Mehmet Özay 18.03.2022
Almanya’da sosyal demokratların öncülüğünde kurulan ve 8 Aralık 2021’de göreve başlayan koalisyon hükümetinin varlığı, sadece Almanya sınırları içerisinde değil, Avrupa Birliği (AB) bağlamında da önem arz ediyor.
Bu önem, iktidarın sosyal demokrat yapısı kadar, içinde
barındırdığı kadın bakanların varlığına dikkat çekilerek, feminist
politikalarla gizli/açık bir yeni bir barışçıl sürecin hem Avrupa, hem de
küresel çapta uygulamaya geçirilebileceği yönünde düşünceleri gündeme getiriyor(du).
Oysa, Almanya’da 2021 Eylül’ündeki seçimlerin ardından,
sosyal demokrat iktidarı oluşturmaya başlandığı dönemde, Doğu Avrupa krizinin
varlığı bilinmesine ve giderek tırmanmasına karşın, Almanya’dan beklenen
feminist barışçıl politikalar yerine, Şansölye Olaf Scholz tarafından 27 Şubat’ta
açıklanan, silahlanmayı öncelleyen bir kararın çıkması gayet dikkat çekicidir.
Çok kısa bir süre de, alınan sürpriz kararlarla, Almanya’nın
yeniden askeri unsurlarını aktif hale getirmesiyle, Avrupa’da askeri ve siyasi
güç yapılanmasının ne şekilde seyredeceği konusunun da tartışılmasına yol açtığına
kuşku yok.
Bu durum, 1945’den bu yana ordusu “pasifize edilmiş”
Almanya’nın yanı başındaki çatışmanın giderek büyüyen tehdidi ve kendi ulusal
güvenliğini tehdit etmesi karşısında silahlanmakla kalmıyor, kendi askeri
gücünü Ukrayna örneğinde olduğu gibi, bir başka ülkeye taşıma olanağına da
kavuşmuş oluyor.
Sosyal demokrasi ve post-modern politikalar
Almanya’da geçen yıl 26 Eylül’deki seçimin ardından uzun
görüşmeler yapılmış ve nihayetinde, üç partinin oluşturduğu ve “trafik ışığı”
adıyla anılan üç partili koalisyon, Aralık ayının başlarında ilân edilmişti.
Böylece, 8 Aralık 2021’de nihayet gerçekleşen iktidar
değişikliği, hiç kuşku yok ki, hem Almanya ve hem de AB için önemli bir dönüm
noktası. Buna aşağıda değineceğim.
Ancak, söz konusu iktidar değişikliğinin Almanya ve AB
için ortaya ne getirdiğini hatırlamakta yarar var. Daha kampanya döneminden
başlayarak, muhalefet partilerinin gündeme getirdikleri konular bir anlamda,
post-modern zamanların kaçınılmaz sorunları ile karşı karşıya kalındığını
ortaya koyuyordu.
Kovid-19 gibi sürpriz bir sorunun yanı sıra, 20. yüzyılın
özellikle son çeyreğinde giderek kendini hissettiren çevre ve iklim değişikliği
sorunları; kapitalizmin kurumsal yapısından doğan üst gelir grubu ile alt gelir
grupları arasında oluşturduğu çok daha büyük eşitsizlikçilik durumu; orta
sınıfların bir bölümünü de vuran konut sorunu; ‘asgari ücretin’ artırılması
talebi; yaşlı nesil olgusu vs. yer alıyordu.
Yeni aktörler ve feminist politika olasılığı
Bu dönüm noktasını, Merkel gibi 16 yıl boyunca iktidarda
kalmış bir Hıristiyan Demokrat liderin yerini Sosyal Demokratlar (SPD),
Yeşiller ve Özgür Demokratlar’ın (Free Democratic Party-FDP)
oluşturduğu, sosyal demokrat ağırlıklı bir iktidarın alması ile ‘değerler’ ve ‘alternatif
politikalar’ karşılaştırmasından, Avrupa Birliği’nde barış ve istikrarın temini
konusuna kadar geniş bir alanda ele almak mümkün gözüküyor.
Örneğin, bunun ipucu Olaf Scholz tarafından Alman
Parlamentosu’nda (Bundestag), daha yemin töreninde tercihe kalmış,
“Tanrı adına” ifadesini kullanmamasıyla ortaya koydu.
Bununla birlikte, uzun bir aradan sonra AB’ye başta
ekonomi olmak üzere yön verme gücüne sahip bir Almanya’da, Hıristiyan
Demokratlar’ın yerine Sosyal Demokratlar’ın iktidarının bazı çevrelerde, sosyalizmin
yeniden dirilişi olarak yorumlandığına tanık olunuyor(du).
Bu durum, özelikle 2010’lu yıllarda Avrupa Kıtası’ndan
Kuzey Amerika’ya değin sağ ve/ya aşırı sağ partilerin eğilimindeki bir Batı
siyasetinde dönüşüme yol açacak, bir iz olarak da büyük bir iddiaya konu
edilmektedir.
