Mehmet Özay 12.03.2022
Doğu Avrupa krizinin başlangıcından bu yana, Çin’in gelişmelere dair politikaları üzerinde dikkatle duruluyor ve durulmaya da devam edeceğine kuşku yok.
Çin’i bu konuda öne çıkartan ve kaçınılmaz bir aktör
kılan birden çok neden bulunuyor.
Öncelikle, Çin’in dünyanın ikinci büyük ekonomisi olması;
Rusya’nın Asya’daki en önemli müttefiki olması; Doğu Asya ve Orta Asya
süreçlerinde Rusya ile yakın ilişkiler içinde olmasının yanı sıra, Asya-Pasifik
perspektifinden bakıldığında hiç kuşku yok ki, neredeyse tüm bölge ülkelerinin
gözü Tayvan konusuna odaklanmış durumda.
Yaşanan gelişmeler karşısında, Çin’in konumunu ortaya
koymaya sağlayacak ve aslında, her biri detaylı bir şekilde ele alınması
gereken söz konusu bu hususlarla ilgili olarak -Tayvan meselesi hariç-, bazı
görüşleri paylaşmakta yarar var.
Rusya-Çin İttifak olgusu
Rusya’nın, Doğu Avrupa krizinin başından bu yana, ABD
öncülüğünde Batı dünyasının ortaya koyduğu ekonomik yaptırımlara alternatif
çözümler arayışında, yanı başında bulabileceği bir ülke olarak hiç kuşku yok ki
Çin öne çıkıyor(du).
Bu çerçevede, Rusya’nın uygulanmakta olan yaptırımlara
hazırlıklı olduğunu söylemek mümkün. Bunun sağlamasını ise, Ukrayna’ya karşı
bir saldırı girişimi öncesindeki Rusya-Çin arasındaki görüşmeler oluşturuyor.
Rusya’nın, öncelikle Ukrayna’nın doğusunda Donetsk and Luhansk’da Rusya yanlısı ayrılıkçıların bağımsızlığını
desteklemesi ve ardından Kiev’de, “Batılıların güdümünde olduğunu söylenen”
rejimi değiştirmeye yönelik askeri istila girişimi birbirinden farklı
gelişmeler olarak değerlendirildiğinde, Çin’in Rusya’ya desteğinin de
değişebileceği ihtimalini ortaya koyuyor.
İstila girişiminin başladığı 24 Şubat’tan bu yana, Ukrayna
ordusunun ve halkının direnişi ve Batı’nın ekonomi alanındaki yaptırımlarının
Moskova’yı karşı karşıya bıraktığı zor durum hiç kuşku yok ki, Çin tarafından
da yakından takip ediliyor.
Çin’in sınavı
Çin’in küresel ekonominin ikinci büyük gücü olması, ABD
yönetimi tarafından -arada yaşanan tüm sorunlara karşın- Rusya’nın aktörü
olduğu bu haksız istila girişiminin engellenmesinde ve/ya -bugünkü durumda-
sona erdirilmesinde, Çin’i katkısı gözetilecek en önemli ülke konumuna
getiriyor.
Öte yandan, Çin-Rusya yakınlaşmasının elbette farkında ve
bilincinde olan ABD yönetiminin, Çin’in Rusya üzerinde siyasi ikna kabiliyetini
ortaya koymasını beklediğine tanık olunuyor.
Bununla birlikte, Doğu Avrupa’da krizin bugün geldiği
noktaya bakıldığında, ABD’nin ekonomik ve siyasi destek konusunda Çin’den arzu
ettiği desteği -en azından şimdilik- alamadığı da ortada.
Doğu Avrupa’da yaşanan bu sürecin, şu anki durumuyla
küresel bir sorun haline dönüşmesinin ötesinde, hedefleri ve sonuçları
itibarıyla nereye ulaşacağı henüz kestirilememesi karşısında, Çin’in gayet
önemli bir sınav verdiği de gözlerden kaçmıyor.
Çin, Doğu Avrupa krizinin başladığı günlerde Rusya
yanlısı duruşunu açıkça ortaya koyarken, bunu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki
toplantıda görüşmelere ‘katılmayarak’ dolaylı bir Putin eleştirisine evirdi.
