Mehmet Özay 20.03.2022
Doğu Avrupa’da, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle birlikte yaşanmakta olan kriz, karşımıza sadece ve sıradan bir ABD-Rusya çekişmesini çıkarmış değil.
Aksine bu durum, genelde Batı’nın ve özelde ABD’nin,
uluslararası ekonomi-politik plânlamaları noktasında var olan ve salt bununla
sınırlı olmayıp, çeşitli gelişmelerle şekillenen bir yapı arz eden, liberal
demokratik değerler temelinden hareketle, yeni bir küresel yapı inşa süreciyle
bağlantılıdır.
Bu noktada, Doğu Avrupa’da yaşanmakta olan kriz, konuya
taraf olan ülkeler arasındaki ikili ilişkiler veya bölgesel gelişmeler
üzerinden anlaşılmak yerine, daha derli toplu ve bütüncül olması hasebiyle,
yaklaşık son elli yıllık dönemi kısaca gözden geçirmemiz anlamında, bir yakın
tarih ve bugün ilişkisini değerlendirmemizi gerekli kılıyor.
Söz konusu bu süreci anlamlandırmak amacıyla, son dönem
gelişmelerine kısaca göz atmakta yarar var.
Bu noktada, Doğu Avrupa krizinin öncü aktörlerinden Rusya
ile bu ülkenin ilişkileri noktasında Çin’in konumu ve aynı Çin’in, ABD ile ilişkisi
bize olan biteni anlamaya bir kapı aralatacak türdendir. İlk etapta, Donald Trump
döneminde ABD-Çin ticari ilişkileri çerçevesinde yaşanan çekişme ve çatışma
akla gelmektedir. Oysa, Doğu Avrupa’da yaşananların bundan öte bir anlamı
içermekte olduğunu da görmek gerekir.
Açıkçası var olan durum, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla
sembolleşen Doğu Bloku’nun siyasi varlığını ve bütünlüğünü yitirmesinin ve Soğuk
Savaş dönemini sonlandırılmasının ardından ortaya çıkan süreçte, Batı
düşüncesinin yeni çatışma alanları inşasıyla bağlantılı bir yön ve açıklama
olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.
1989 ya da Soğuk Savaş sonrası
Bu noktada, Soğuk Savaş ve sonrasındaki gelişmelere
kısaca göz atmakta yarar var…
1989 sonrası yani, Soğuk-Savaş sonrası dönem, artık
ortada SSCB bağlamında komünizm diye bir ideolojinin yönetim ve ekonomi
kurumları ile bu yapının askeri boyuta yansıyan bağlamında var olmamasından
hareketle, ortaya çıkan durum kimi akademisyenlerce ideolojiksizleş(tir)me
olarak değerlendiriliyordu.
Oysa, o dönem yani, 1990’larla birlikte Balkanlar’da
ortaya çıkan/çıkartılan Bosna-Sırbistan bağlamında bir Müslüman-Ortodoks Hıristiyanlığı
ayrıştırması özelinde, Soğuk Savaş sonrası bağlamıyla, din eksenli ideolojik ve
tarihsel çatışma, yeni bir ideolojik ayrışma alan örneği olarak ortaya
çıktı/çıkartıldı.
Geniş Ortadoğu politikası: Irak ve Afganistan
Bu dönem, aynı zamanda kadim Mezopotamya coğrafyasının
tam da ortasında, ABD öncelikli NATO güçlerinin Irak üzerinde tecrübe ettikleri
dönüşüm ve değişim süreçlerini doğurdu. Bugünün çağdaş Mezopotamya’sını
tarihsel, kültürel anlamda ilişkilendirilmesine yol açacak şekilde, Batı
Asya-Güney Asya kesişim noktasındaki Afganistan’ı da içine alan bir mekânsal genişleme olarak zuhur etti.
ABD ve NATO’nun Irak işgali, meşru bir ulus devleti üçe
ayırmak suretiyle, bölgede uygulayabileceği politik süreçleri ve bunun etnik
yapılar-askeri ilişkiler üzerinden sürece yaymasına neden oldu. Öte yandan,
belki de bundan daha çok ABD ve Nato’nun, Afganistan yani, Batı Asya-Güney Asya
kesişim noktasına odaklanması gayet önemliydi.
Afganistan’daki ABD merkezli NATO varlığının, aradan
geçen yaklaşık yirmi yılın ardından, 31 Ağustos 2021 tarihinde sona erdirilmesinin
karar süreci, temelde Joe Biden yönetiminin değil, onun başkan yardımcılığını
yaptığı, Barack Obama dönemi kararlarının bir gereği olarak gündeme geldi.
Obama dönemi: yeni bir küresel jeo-politik
inşası
Barack Obama’nın ikinci döneminde, bu iki coğrafyadan
çıkılması kararının aslında biraz da, gecikmiş bir sürece tekabül ettiğini
söylemek gerekir. Alınan bu kararın ardında, iki temel neden bulunmaktadır.
İlki, Irak-Afganistan’da gelinen noktanın ABD
politikaları açısından bir tıkanıklığa yol açmasıdır. Bir başka ifadeyle
söylemek gerekirse, ABD’nin çıkarları bağlamında artık tatminkâr olmamasıdır.
İkincisi de, “21. Yüzyıl Asya Çağı olgusu”nun varlığıdır…
İlk nokta olarak… Barack Obama’nın bir yandan
Irak/Ortadoğu öte yandan, Afganistan/Batı Asya’dan çekilme karar ve gerekçesi,
bu coğrafyalarda ABD’nin arzu ettiği varsayılabilecek bir Batı eksenli siyasal
ve politik-ekonominin yapılaşmanın ortaya konulmasından ve bu anlamda
sergilenmiş bir başarıdan kaynaklanmıyordu.
Kaldı ki, şayet böyle bir politika vizyonu var olsa(ydı)
bile, bunun ne tarihsel ve siyasal alt yapısı ne de toplumsal ve dini unsurları
böylesi bir değişimi gerçekleştirmeye yeterli/y/di.
Bunu teyit mahiyetinde düşünülecek şekilde, başkan Joe
Biden yakın geçmişte yaptığı bir açıklamada dile getirdiği üzere, ABD’nin
Afganistan’daki varlığı gayet maliyetli ve uzun bir süreci içermesiyle birlikte,
Amerikan yönetiminin bu ülkede kendine doğrudan hedef olabilecek unsurları
engellemesiyle/bertaraf etmesiyle sınırlı bir niyeti söz konusuydu.
Bununla birlikte, ABD ordusunun verdiği insan kayıpları,
askeri harcamalar gibi haklı ve maddi nedenlerle Amerikan kamuoyunda oluşan
baskıyı hissettiği anlaşılan ve bu çerçevede, oluşturulan resmi görüş, ABD’nin
Irak ve Afganistan topraklarında -artık- doğrudan elde edebileceği kazanımların
olmadığı kanaatinin ortaya çıkmasının bir başka görünümüydü.
Aslında ABD açısından, ideolojik olarak karşısına aldığı Irak
ve Afganistan topraklarının gelinen noktada, iki farklı rejim değişikliği ile
yani, Irak’ın fiili olarak üç farklı etnik/dini yapıya bölünmüş olması;
Afganistan’ın ise, doğrudan ABD güdümlü bir yönetime ve kurumsal yapıya
kavuşturulmasıyla bir şekilde, ABD’ye bağımlılığın devam ettirilebileceği
yönünde bir kanaatin hasıl olduğu söylenebilir.
Bir diğer dikkat çeken husus, söz konusu bu her iki
coğrafyada var olan siyasal ve toplumsal gerçekliğin, -iç ve dış olmak üzere-,
farklı toplumsal ve siyasal nedenlerin yol açtığı kaotik yapıdan beslenen ve bu
anlamda, aynı/benzer toplumsal/etnik-dini grupların çatışmacı varlığıyla
süreklilik kazanan ve bu suretle, Batı’nın gizli/açık varlığına meydan
oku/ya/mayacak bir düzeyde olduğudur.
Bu durumun ortaya çıkmasında, bir dış faktör olarak yani,
Batı’nın tekil-hiyerarşik bir üst yönlendirmesi kadar, bir iç faktör olarak bölge
toplumlarının ve siyasal yapılarının uzak-yakın tarihsel dönemlerinin ürünü
olan sorunlarının da, katkıda bulunduğunu unutmamak gerekir.
Yüzyıl değişimi, Asya Çağı vurgusu ve Çin
İkinci nokta, “21. Yüzyıl Asya Çağı olgusu”dur…
Burada dikkat çeken nokta, Asya Çağı nosyonunun bütün bir
Asya kıtasına değil, özellikle, Asya-Pasifik ya da ABD yönetiminin son dönemde
güncelleme ihtiyacı hissederek, Hint-Pasifik bölgesine yaptığı vurgudur.
Bu olgunun özünde ise, Çin’in ekonomik gelişmişliği ile
bunun, -tıpkı Batı’daki örnekleri gibi- zorunlu olarak yol açtığı siyasi ve
askeri hegemonya tesisi yer alıyor. Aslında tam da bu nokta, ABD’nin “geniş
Ortadoğu’dan” Asya-Pasifik/Hint-Pasifik coğrafyasına konuşlanmasına temel
teşkil ediyor.
Bir ekonomik güç bağlamında, “21. Yüzyıl Asya Çağı”
nosyonunun Batı’da, 1990’larda gündeme getirilmiş olmasına karşın, ABD
yönetiminin Asya-Pasifik/Hint-Pasifik bölgesine siyasal, ekonomik ve insani
ilişkiler noktasında konuşlanmasında zamanında hareket etmemesi, bir başka
deyişle gecikmesi söz konusudur.
Çin’in, -diyelim ki, 1980’lerin sonu ile ve bugün- neye
tekabül ediyor diye baktığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkar: Çin’in sahip
olduğu nüfus yapısı ve ucuz işgücü; denizler ve kara yolları erimişi noktasında
jeo-stratejik konumu; 2. Dünya Savaşı sonrasının gelişimci ekonomilerinin yani,
ilki Japonya ikincisi Asya Kaplanları ve üçüncü aşama olarak da, ASEAN ile
coğrafi yakınlığının/komşuluğunun doğurduğu avantajlardır.
Çin’in sahip olduğu, bu kendi özel ve çevre faktörlerine
rağmen, dikkat çeken en önemli husus, siyasal ideolojik bağlamının -yani,
komünizmin- bir engel teşkil edebileceği düşüncesine karşın, Çin siyasi
aklının, bugüne kadar liberal ekonomik kalkınmaya duyduğu inanç ve bu yönde
attığı adımlardır.
Çin’i bugün, sadece küresel ekonominin ikinci sırasına
ulaştırmakla kalmayan aksine, Batı’nın liberal ekonomi sistemi karşısında tüm
bağlamları ile -yani, uluslararası ticaret, hukuk ile bölgesel ve küresel
askeri yapılaşmasıyla- bir tür alternatif olma çabası veya böyle bir algının
oluşmasına yol açan icraatları ABD’yi harekete geçiren unsurlardır.
Bu kararın pratik görünümlerini ise ABD’de Biden yönetiminin
geçtiğimiz yıl, Japonya, Avustralya ve Hindistan’ı yanına alarak oluşturduğu
dörtlü ittifak (Quad) ile içinde İngiltere ve Avusturalya’nın bulunduğu -bir
tür post-modern dönemin Anglo-Sakson inşası olan- (Aukus) yapılaşmalarıdır.
Çin’le doğrudan karşılaşma hazırlığı olarak anılmayı hak
eden ve yine Çin yönetimince NATO’nun gizli/açık uzantısı şeklinde yorumlanan
bu gelişmelerin yerini, -belki de, bugün dünya kamuoyunda sanki birdenbire geliştiği
izlenimi oluşturmuş olsa da- Doğu Avrupa krizi aslında, genelde Batı’nın ve özelde
ABD’nin ideolojikleştirme çabasının devamlılığı olarak değerlendirilmeyi hak
etmektedir.
Rusya’nın Ukrayna topraklarındaki varlığının haksızlığına
şüphe olmamakla birlikte, bu gelişmenin bugün geldiği nokta, Batı’nın/ABD’nin
biz-öteki ayrımını bir başka deyişle, Soğuk Savaş döneminin devamı
mahiyetindeki ideolojikleştirme çabalarının bir yönelimi olarak anlaşılmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder