmelerin, iki ülkeyi birbirine yakınlaştırması bekleniyor.

Son yıllarda Çin’in, Güney Çin Denizi’nde egemenlik iddiaları nedeniyle arasının açıldığı Vietnam’la yakınlaşması bölge jeo-politiği açısından da önemli.

Bu iki ülke kadar, soruna taraf olan Bruney, Filipinler, Malezya ve Endonezya ile ilişkilerin de jeo-politik istikrarar yol açacak bir sürece evrileceğini düşünebiliriz.

Cinping’in Malezya ziyareti ise, Malezya’nın ASEAN dönem başkanı ülke sıfatını taşıması dolayısıyla sadece Malezya değil, Çin-ASEAN ilişkileri bağlamında önem taşıyor.

Kuala Lumpur’da yapılacak gelişmeleri yakından izlemekte yarar var.

Çin-Malezya heyetleri arasında olumlu geçmesi beklenen görüşmelerin, aynı zamanda yıl içinde ASEAN merkezli yapılacak toplantılar ve özellikle de, ASEAN zirvesi öncesinde yapıcı olması bekleniyor.