Çin’den barış çağrısı
Rusya’nın askeri girişiminin sadece, Ukrayna’nın
doğusunda Donetsk and Luhansk ile sınırlı kalmaması, aksine başkent Kiev’i ele
geçirerek rejim değişikliği hedefini açıkça ortaya koyması, sivillere yönelik
saldırılar karşısında Çin yönetimini en azından, ‘barış’ konusunda görüş
belirtmek durumunda bıraktı.
Çin’in ‘barışa’ dair bu yöneliminde dışardan gelen
tepkileri de hesaba katmak gerekiyor. Öyle ki, Batılı ülkelerin ekonomik
yaptırımlarına Asya-Pasifik’ten, bölgenin en önemli ekonomileri olarak dikkat
çeken Japonya, Güney Kore, Avustralya’nın doğrudan katılması oldukça önemli bir
gelişmedir.
Bunun yanı sıra, Pekin yönetiminin, Doğu Avrupa’daki
krizin bir an önce sonlandırılması yönündeki açıklamalarında, Güneydoğu Asya
ülkelerinin beklentilerinin olduğunu söylemek mümkün.
Çin yönetimi, Doğu Avrupa’da giderek ağırlaşan krizin
öncelikle, Asya-Pasifik bölgesindeki ülkelerden gelen ve gelişmelere göre
artacağı düşünülen gizli/açık eleştirilerin neden olacağı olumsuz siyasi
sonuçlarından kendini korumak amacıyla, Moskova yanlısı aleni tutumundan
sıyrılıp en azından, yüksek sesle barış konusunu gündeme getirmektedir.
Çin’in bugün vermekte olduğu önemli sınav sadece, küresel
ekonomide gayet belirleyici bir aktör olarak kalamayacağını, aynı zamanda Doğu
Avrupa krizi gibi yaşanan küresel bir sorun karşısında ne tür siyasi kararlarla
yapıcı bir etkiye sahip olacağı da, küresel kamuoyu tarafından merakla takip
ediliyor.
Bu noktada, Pekin yönetimi, birbirine eklemlenmiş
durumdaki Kara ve Deniz İpek Yolları ile Yol-Kuşak Proje’leri sayesinde kendini
sadece, küresel ekonominin yeniden yapılandırılmasında belirleyici bir aktör
konumuna getirme gibi üst bir hedefe konuşlandırmıyor.
Bunun yanı sıra, söz konusu bu projelerin hayata
geçirilmesinin küresel kamuoyu nezdinde, kendi siyasi meşruiyetini pekiştirmesine
ve genişletmesine de katkı yapacağı üzerinde kafa yorduğuna kuşku yok.
Sürpriz olur mu?
Bu durumda, Çin’in ABD ile sahne arkasından bazı
görüşmeler yapıp yapmadığını da gündeme getirmeyi düşünmekte yarar var.
Unutmayalım ki, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni
(SSCB) yıkılışa götüren süreçten kısa bir zaman önce, ABD’nin Çin yönetimine
önerdiği görüşme talebi Pekin tarafından olumlu karşılanmıştı. Elbette, 1970’li
yılların ikinci yarısında Rusya-Çin ilişkileri ile bugün içinde bulunduğumuz
2020’li yılların başında Rusya-Çin ilişkileri birbirinin aynı değil.
Ancak SSCB’yi yıkıma götüren süreçte Pekin yönetiminin -bugün
haklı olduğu anlaşılan- bazı öngörülerinin gerçekleşmiş olması, Çin’in yaşanan
tüm değişimlere rağmen, bugün tanık olunan kriz karşısında pek çokları için
şaşırtıcı bir politika denemesine gir/e/meyeceği anlamına gelmiyor.
Nihayetinde bugün, tüm siyasi, askeri ve ekonomik gücüne
karşın, karşımızda neredeyse tüm Batı ve Batı yanlısı ülkelerin yaptırımlarına
maruz kalan bir Rusya bulunuyor. Putin’in, işin başından bu yana, yetiştiği
Soğuk Savaş döneminin düşüncelerinden ne kadar farklılaşabildiği kuşkulu.
Kaldı ki, bugün Rusya’nın karşı karşıya kaldığı durum, bu
ülkeyi tanıyan tecrübeli bir gazetecinin ifadesiyle, “Putin’in şeytani plânı ve
irrasyonel tutumu”nun bir eseri. Ancak, komünist rejime rağmen, Çin’li
yöneticilerin zihninin bir yerlerinde kadim bir hesapçılığın var olduğunu
unutmamak gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder