Mehmet Özay 01.03.2022
28 Şubat 1997 askeri muhtırasının üzerinden geçen çeyrek asrın, “bize ne öğretti?” sorusu önem arz ediyor.
Darbe dönemin siyasal iktidarı kadar, bu iktidarın temsil
ettiği ve bu iktidarı temsil eden toplum kesimlerinin maruz kaldıkları
mağduriyetlerle yeniden gündemde.
Bu çerçevede, yeni bir yıldönümünde konuşanlar yine ve
haklı olarak, o dönemin belirli bir grubunun mağduriyeti oldukları görülen
kişiler ve gruplar üzerinden zuhur ediyor.
Yaşanan ‘travma’nın dönemin bireyinde, toplumsal grubunda
ve bünyesinde açtığı yaralar hatırlamaları -belki yaşanan maddi-manevi değişim
süreçleri nedeniyle hafiflettiği söylenebilse de, halen hissedildiğine kuşku
yok.
post-modernlik
28 Şubat’ın bireysel haklar ile kamusal alan ilişkisinde,
çatışmacı söylemin ülkenin önemli kurumlarından biri vasıtasıyla
belirlenmesinin, 20. yüzyılın 21. yüzyıla dönüşünde belki de, beklenmedik bir
gelişme olması, bu dönemi tam da o yıllarda, sosyal bilimlerde çokça konuşulan
‘post-modern’ kavramıyla tanımlamaya yol açtı.
O dönem, belirli bir toplum kesimini hedef aldığı
belirtilen bu darbenin ardından, “artık darbe olmaz” görüşünün yanlışlandığına
15 Temmuz 2016’da tanık olmak ise, başlı başına yeni bir travma ile karşı
karşıya olunduğunu ortaya koydu.
Aslında, 28 Şubat post-modern darbesinde gizli/açık
rolleri olanların, veriler dikkate alındığında 15 Temmuz’un icracıları olmaları
arasındaki ilişki üzerinde akademik çalışmalar yapılmasına elverecek boyutlar
içeriyor.
Geçmişin modernleşme tecrübesi
‘Belirli bir toplum kesimi’ derken, karşımıza başörtülü
Müslüman kadını çıkarken, ‘niçin sakallı erkek değil?’ sorusunu da sormakta
yarar var.
Belki de bunda, içinde yaşadığımız ulus-devletin kuruluşu
öncesinde ve kuruluş süreçlerinde toplumsal dönüşümün görünür yüzü olarak kabul
edilen ve bu coğrafyanın ‘has ürünü’ olmayan aksine, Batılılaşma sürecinde Batı
Avrupa ülkelerinden ithâl edilen ’kadın ve değişim’ olgusunun izini ve etkisini
görmek gerekir.
Nihayetinde, 28 Şubat post-modern darbesini ortaya koyan
kurum, bu kurum ve bu kurumla birlikte hareket eden siyasal/ideolojik
yaklaşımın, sadece kadının başörtüsü ile değil, aynı zamanda erkeğin sakalıyla
da ilgili görüşleri olmadığı söylenemez.
Girişte dile getirilen ‘bireysel haklar’ konusuna birkaç
cümleyle değinmekte yarar var. Bu bağlam aslında, bir kurtuluş reçetesi
şeklinde ilgili bireylerin üzerine etiketlenen bir olgu ve bu anlamda bir
yanılsama olduğunu söylemek gerekir.
Bu gayet tartışmaya açık konuda vurgunun ‘modernleşmenin’
itici kuvvetlerinden biri olan ‘bireysellik’ ile inanç olgusunun, ‘Müslüman
bireye’ sağladığı/sunduğu imkân/seçim arasındaki dikotomidir.
Bu noktada, darbeye dönemi itibarıyla post-modern
diyebilecekken, bu darbenin önemlice bir alanında konu olduğu ileri sürülen
kesimin ise ‘henüz’ post-modern olmadığını işaret etmek gerekir.
Başörtüsü: anlam ve değişim
Söz konusu darbe dolayımında karşımıza, en görsel ve
sembolik anlamıyla başörtüsü çıkmış olsa da aslında, bu darbenin önüne engel
koymak istediği kişi/grup/sembol ne Müslüman kadınla ne de başörtüsü ile
sınırlıydı.
Bugüne kadar, başörtüsü konusunda haklı olarak söylenegelen
başta inanç-merkezli, toplumsal ve siyasal olarak ise savunmacı, reaksiyoner
tutumların giderek yerini farklı bir anlayışa terk etmekte olduğunu izlemek
gayet manidar.
Bu izlemeyi, hem öğrenci olarak içerden naif bir kişi çerçevesinde
hem de, öğretmen/öğretim görevlisi/araştırmacı olarak dışardan bir gözlemci
sıfatıyla uzun dönemli olarak ele almak öğretici olduğu kadar, farklı
zeminlerde farklılaşan tutum ve davranışları, değerlerdeki değişimleri
anlamlandırabilmenin yolunu da açıyor(du).
Bununla kast ettiğim husus, 1980’lerin ikinci yarısı ve 1990’lar
boyunca özellikle, yükseköğretim kurumlarında öğrenim gören Müslüman ‘ablaların/bacıların’,
İslami bilinci, bu bilinci başörtüsü modeline/anlamına yansıması ile
kendilerine yöneltilen tepkiler, bugün yerini farklı bir anlayışa bırakmış
gözüküyor.
Bu noktada, bugün değişen ve farklılaşan neslin, o dönem
yaşananları anlaması için epeyce bir uğraş vermeleri gerekecek. Ya da içinde
bulundukları koşullardan mütevellit, kendilerinden böylesi bir zahmete
girişmelerini beklemenin de beyhude olduğunu söyleyebiliriz.
O dönemin genç ablaları bugün birer anne ve bazıları
babaanne/anneanne olarak yaşamlarını sürdürürken, kendi kızları ve kız
torunlarının içinde yer aldıkları, aynı inanç olgusu ile ve bunun pratikte
bireysel ve kamusal alanda görselleştirilen bir unsuru olarak başörtüsü
üzerinden edindikleri kimlik/lerin farklılaşmadığı söylenebilir mi?
Bununla birlikte, 28 Şubat’ın başörtüsü mağduriyeti ile kurulan
paralellik sayesinde ortaya konulmak istenen husus ile bugün başörtüsü
giymenin/takmanın çokça ve yanlışsa ifade edildiği üzere, gizli/açık tüketimci
bir yaşam modelinin dayattığı söylemle, ‘bireysel bir tercih mi? Yoksa gayet
anlamlı bir inanç şartı/edeb/ahlâk/haya ile bir bütünlük arz ettiği varsayılan
ve öyle olması beklenen tutum-davranışlar üzerinden yapılacak
değerlendirmelerin, gayet rasyonel temeller üzerinden ortaya konmasında yarar
var.
Bu konuyu, başlı başına ele alacak birkaç yazı dizisi
olarak düşündüğümden burada sadece bu kadarla yetinmek istiyorum.
Nereden nereye!
Tabii iş başörtüsü olunca, “Acaba 28 Şubat’a nereden
geldik?” diye sormak gerekiyor. 28 Şubat bir milad yani, dönüm noktası olmakla
birlikte, bunun evvelinde var olan yaşanmışlıkların/tecrübelerin, benzeri
kırılmaların ve çözüm arayışlarının da olduğunu unutmamak gerekir.
Nihayetinde, 28 Şubat’a taşınan bir tecrübeydi ve bir
toplumsal değişmenin gerçekleştiği zeminlerdi.
Bununla kastettiğim, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında,
yeni bir evreye açılan Türkiye toplumsal şartları içerisinde -kırdan kente göç,
dönemin neo-liberal ekonomi akımı ve açtığı yeni istihdam alanları, ağır aksak
orta-sınıflaşma eğilimleri ve küreselleşme, vb. süreçlerle- yükseköğretim
kurumlarında sayıları artan ve kendilerini Müslüman kimliğiyle tanımlayan
kızlı-erkekli bireylerin/grupların varlığıydı. 1980’ler boyunca başörtüsüyle
ilgili tasarruflar, dönemin hükümetlerince YÖK tarafından belirlenen kuralların
belirleyiciliğine tabiydi.
Bununla birlikte, sivilleşmenin göstergelerinden biri
olarak üniversite öğrencilerinin hak talebinde ortaya koydukları gösterileri,
çeşitli sivil ve resmi çevreler nezdindeki girişimleri, var olan/kurulu
sınırları değiştirmenin imkânını arama çabasıydı.
Bu çabalar arasında, dönemin siyasi kuvvesi olan TBMM
nezdinde girişimlerde, “halden anlar” olduğu düşünülen milletvekillerine
ziyaretler, bugünkü tabirle söylemek gerekirse bir yumuşak güç unsuruna denk
geliyordu.
Bu girişimler şu veya bu şekilde bir takım ‘imtiyazlar’
edinilmesine olanak tanısa da, 28 Şubat’ın gösterdiği gibi hakların varlığı ve
sürdürülebilirliği gayet göreceliydi. Ve bu darbe tıpkı adının verildiği
post-modernde olduğu gibi hakların göreceli olabileceğini, bir başka deyişle
değiştirilmeye matuf bir yönü olduğunu kanıtlamıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder