Mehmet
Özay 20 Nisan 2012
Geçtiğimiz son üç gün (17-19 Nisan) ISTAC konferans salonu, Malezya
Uluslararası İslam Üniversitesi Tarih ve Medeniyet Bölümü’nce düzenlenen
“Sömürgecilik” üzerine uluslararası bir konferansa ev sahipliği yaptı.
Konferansın kavramsal çerçevesi ve içeriğine dair birşeyler söylemeden önce,
bir zihniyeti ortaya koyacak girizgâh bağlamında şunları ifade etmekte fayda
var. Konferansın duyurusunu aldığımda, şaşırmadım değil. Malezya gibi yakın ve
görece uzak tarihin derinliklerine inme konusundaki akademyanın “çekinceleri”
olduğu bir ülkede bu başlıkta bir konferansın gerçekleştiriliyor olmasını
“büyük bir cesaret” olarak adlandırıyorum. Ancak detayda, konferansın
Hindistanlı bir akademisyen başkanlığında gerçekleştirildiğini gördüğümde
“Malay akademisyen dostların kendilerini riske atmak istemediklerini” bir kez
daha tanık olduğumu söyleyebilirim. Öyle ki, programda yer almasına rağmen,
rektörün de katılmamış olması bir yanıyla “mesafenin” kurumsal boyutta
tutulduğu imajını vermiyor değildi.
Konferans duyurusu aldığımda aklıma birkaç yıl öncesinde Malezya üzerine
araştırmalarıma başladığımda kıymetli dostların nazik uyarıları hatırladım...
“Aman ha sekülerleşmeye dokunma!” Ben de öyle yaptım... Kimileri sömürgecilik
ile sekülerliğin ne ilgisi var diye sorabilir. Halbuki “geçmişte” İslam
vatanlarını saran sömürgeciliğin adım be adım Müslüman unsurların
sekülerleştirilmesindeki rolünün yadsındığı söylenemez elbette.
Ancak bu konferansın ortaya koyduğu gibi, geçmişi “hakkıyla” masaya
yatırmadan bazı şeyler de halledilemiyor. Halledilmesini beklemek de beyhude
bir çaba! Örneğin, konferansın yapıldığı ülkeyi, yani bugünü itibarıyla
Malezya’yı anlamak, mevcut resmi/siyasi söylemle “idare edilebilecek” gibi
değil. Ancak hâlâ rezervler olduğuna da bu konferans vesilesiyle tanıklık etmiş
olduk. Konferans mekân olarak seçilen ISTAC binasının -ki sömürge döneminde
valilik binası olarak kullanılan bir yapıydı- kimi detaylarını da bu vesile ile
müşahade etme olanağı buldum. Özellikle, Ana Toplantı Salonu’nun mimari yapısal
özellikleri daha kapıdan girmeden katılımcıları çarpmaya yetiyor. Dikdörtgen
plânlı geniş salon bir Katolik ya da Anglikan kilisesini andırmasıyla dikkat
çekiyor. Büyükçe kapıdan girildiğinde gözler, üç sıra oturma düzenini aşıp
karşıda kutsal “altar”la bütünleşiveriyor. Her ne kadar, dar ve iki büklüm
hissettiren ve bedene rahatlıktan ziyade “titreşim” veren ve yanınızdaki
“mü’min” (bu anlamda, Hıristiyan veya Müslüman fark etmez) ile birlikteliğinize
olduğunca mani olan “ağır” sıra, kendinizi altar’da işlenen “kutsallığa” zorunlu
konsantre eden bir oturma düzeneğinde -aradan geçen zamana rağmen- herhangi bir
değişikliğe gidilmediyse de, arka plânına yerleştirilen arabesk mimari
replikası, “altar”ın Hıristiyan kutsallığından arındırılıp, İslamlaştırılması
için bir gayret olarak okunabilir.
Ağırlıklı katılımın yurt dışından akademisyenlerin ve araştırmacıların
oluşturduğu “Colonialism and De-colonialism”başlıklı konferans, sadece geçmişi
değil, bugün var olan özellikleriyle nüfusunun kahir ekseriyeti Müslüman olan ve
adına ulus-devlet yapılanması denilen siyasi bütünün anlaşılmasında da rol
oynayacağı düşünülebilir. Öyle ki, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Körfez Bölgesi’nde
süre giden gelişmeleri bu süreçlerden bağımsız okumak mümkün mü? Ya da
Güneydoğu Asya’da “yeni değerler” olarak gündemde önemli yer işgal eden ya da
ettirilen ve küreselleşmenin alabildiğine “hazlandığı” Myanmar (Burma) ve
Vietnam’ı ne kadar uzak tutabiliriz? Bu ülkeler ya da içinde yer aldıkları
bölgeler “yeni sosyal mühendislik” çalışmalarından ne kadar azadedir?
Öte yandan, gene Malezya bağlamında şu hususa da değinmekte fayda var.
Nedir o? Kimi gözlemler çerçevesinde ele alındığında, Malezya’nın uzun tarihi
geçmişinde rolü olan “dışarlıklıların”, yani “sömürgecilerin” bu topraklara her
yönüyle rolü ve nüfuzunun üzerine gidenlerin, Çin kökenli akademisyenlerle,
özellikle Singapur’daki yüksek öğretim kurumlarında konuşlanmış “Beyaz”
akademisyen ve araştırmacılar olduğu görülür. Fotoğrafa bu minvalde
yaklaşıldığında, Malay Yarımadası özelinin de ötesine taşacak şekilde, Müslüman
Malay toplumlarının tarihinin ve de bugününün “Beyazlarca”
şekillendirilmesinin, bir tür sömürgecilik algısının ve zihniyetinin devam ettirici
unsurları olduğuna kuşku yok denebilir.
Konferansın Kuala
Lumpur’da gerçekleştirilmesinden midir bilinmez, genelde sunumlar İngiliz
sömürgeciliği üzerine odaklanıyordu. Bir yanıyla Malaya -ki coğrafi ve tarihi
ilişkiler bağlamında Singapur’un da içinde olduğu ve Güney Tayland’a kadar
uzanan bölgeyi ve insanlarını içine alan bütün- ve Hint Alt Kıtası özellikle de
Hindistan, öte yanında Kara Afrika’nın bugünlerde de “hareketli” köşelerinden
biri olan Nijerya üzerine araştırmalar dikkat çekiyordu. Ancak konferansa konu
teşkil eden “sömürgecilerden” eser olmaması ilginçti. Bir Amerikalı
katılımcının Myanmar üzerine sunduğu tezi dışında İngiltere başta olmak üzere
Anglo-Sakson dünyasından, Hollanda’dan ve de Fransa’dan bir tek katılımcının
olmaması enterasandı. Niçin bu ülkeleri sayıyoruz. Çünkü en azından Güneydoğu
muvacehesinde bu üç ülkenin sömürgeciliğin dinamik unsurları oldukları gibi,
“decolonization” yani sömürgeciliğin sözde ortadan kaldırıldığı iddia edilen
son elli yıllık dönemde bölgeye dair siyasi ve de ekonomik atraksiyonlarının
metodda farklılık olmakla birlikte nitelik olarak pek de farklılık göstermediği
aşikâr. Bu Batılı zihniyetin “sömürgeciliği” yadsıdığı anlamına gelmiyor
elbette. Konferansta sunulan onlarca çalışma bir yana, ilgi çeken metinlerden
biri yönlerinden biri Prof. Dato Paduka Mohamad Abu Bakar tarafından sunuldu.
Bu çalışma, küreselleşmenin alabildiğine “tapınılası” bir olgu olarak
yeşertilmeye çalışıldığı bir dönemde sömürgecilikten küreselleşmeye uzanan bir
bağa dikkat çekmesiyle önemliydi. Prof Abu Bakar’ın dediği gibi geçmişiyle
irtibatı kopan veya kopartılan toplumların küreselleşme çağında,
küreselleştirilen Batı tarihinin referanslarının kurbanı olacağı muhakkaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder