30 Ocak 2020 Perşembe

Çin’de koronavirüs salgını ve ekonomiye etkisi / Coronavirüs in China and impact upon economy


Mehmet Özay                                                                                                                        31.01.2020

foto: bangkokpost.com
Çin’de geçen hafta yeni Çin yılbaşı tatili öncesinde başgösteren “koronavirüs” adı verilen yeni bir virüs salgını Doğu ve Güneydoğu Asya’da dikkatle takip edilirken, bu gelişmenin ekonomik yaşama etkisi de yakından izleniyor.

Bu çerçevede ilgili çevrelerden temkinli açıklamalar gelirken, bazı bölge ülkeleri sektörler bazında yeni tedbirler alma peşinde olduğu gözlemleniyor. Uluslararası ekonomi uzmanlarının şimdilik birbiriyle çelişen açıklamaları ise dikkat çekici.

Çin’de yıl içerisinde en önemli ekonomik faaliyet anlamına da gelen Çin yeni yıl tatilinden hemen önce ortaya çıkan virüs vakası, özellikle Huwei eyaletini etkisi altına almış durumda. Bununla birlikte, virüsün ölümcül sonuçlarının artarak devam etmesi, şu veya bu şekilde toplum yaşamını etkilemeye devam ediyor.

Ülkenin kalkınmış bölgelerinden orta batı bölümünde Huwei eyaletindeki 11 milyon nüfuslu Wuhan şehrinde başlayan ve ardından tüm eyalette etkili olan corona virüsünü bilimsel olarak tanımlama ve gerekli aşının geliştirilip-tedavi yönteminin uygulamaya konulmasında şu ana kadar başarılı olunmuş değil.

Milyonlarca kişinin Çin yılbaşı tatili için seyahate hazırlandığı bir dönemde ortaya çıkan salgın, bu nedenle Çin içinde olduğu gibi, özellikle Doğu ve Güneydoğu Asya’daki ülkelere yapılan seyahatler nedeniyle görece az sayıda da olsa, benzer vak’aların ortaya çıkmasına neden oluyor.

Devlet başkanı Şi Cinping, Çinliler için dini bir öneme de haiz böylesine önemli bir yıldönümünde Wuhan şehrindeki karantina nedeniyle şehre giriş çıkışların yasaklandığını  açıkladı.

Vak’a küreselleşme eğiliminde

Huwei eyaleti başta olmak üzere bölgedeki ülkeler ile Avrupa ve Kuzay Amerika, Ortadoğu’ya kadar sirayet eden ve toplamda 15 ülkede görülmesi ve gün be gün artış gösteren vaka sayısı nedeniyle sorun küresel bir hâl almış durumda.

Salgının Şubat ayı ortalarında artabileceği yönündeki tahminler, gelişmenin hem bölgesel hem küresel olarak varlığını hissettireceğini ortaya koyuyor.

Bu gelişmenin daha ilk günlerinde Dünya Sağlık Teşkilatı’nın (World Health Organization-WHO) acil olarak başlattığı toplantılara rağmen, virüsün çıkış kaynağı konusunda görüşler ortaya atılmış olsa da, çözüm konusunda herhangi bir sağlıklı gelişmeden şu an için bahsetmek güç.

Rusya, tıbbi çalışmalarla ilgili olarak Çin’le işbirliği yaptığını açıklarken, Avustralya’lı bilim adamlarının virüsün benzerini laboratuvarda ürettiklerini ve ilgili ülkelerle bunun paylaşılarak çözümün bir an önce bulunması sürecine katıldılar.

Bu gelişme, 2003-2004 yılında Asya’nın bu bölgesinde etkili olan şiddetli solunum yolu sendromu adıyla da bilinen SAR virüsü salgınını akla getiriyor. O dönem karşılaşılan SAR vakalarında ölümle sonuçlanma  oranı yüzde 9.4 olarak belirlenmişti.

Yeni yıl ekonomisi mercek altında

Salgının bölgesel ve giderek küresel çapta insan sağlığını tehdidi sürerken, ekonomide ne tür etkisi olacağına dair tartışmalar da başlamış durumda.

Bu durumda akla öncelikle, Çin’de 2019 yılında 6.1 oranıyla yaşanan büyümenin son 29 yılında en düşük düzeyi olması, bu yılın hemen başında böylesi önemli bir sağlık sorununun ekonomiye etkisi gündemde.

Bu çerçevede, Dünya Bankası’nın 2020 ülke hedefinin yüzde 6’nın altında olabileceği öngörüsünün, virüs vakasının gelişimiyle güncellenmesi gerekecek.

İlk etapta, sadece Çin içerisinde değil, bölgesel hareketliliğin artışı anlamına gelen Çin yeni yılı tatili dolayısıyla ilgili faaliyetlerde iptaller kadar, azalmalar yaşanıyor.

Vakanın kontrol altına alınabilmesi adına, Şangay gibi birkaç eyalet dışında, yeni yıl tatilinin 2 Şubat’a kadar uzatılması bu süreçteki ekonomik faaliyetler kadar, virüs vakasının gelişimine bağlı olarak tatil sonrasında da nasıl bir etkinin ortaya çıkabileceği konusunda belirsizlikler ve hatta endişelerden bahsetmek mümkün.

Hatta ülkenin önde gelen bazı şirketlerinin tatil sürecini şimdiden 9 Şubat’a kadar uzattıklarını açıklamaları bu konuda bir fikir vermesi açısından önemli. Bu çerçevede finansal gelişmeler hususunda gözler 3 Şubat Pazartesi günü açılacak Şangay borsasında olacak.  

Yeni yılın Çin toplumu için önemi geniş ailelerin bu tatili fırsat bilerek biraraya gelmeleri kadar modern dönemin alışkanlıklarını kazanmış toplum kesimleri birarada düşünüldüğünde önemli bir ekonomik faaliyetin de ortaya çıkması anlamına geliyor.

Öyle ki, 2019 verilerine göre, geçen yıl bu dönemde yapılan toplam harcamaların 145 milyar Doları bulması bunun en iyi göstergesi.

Mücadelede belirsizlik

Tatil bağlantılı olarak pek çok sektör çerçevesinde beklenen ekonomik hareketlilikteki daralmanın, tatilin sona ermesinin ardından nasıl bir yöne evrileceği ise şimdilik belirsiz.

SAR’la karşılaştırıldığında, ölümcül vakaların şu an için yüzde 3’lerde seyrediyor oluşu ekonomiye etkisinin sınırlı olacağı konusundaki görüşlere rağmen, bu oranda yaşanacak artışın paralel bir olumsuzluk anlamına geleceği de önemle vurgulanıyor.

Alınan karantina tedbirleri, bölgeye giriş çıkışların yasaklanması gibi tedbirler karşısında, özellikle Huwei eyaletinde elli milyon kişiyi etkileyen gelişmenin bölge halkının günlük yaşamını etkilerken, karantina sürecinin daha ne kadar sürdürülebilir olduğu konusu kadar, bunun halkın ekonomik faaliyeti ve ihtiyaçlarının karşılanması konusunda da endişelerin ortaya çıkmasına yol açıyor.

Bu durum, Çin’e yapılan havayolu taşımacılığında çeşitli ülkelerin gündeme getirdikleri iptaller başta turism ve ulaşım sektöründe etkisini göstermekte olduğunu ortaya koyuyor.

Yeni yılın başında ortaya çıkan bu salgın, ABD-Çin arasında geçen yaklaşık iki yıl boyunca gündemde olan ticaret savaşları, Kore Yarımadası’ndaki hassas durum, Ortadoğu’daki gelişmelere eklemlenen yeni bir boyut taşıyor.

Bölge ülkeleri de etkileniyor

Öncelikle çeşitli ülkelerde alınan sağlık tedbirleri, iptal edilen uçak seferleri ile başta turizm olmak üzere farklı alanlardaki etkinlikler sürecin ekonomi üzerine ilk etkileri olarak değerlendiriliyor.

Bölgede özellikle yoğun Çinli nüfusu ve turizm faaliyetleri nedeniyle özellikle Singapur, Endonezya, Malezya’da alınan önleyici tedbirler kadar, özellikle turizm sektöründe gözlemlendiği üzere yeni arayışlar gündemde.

ASEAN içerisinde öne çıkan bu ülkelerin Çin’le olan yakın ticari bağları da Çin’de yaşanacak ekonomik gerilemenin hissedilebileceği ülkeler kategorisinde görülmesine neden oluyor. Örneğin, Dünya Bankası’ndan yapılan açıklamada Çin ekonomisinde gerçekleşebilecek her yüzde birlik gerilemenin, Endonezya’ya yüzde 0.3’lük gerileme olarak karşılık bulacağını söylemesi önemliydi.  

Çin hükümetinin aldığı erken tedbirlere rağmen, koronavirüs vakasının ölümcül olmaya devam ederken, bölge ülkelerinden başlayarak dünyanın farklı bölgelerinde görülmesinin ekonomik boyutu göz ardı edilmeyecek kadar önemli.

Ocak ayının ortalarında ABD ile ticaret savaşlarına son vermeyi hedefleyen ve ilk safha olarak adlandırılan anlaşmanın ardından gündeme gelen bu sağlık sorunu özellikle, Çin’de ve yakın ticari ilişkiler içinde olduğu bölge ülke ekonomilerine etkisi incelenmeye devam edilecektir.


23 Ocak 2020 Perşembe

Uluslararası Adalet Divanı: Myanmar ordusu Arakanlı Müslümanlara karşı “soykırım niyetiyle” hareket etti


Mehmet Özay                                                                                                                        23.01.2020

foto:benarnews.com
Myanmar’da Arakan Müslümanlarına yönelik şiddet ve etnik temizlik/soykırım konusunda açılan davada uluslararası adalet divanı bugün, yani 23 Ocak günü kararını açıkladı.

17 kişilik uluslararası yargıç ekibi Myanmar hükümetinden Arakanlı Müslümanların baskı ve zülumden korunması hususunda acil tedbirler almasını istedi. Mahkeme ayrıca, özellikle 2017 Ağustos ayından itibaren işlenen suçlarla ilgili kanıtların korunmasına da dikkat çekerken, dört aylık bir süre tanıyarak bu sürenin sonunda mahkemeye rapor verilmesini istedi.
Mahkeme heyetinin aldığı bu karar, nihai karar olmadığı ve bunun için uzun bir döneme ihtiyaç olduğu belirtiliyor.

Mahkeme kararında en önemli ifade ise, Birleşmiş Milletler araştırma komisyonunun Myanmar ordusunun “soykırım niyetiyle askeri girişimde bulunduğu” ifadesi dikkat çekici.

Mahkemenin bugün öğlen saatlerinde kararı açılmasından saatler önce, Myanmar dışişleri bakanı ve devlet başkan danışmanı (state councillor) statüsüne sahip Suu Kyi’nin bir gazetede çıkan yazısında, “2017 yılında Arakan Eyaleti’ndeki askeri harekat sırasında ülkenin güçlü ordusuna mensup kişilerce savaş suçları işlenmiş olabilir” açıklaması dikkat çekiciydi.

Suu Kyi, ordu mensuplarınca işlenmiş olabilecek savaş suçlarının ordunun tabi olduğu adalet sistemine göre soruşturulacağını söyledi.

Mahkemece alınan bu kararın temyiz edilmesi mümkün değil. Öte yandan, alınan kararın uygulanması konusunda ise, bir yaptırım söz konusu değil. Bu durumda, uluslararası mahkemenin kararının, özellikle Myanmar üzerinde baskı kurabilecek ilgili devletlerin ve bazı uluslararası kuruluşların yaptırımlarının gündeme gelmesi mümkün gözüküyor.

Öte yandan, Myanmar’da 100’ü aşkın sivil toplum kuruluşu yaptıkları açıklamalarda uluslararası adalet kurumunun çalışmalarının olup biten gerçeği ortaya koymasını istediler.

Açıklamada, ülkede uygulanan siyasi ve askeri politikaların Myanmar halkının siyasi ve dini inançları ile etnik kimlikleri bağlamında sistematik ve kurumsal olarak güç ve tehdit kullanılmak suretiyle bugüne kadar uygulandığına dikkat çekiliyor. Ayrıca, uluslararası mahkemenin aldığı kararın Myanmar halkına yönelik değil, aksine siyasi ve askeri güçü elinde bulunduran sorumlulara yönelik olduğuna yer veriliyor.

Suu Kyi, 11 Aralık 2019’da başlayan ve yaklaşık bir hafta süren duruşmalara bizzat katılmış ve mahkemeden davanın düşürülmesini talep etmişti.

Suu Kyi’nin bugün kaleme aldığı yazı ve den Haag’dan gelen karar Myanmar hükümetinin Arakanlı Müslümanlar’a yönelik şiddet ve zulmünü kanıtlayıcı mahiyette.

İslam İşbirliği Teşkilatı (OIC) adına Gambia’nın Myanmar devletinin yaklaşık iki yıl önce Arakan Eyaleti’nde yaşanan Müslümanlara karşı Myanmar ordusunun (Tatmadaw) soykırıma kadar varan şiddet uyguladığı iddiasıyla açılan davanın görüşülmesine 11 Aralık 2019’da başlanmıştı.

25 Ağustos 2017 tarihinde başlayan ve kısa süre zarfında resmi rakamlara göre 750.000’e yakın Arakanlı Müslümanın topraklarını terk ederek komşu ülke Bangladeş’e sığınmalarına neden olan şiddet olaylarında insan hakları kuruluşlarının çalışmalarına göre yaklaşık 10.000 kişi hayatını kaybetmişti.

Bu gelişme üzerine harekete geçen uluslararası kuruluşların, Myanmar ordusunun soykırım uyguladığı yönündeki görüşleri gündeme gelmişti.

Bu gelişme üzerine Gambia’nın 2019 Kasım ayında Birleşmiş Milletler nezdindeki girişiminin ardından BM’nin en üst düzey organı kabul edilen uluslararası adalet divanı konuyu 11 Aralık’ta görüşmeye başlamıştı.

Bu karar, adalet arayışındaki Arakanlı Müslümanlar başta olmak üzere Arakan’daki gelişmeleri yakından izleyen çevreler tarafından da memnuniyetle karşılandığını söylenebilir.

Bu karar bir nihai durum arz etmiyor. Aksine mahkeme sürecinin devamını ve bunun uzun süre alacağına dair görüşler bulunuyor. Bu yönde gündeme gelecek en önemli gelişme hiç kuşku yok ki, bir başka bağımsız mahkeme olan Uluslararası Suçlar Mahkemesi’nde konunun görüşülecek olmasıdır.

Bununla birlikte, Suu Kyi’nin gerek hak ihlallerine karşı 2017’den bu yana sergilediği tutum, gerekse mahkeme sürecindeki yaklaşımları özellikle ele alınmayı hak ediyor.

Suu Kyi, duruşma sırasında Gambia’nın başvurusunun kabul edilmesi halinde bunun Myanmar’da sorunun çok daha derinleşmesine yol açacağı konusundaki açıklaması önemliydi. Benzer bir açıklamayı mahkeme sürecinden önce Arakan Eyaleti’nde yaşananların oldukça kompleks bir yapı arz ettiğini söylemesi akıllara uluslararası sistemin bilmediği ancak ülkeye özgü bazı siyasi konuların ve/ya sorunların olduğuna işaret ediyor.

Sorunu Arakan Müslümanlarının yaşadığı bağlamda ele almak gerekirse, ortada bir dışlamanın olduğu ve bunun sadece aynı eyalette yaşayan Budist kitlelerle sınırlı olmadığı kesin.

Bu yapının, devlet organları tarafından da şu veya bu şekilde desteklendiği ve örneğin vatandaşlık yasasında yapılan değişiklikle Arakanlıların ülkenin diğer etnik yapılarına tanınan haktan yararlandırılmadıkları ortada.

Bir diğer hususu, sadece 2017’den itibaren değil, 2012’den itibaren vatanlarını terk eden ve başta Bangladeşle bulunan Arakanlı Müslümanların ülkelerine dönmeleri konusunda bugüne kadar Myanmar hükümetinin olumlu adım atmamış olması.

Tüm bu hususlar, Suu Kyi’nin den Haag’daki mahkemede ortaya koyduğu argümanlarla çelişen hususlar içeriyor. Elbette den Haag’da sadece “soykırım” bağlamı ele alınmış olsa da, Myanmar’daki sorunun bugün bu safhaya varmasında hiç kuşku yok ki, yukarıda dikkat çekilen süreçlerin rolleri yadsınamaz.

Öte yandan Suu Kyi’nin mahkeme sürecinde, ülkesi hakkında açılan davanın soykırım sözleşmesine binaen gündeme getirildiğini, ancak Myanmar ordusunun silahlı bir gruba karşı mücadele ettiğini  söyleyerek açıklama getirmesi önemliydi.

Uluslararası adalet divan’nın bugün açıklanan kararı, Myanmar hükümetinin ve ordusunun Arakanlı Müslümanlara karşı uygulamalarının soykırım niyeti taşıdığını açıklaması yeni bir sürecin başlaması anlamına geliyor. Mahkemenin, Myanmar devletine tanıdığı dört aylık süre sonrasında yeni belgelerin ortaya çıkmasıyla mahkeme sürecinin devam etmesi bekleniyor.


15 Ocak 2020 Çarşamba

Endonezya-BAE yatırım anlaşmasına dair / Investment agreement between Indonesia-UAE


Mehmet Özay                                                                                                                        15.01.2020

foto:en.antaranews.com
Endonezya devlet başkanı Joko Widodo (Jokowi) geçen hafta sonu, yani 12 Ocak Pazar günü Birleşik Arap Emirlikleri’ne resmi ziyarette bulundu. Ziyaretin getirisi BAE’nin 6.8 milyar Dolarlık yatırım vaadi olurken, bu gelişme Endonezya’nın bugüne kadarki en önemli anlaşması olarak dikkat çekiyor.
Bu ziyaretin alt yapısını, geçen yıl Temmuz ayında BAE heyetinin Cakarta’ya yaptığı ziyarette gündeme gelen ve o dönem bazı çevreler tarafından on milyar dolar olarak açıklanan görüşmeler oluşturuyor.

Yeni dönemde yatırım çabaları

Endonezya’nın çokça ihtiyaç duyduğu doğrudan dış yatırımlar çerçevesinde önemli bir yeri bulunan BAE vaadinin özellikle tarım, enerji, madencilik ve eğitim sektörlerinde kullanılacağı belirtiliyor.

Jokowi’nin geçen yıl ekim ayında başlayan ikinci dönem başkanlığında ülke alt yapısını geliştirmeye yönelik politikalarına destek anlamında BAE ile yapılan anlaşmanın önemli bir yeri bulunuyor.

Başta, Kalimantan Adası’nda yapılmasına karar verilen yeni başkent olmak üzere, denizcilik konusundaki politikaların fiiliyata geçirilebilmesi için ihtiyaç duyulan fonun en azından bir bölümünün BAE varılan kalkınma projeleri ile sağlanacağını söylemek mümkün.

Ekonomik işbirliği

Öncelikle şunu söylemek gerekiyor. Bu ziyaretin, Jokowi’nin yardımcısı Amin Ma’ruf Hoca’nın üzerinde taşıdığı anlaşılan dini liderlik konumundan dolayı bir İslam ülkesine yapılan ziyaret olarak telâkki etmek için pek neden bulunmuyor.

Aksine, sahip olduğu petrol zenginliği kadar, bölgesel ve uluslararası siyasette Suudi Arabistan ile birlikte adı geçen BAE ile Endonezya arasındaki ilişkiler ekonomi temelli olarak dikkat çekiyor.

Pazar günü gerçekleşen ziyaretin de böylesi bir açılımı olması şaşırtıcı değil. Bu çerçevede, basına yansıyan açıklamalar dikkate alınacak olursa, Jokowi’nin ziyaretindeki biricik öge, BAE’nin Endonezya’ya yapacağı milyar dolarlık yatırımlar.

Suud’un milyarlık yatırım vaadine ne oldu?

Suudi Arabistan kralı Fahd’ın 2017 yılı başlarında Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerine yaptığı ziyarette dağıttığı milyarlarca dolarlık dış yatırım vaatlerinden Endonezya ya yaklaşık 6.5 milyar Dolarlık pay düştüğünü gösteriyor.

En azından kağıt üzerinde böyle bir görüntü mevcuttu. Ancak başka Jokowi bu vaadin boyutu karşısında memnuniyetsizliğini, ziyaretten sadece bir ay sonra yaptığı bir konuşmada dile getirmişti.

“Kral’a şemsiye bile tuttum” diye başkan Jokowi bunun karşılığında düşük bir yatırım alındığını ve buna “sadece birazcık alındım” diyerek istihza ile dile getiriyordu.

Başkan’ın bu söyleminin o dönem ülke gündemini işgal eden gösteriler nedeniyle, adına muhafazakâr denilen ve Suud rejimine yakın duran gruplarla arasına mesafa koymak istemesi olarak da yorumlayanlar olmuştu.

Başkan Jokowi’nin “birazcık” dediği yatırım Suud Kralı’nın Çin’e yaptığı 65 milyar Dolarlık yatırımın sadece onda biri olmasından kaynaklanıyordu. Kaldı ki, bugüne kadar bu yatırım sözünün ne kadar ve hangi alanlarda gerçekleştiğine dair elimizde bir veri var mı diye sormak gerekiyor.

Dış yatırım gerçekliği

Jokowi’nin başkanlığının ilk döneminde (2014-2019) ticari ve ekonomik ilişkilerde Çin’le yakınlaşması, ülkede neredeyse siyasi kriz nedeni olarak değerlendiriliyor ve bazıları da politikalarını bunun üzerine dayandırıyordu.

Aslında Jokowi’nin ekonomi plânlamasında Batılı ülkeler yerine Çin tercihi, Çin yatırımları ve ticaretine öncelik verilmesi korumacı politikalarla ne denli örtüştüğünü sorgulatır bir duruma işaret ediyor.

Çin’le ekonomik anlamda yakınlaşmanın bizatihi Çin’in, özellikle Asya-Pasifik bölgesindeki ülkelerin ekonomik kalkınmasını teşvik edici bir itici güç olmasının getirdiği doğal bir bağlamdan bahsedilebilir.

Ancak, Endonezya kamuoyunun önemli bir bölümünde Çin’le gerçekleşen bu yakınlaşmanın komünist ideolojinin ülke topraklarında yeniden tezahür edebileceği yönündeki algıyla tepkiyle karşılanıyordu. Böylesi bir tehlike karşı beslenen kaygının, örneğin 2016 yılı Sonbaharı’nda yüz binlerce kişinin meydanları doldurmasına neden olan gelişmelerin arka plânında yer aldığını da unutmamak gerekir.

Endonezya’nın yatırımlar konusunda Çin’e yakınlaşması ile, Çin’in tarihi deniz İpek Yolu projesinin önemli safhalarından biri olarak bu ülkeyi görmesi arasındaki ilişkinin varlığına dikkat çekilmelidir.

Son dönemde Suud ve Çin’le gerçekleşen bu iki önemli gelişmeye karşın, Endonezya ekonomisini yukarılara taşıyacak sürecin ne kadar gerçekleştiği sorusu önemli olduğu gibi, bugün BAE ile varılan yatırım anlaşmasının nelere yol açacağı meselesi de merak konusudur.

Suudi Arabistan ve Çin yatırımlarının ülke kalkınmasının sürdürülebilirliği noktasında ne tür getiriler sağladığı ortaya konulmalıdır. Şayet, bu süreçlerin kayda değer bir gelişmeye yol açmadığı gündeme getirilirse, o zaman BAE’den gelmesi beklenen yatırımların nasıl bir sonuç vereceği de bir sorun olarak ortada bulunmaktadır.

Dünya Bankası verileri ne diyor?

Geçen Ekim ayında ikinci dönem başkanlığına başlayan Jokowi, ilk dönemin aksine gelecek beş yılda ülke ekonomi plânlamasında devletçi (milliyetçi) bir eğilimden ziyade, dışa açık bir yönelim sergileyeceği belirtiliyor.

Geçen Eylül ayında Dünya Bankası’nca yayınlanan ülke raporunda, ülke ekonomisinin gelişmesi önünde yapısal sorunlara yapılan vurgu öne çıkıyor.

Korumacı ekonomi modelinin ülkede arzu edilen ekonomik kalkınmayı sağlayamaması bu politika değişikliğinin temel nedenini oluşturuyor. Her ne kadar, ülke ekonomisi büyüme eğilimi gösterse de, bu iç tüketime dayalı bir gösterge.

Üretim süreçlerinde, geleneksel ihracat kalemleri olan petrol, madencilik ve bazı tarım ürünleri dışında, örneğin neredeyse tüm bölge ülkelerinin ekonomik kalkınmasında önemli bir rolü olan imâlat sanayiini görmek mümkün değil.

Bu noktada, Endonezya’nın üyesi olduğu ASEAN’daki Tayland, Singapur, Vietnam, Malezya gibi diğer bazı ülkeler gibi imâlat sanayi, yenilikçilik ve yeni piyasalar oluşturulmasında rekabetçi bir ortamda bulunamaması ekonomik yapılaşmanın sınırlı alanlarla var olduğunun göstergelerinden biri.

Öte yandan, 2018 rakamlarına göre, ASEAN içerisinde gayri safi milli hasılaya oranla Endonezya’nın çektiği doğrudan dış yatırım Vietnam, Malezya, Filipinler ve Tayland’ın gerisinde.

Yolsuzluk ekonomisi açmazı

Dünya Bankası raporunda dikkat çekilen bir diğer husus, devlet teşekküllerinde hakim olan yolsuzluk ekonomisi. Kanımca, diğer unsurlar dışında yolsuzluk olgusu ülke ekonomisinin gelişmesine mani olan en önemli olgu olarak hâlâ gündemde yer alıyor. Bu hususun, salt bir ekonomik veri olarak kalamayacağına daha önce de dikkat çekmeye çalışmıştık.

Bu durumun yeni bir olgu olmadığını hatırlatmak gerekiyor. Örneğin 1990’larda aralarında Japonya, Güney Kore ve hatta Çin’in de bulunduğu ülkelerin Endonezya yatırımlarını geri çekmelerine sebep olan alt yapı eksiklikleri, insan iş gücü yetersizliği gibi bir dizi yapısal sorunun altında hiç kuşku yok ki, yolsuzluk olgusu ve bunun sadece bürokrasi de değil, neredeyse toplumun genelince yaygın kültür haline gelmiş olması yatıyordu.

Bugün G-20 üyesi bir ülke olmasına rağmen, Endonezya ekonomi konusunu tartışmaya sıra geldiğinde, yine aynı konuları konuşuyor olmak açıkçası bir çelişki.

Toplumun kahir ekseriyetinin Müslüman olduğu ve seküler bir yönetim olmakla birlikte İslami kurumların ya bizzat devlet tarafından desteklendiği veya otonom alanlar olarak kamusal görünüm kazandığı bir yapıda yolsuzluk ekonomisinin başat bir özellik olarak ortaya çıkması oldukça manidardır.

Kaldı ki, bu sorun salt bir ekonomi sorunu olmadığı ve bunun bir kültür haline dönüşmüş olması üzerinde düşünülmesi gereken en önemli hususa işaret ediyor.

Bugün, Jokowi’nin adına İslam ülkesi denilen BAE’ye yaptığı ziyarette konunun yine ekonomi olması şaşırtıcı değil. Bu anlamda, Endonezya başkanı ve hükümetinin ülkenin ekonomik çıkarları doğrultusunda herhangi bir ülke ile ikili ilişkiler geliştirmesi de oldukça doğal.

Başkan Jokowi gibi bir yandan komünist Çin ile öte yandan Wahhabi denilen ekolün resmi temsilcisi hüviyetindeki Suudi Arabistan ile liberal ekonomik ilişkiler geliştirmesinin ülkesinin ulusal çıkarlarına hizmet ettiği aşikâr. Bu sürece şimdi BAE eklenmiş gözüküyor.


12 Ocak 2020 Pazar

Tayvan’da seçimin galibi Tsai Ing-wen / Tsai Ing-wen wins the election in Taiwan


Mehmet Özay                                                                                                              13.01.2020

foto: straitstimes.com
Tayvan’da Cumartesi günü yapılan başkanlık ve parlamento seçimlerini iktidardaki Demokratik Gelişimci Parti (DPP) büyük ara farkla kazandı. Buna göre, DPP adayı Tsai Ing-wen ikinci kez devlet başkanlığına seçilirken, parlamentoda da çoğunluğu elde etti.

DPP oyların %57.1’sini, muhalefetteki milliyetçi parti Kuomintang (KMT) ise %38.6, Tayvan Halk Partisi ise yüzde 11.2 oy aldı.

Seçimlere alternatif bir parti olarak giren Önce Halk Partisi yüzde 4.3 oyla yüzde beş barajının altında kalırken, başkan adayı James Soong hayal kırıklığı yaşadı.

% 74.9 ile 2008 yılından bu yana yapılan seçimlerde en yüksek katılım oranına erişilmesi, Tayvan halkının son dönemde özellikle ana kıta Çin’in ortaya koyduğu politika ve Hong Kong’da yaşanan gelişmeler karşısında demokratik duyarlılığının bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.

DPP’nin başarısı, ilk kez bir partinin 8 milyonu aşkın seçmenin oyunu almasıyla gerçekleşirken, bu durum seçimlerin tarihi bir önemi olduğunu ortaya koyan bir başka gösterge olarak dikkat çekiyor.

DPP’nin seçim zaferi

Bu sonuçlara göre, DPP Tayvan’ı önümüzdeki dört yıl boyunca ülkeyi yönetme hakkı elde ederken, devlet başkanı Tsai de başkanlığına ikinci dönemde devam edecek.

Parlamentoda çoğunluğun kazanılması, başkan olarak Tsai’nin önümüzdeki dönemde gerek iç reform çalışmaları gerekse dış ilişkilerde elini güçlendiren bir duruma işaret ediyor.

Bu oy oranlarına göre, 113 sandalyeli parlamentoda DPP 61 milletvekiliyle çoğunluğu elde ederken, KMT 38 ve Tayvan Halk Partisi ise beş milletvekili ile temsil hakkı kazandı.

İktidar için önemli bir mücadele yürüten KMT başkan adayı Han Kuo-yu, başkan Tsai Ing-wen’i kutlarken halka dayanışma çağrısında bulundu.

Öte yandan, KMT başkan ve üst düzey yönetimi seçim başarısızlığını üstlenerek istifalarını sunmaları Tayvan’ın sadece ekonomik gelişmişlikle öne çıkmakla kalmadığı, iktidarı ve muhalefetiyle demokratik bir düzeni içselleştirdiğinin kanıtlarından biri olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

Bu anlamda, başkan Tsai, seçimlerin ilanının ardından yaptığı açıklamada, “Tayvan halkının egemenlik ve demokratik yaşamı tehdit edildiğinde kararlılık gösterdiğine” yaptığı vurgu dikkat çekicidir.

Tayvan’da siyasal değişimde süreklilik

DPP’nin bu seçim başarısını yakın geçmişten yani, 2016 seçimlerinden geriye doğru giderek değerlendirmek gerekiyor.

2016 başkanlık ve parlamento seçimlerini alan DPP, 2018’deki yerel seçimlerde büyük bir gerileme göstermiş olsa da, 2020 seçimlerin de bir kez daha ve açık ara kazanması, daha önceki yazılarda da dikkat çektiğimiz üzere, ülke iç siyasetiyle sınırlandırılamayacak bir öneme ve sürece sahip.

Geçen birkaç yıllık süre zarfında bir tezat olarak algılanabilecek seçmen tercihlerinde yerel ve genel seçimlerin farklı kategorilerde değerlendirilmekte olduğuna işaret etmek gerekiyor.

Bu noktada, yakın tarihi değerlendirmeyi 2000’li yılların başına doğru genişleterek okumak gerekirse, ülkeyi 60 yıl boyunca yönetmiş olan KMT gibi köklü bir partinin dördüncü kez başarısız olması anlamı taşıyor.

Bir başka bağlamda değerlendirilecek olursa DPP sadece parti adında bir sembolik ifade olarak demokrasiyi kendine rehber kılmadığı bunu pratiğe geçirmek suretiyle dinamik Tayvan toplumunun siyasi seçeneği olduğunu ortaya koymaktadır.

Tayvan’dan Çin’e demokratikleşme dersi

Hemen yanı başındaki, ana kıta Çin’in ekonomik kalkınmasının 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olmak suretiyle pekiştirildiği bir dönemde, Pekin yönetimi siyasi ideolojisini komünizmde temellendirmeye devam ediyor.

Bugüne kadar da bunda bir değişim gözlemlemek bir yana, giderek daha çok ideolojik zemininde karar kılma ve bunu pratiğe dökme konusunda politikalar  geliştiriyor.

Bu dönem zarfında Tayvan da ise, ülkenin kurucu siyasi unsuru KMT, Çin milliyetçisi eğilimlerinin güçlü olduğu bir siyasi hareket olarak anılmakla birlikte, belki de bundan daha çok ana kıta Çin’le siyasi yakınlaşma sürecine girmekle siyasi ideolojisinden feragat eden bir yaklaşım sergilemiştir.

Veya bu gelişmeyi bir başka şekilde yorumlamak gerekirse, komünist ideolojide karar kılan ana kıta Çin yönetimi ile, Çin milliyetçiliğinin merkezi konumundaki KMT aradan geçen onlarca yıl sonra aynı yerde buluşuyorlar.

DPP özelinde Tayvan’da yaşanan siyasal açılımın Çin’den göç eden birinci ve ikinci nesil kitlelerin yerini artık yeni bir neslin almakta olması kadar, Tayvan yerlisi unsurların kendilerini siyasi hayatta temsil hakkı kazanmalarının da bu değişimde bir payı bulunmaktadır.

Bu noktada, devlet başkanı Tsai’nin aile geçmişine bakıldığında bu her iki kanadı temsil kabiliyetinde olması bu değişimin nasıl gerçekleşmekte olduğuna dair bir ipucu vermektedir.

KMT’nin başkan adayı Han’ın “güvenli Tayvan, zengin halk” sloganının, bir şekilde Pekin yönetiminin ekonomik modernleşmesini anımsatırken, demokratik haklara dikkat çekmemesinin halkın dikkatinden kaçmadığı ortada.

KMT’nin halkın nabzını tutamadığının ve yukarıdaki sloganda içkin olan bağlamla yakınlığını ortaya koyan bir diğer gösterge ise, milletvekili adaylarının Çin yanlısı siyasetçiler arasından seçilmesi oldu.

Uluslararası çevrelerin seçim yorumları

Tayvan’daki seçim zaferi, başta ABD olmak üzere Tayvan’la yakın gizli/açık yakın işbirliği halindeki Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinde memnuniyetle karşılandığını söyleyebiliriz.

Bununla birlikte, seçim sonuçlarından memnun olmayan belki de yegâne ülkenin Çin Halk Cumhuriyeti olduğunu söylersek yanılmış olmayız.

DPP’nin, hem de büyük bir oranla elde ettiği seçim başarısı, ana kıta Çin’de moralleri bozduğuna şüphe olmadığı gibi, Batılı ülkelerin Tayvan’da yeni iktidarı kutlayan mesajlarına sert bir dille eleştiri getirmeleri de bunun açık göstergelerinden biri.

Taipei’den gelen seçim sonuçları sonrasında başta ABD olmak üzere bazı ülkelerin DPP ve Tsai’yi kutlama mesajları karşısında Çin dışişleri bakanlığı yetkilileri bu ülkeleri şiddetli kınadıklarını açıkladılar. Tayvan’daki seçimleri Çin’in “iç işleri” olduğuna dikkat çeken dışişleri bakanlığı yetkilileri, bu kutlamalarla “Tek Çin Politikası”nın ihlâl edildiğine vurgu yapıyor.

Çin medyası, Tsai’nin seçim zaferinde ana kıta Çin’le olan ilişkilerin seçim söyleminin önemli argümanlarından biri olduğuna dikkat çekiyor. Açıkçası, bu durum, bilinmeyen bir husus değil.

Ancak Çin medyasının bu konuya vurgu yapması, Pekin rejiminin nüfuzundaki Çin medyası editörlerinin sandığının aksine, Çin aleyhtarlığı üzerine inşa edilmiş bir seçim kampanyası değildi.

Tayvan’daki seçim sonrasında Çinli yetkilileri hiddetlendiren sadece Tayvanlıların verdikleri siyasi karar değil. Bu gelişmenin, Hong Kong süreci ile olan karşılıklı etkileşiminin doğurduğu ve/ya önümüzdeki dönemde giderek artacağı düşünülen siyasi gerilimdir. Pekin yönetiminin bu gerilimi üzerinde hissetmemesi mümkün değil.

2016 seçimlerinin ardından da, 1998 Konsensusu’na taraf olmadığını açıklayan ve Pekin ve Taipei’nin iki eşit ortak olarak masaya oturabileceğini savunan Tsai ile ilişkileri koparan Şi Cinping’in, Cumartesi günü yapılan seçimden sonra nasıl bir siyasi manevra yapacağı merak konusu.

Tayvan halkının demokratikleşmedeki kararlılığı

Yukarıda kısmen dikkat çekildiği üzere, Tayvan halkının seçimlerde ortaya koyduğu tercihte belirleyici hususlardan biri Pekin yönetiminin Tayvan’a yönelik siyasi tavrıdır.

2016 seçimlerinden sonra Çin devlet başkanı Şi Cinping’in “Tayvan’da egemenliği sağlamak amacıyla gerekirse güç kullanmaktan çekinmeyecekleri” yolundaki açıklamalarının bir sempati oluşturmaktan öte, demokratik araçların gündeme geldiği bir ortamda tamamen tersi bir karşılığa yol açmaktadır.

Bu çerçevede, hiç kuşku yok ki, Tayvan seçmeninin, ana kıta Çin’de olan bitene kulak kabartması ve tıpkı Hong Kong gibi Çin yönetimi altına girmeleri olasılığının gerçekleşmesi halinde başlarına nelerin gelebileceği ihtimalini dikkate alarak sergiledikleri belirgin bir siyasi duyarlılık seçim sonuçlarına yansımıştır.

Tayvan özelinde söylemek gerekirse, açıkçası ortada de facto bağımsız bir devletin varlığı olduğuna kuşku yok.
Pekin yönetimi, bu gerçeğe gözlerini kapattığı gibi, Tayvan halkı sadece ekonomik modernleşme ile yetinmediklerini, aynı zamanda liberal ekonominin -tam da Batılı dostlarının talep ettikleri şekilde- demokratikleşme ile birlikte var olması gerektiği konusundaki kanaatlerini siyasi bir veri olarak ortaya koyuyorlar.

Bu durum, iç siyasette DPP’nin ve/ya başkan Tsai’nin karşı karşıya kaldığı eleştiriler doğal akışı içerisinde sürerken, genel seçimler gibi Tayvan’ın yönünün Çin’e mi yoksa özgürlüklere mi doğru olacağına kararda halk 2000’lerin başından bu yana genel itibarıyla ikincisi yönünde seçimini yapıyor.

Burada hatırlatılması gereken bir diğer husus, Tayvan’da serbest genel seçimlerin ancak 1996 yılından itibaren yapılıyor. Bu durum, Tayvan halkının KMT’den uzaklaşmasının, bu siyasi hareketin Pekin yönetimiyle yakınlaşma süreciyle ters bir orantıda sürecin işlemekte olduğu gerçeğidir.

Ana kıta Çin yönetimi, Tayvan’ı hâlâ kendisine bağlı bir eyalet kabul ederken, 1992 yılında varılan Konsensus uyarınca gelecek bir zaman diliminde doğal birleşmenin gerçekleşeceği konusunda siyasi bir beklenti içerisinde.

Tayvan’da özellikle Çin’le birleşme yanlısı Kuomintang iktidarları döneminde takip edilen politikalara verilen siyasal cevap, 2014 yılından itibaren Hong Kong’da meydana gelen toplumsal tepkiler ve siyasal talepler, Doğu Türkistan halkının karşı karşıya kaldığı zulüm ve baskı ile Tibet sorunu Pekin yönetiminin bugüne kadar üstesinden gelmekte becerikli davranamadığı siyasi alanları oluşturmaktadır.

Tayvan’da sergilenen seçim başarısı, ilk etapta ana kıta Çin yani, Çin Halk Cumhuriyeti ile Tayvan yani, Çin Cumhuriyeti arasında yaşanan siyasi gerilimin devam edeceği anlamına geliyor.

Tayvan halkı, Hong Kong’da uygulanan ‘Tek Devlet-İki Sistem’i çözüm olarak sunan modelini Pekin yönetimine pek de güvenmediğini bir kez daha ortaya koymuş oldu.