Hatta, Almanya özelinde yaşanan siyasal iktidar değişiminin,
sıradan bir iktidar değişimi olmadığı vurgusu öne çıkartılıyor.
Bu noktada, mevcut koalisyon iktidarına ruhunu veren
siyasi yapılar kadar, toplumsal cinsiyetçi yaklaşımın siyaset arenasına nasıl
yansıtıldığını da açıkça gösterecek şekilde, hükümette dışişleri bakanlığının
Yeşiller Partisi’nın kadın başkanı Annalena Baerbock’a tevdi edilmesinde
kendini ortaya koyuyordu.
Yeşilleri içinde bir diğer kayda değer politikacı olarak
lanse edilen Robert Habeck’in de, hem Almanya hem de AB için gayet önemli olan
ekonomi ve iklim değişikliği politikalarından sorumlu bakan olarak atanması hükümet
içerisinde ‘kadın’ olgusunu ve duruşunu simgelemesi bakımından önemli. Hiç
kuşku yok ki, bu tutumun anlaşılabilir yanları olmadığı söylenemez.
Savaş süreci ve feminist politikalar biçilen
rol ikilemi
Almanya’da yeni koalisyon hükümetinin kilit bakanlıkları
ile AB merkez bankası başkanının kadın olmalarından ve hatta birbirlerine gayet
yakından tanımalarından hareketle, hem AB hem de küresel ortamda var olan
güvenlik ve ekonomi sorunların üstesinden ‘kadın eliyle ve düşüncesiyle’
aşılmasının olasılığı üzerinde görüşler gündeme gelmişti.
Ancak aradan fazla bir zaman geçmeden, 24 Şubat’ta Rusya
yönetiminin, önce Ukrayna’nın doğusunda Donetsk and Luhansk’da desteklediği ayrılıkçıların Ukrayna’dan bağımsızlığını sağlamasının ve desteklemesinin
ardından Ukrayna’yı işgali ile karşı karşıya kalındı.
Bu durum, her ne kadar ABD öncülüğünde NATO tarafından önü
alınmaya çalışılmış ve süreçte Rusya’nın karşısında sürekli çıkmış olsa da,
aslında tehlike daha çok bütün bir Avrupa yani, Avrupa Birliği için geçerlilik
taşıyor.
Feminist/sosyalist sathından meseleye bakarak Almanya, AB ve hatta küresel
ölçekte yaşanan güvenlik, ekonomi ve çevre sorunlarının çözümünün mümkün
olabileceği söyleminin bugün savaş krizi engeline takıldığı gayet açık seçik
ortada.
Almanya’da seçimlerin yapıldığı Eylül ayı ve ardından iktidarın nasıl
belirleneceği sorununun konuşulduğu Kasım ayında Rusya-Ukrayna arasında kriz
gündeme çoktan gelmişti. Ya da aslında zaten, 2014’den sonraki süreçte böylesi
bir krizin gizli-açık varlığı Alman siyasetinde yakından hissediliyor ve takip
ediliyor olsa gerektir.
Bununla birlikte, söz konusu kriz çerçevesinde uluslararası çabaların
ABD’den Çin’e kadar uzanan boyutları söz konusu olsa da, Almanya’da özellikle
feministlerin barış tezlerini veya potansiyel politikalarını doğrulatacak ciddi
bir girişimin olup olmadığı ya da en azından varsa bile, uluslararası medyaya
düşmediği görülüyor.
Belki istisnai olarak, Rusya’nın Ukrayna işgalinden üç gün sonra Alman
dışişleri bakanı Annalena Baerbock’un Çin dışişleri bakanı Wang Yi’yle telefon
konuşmasında, Çin yönetimine yaşananlar karşısında “özel sorumluluğu”nu
hatırlatması oldu.
Bununla birlikte, komünist Çin yönetiminin Doğu Avrupa krizinde
-uluslararası yasalara aykırılık iddiasıyla- yaptırımlara karşı çıkarken, Alman
sosyal demokrat iktidarın yaptırımlarla soruna karşılık vermesi arasında gayet
önemli bir fark olduğu gözlerden kaçmıyor. Bu durum bile, aslında Alman Yeşiller’in
Çin yönetimine yönelik ciddi eleştirileri olacağı yönündeki ön kanaatin yerini,
Çin’in Alman hükümetine ders vermesi şeklinde bile anlaşılmasına imkân tanıyor.
Öte yandan, Doğu Avrupa krizi derinleşmeye yüz tuttukça Almanya’nın sosyal
demokrat ağırlıklı koalisyon iktidarı, ABD’nin takviye askeri güçlerine ev
sahipliği yapan ülkeler arasına girdi. Üstüne üstlük, 2. Dünya Savaşı’ndan
sonra Almanya’da yaşanan en önemli askeri ve savunma alanındaki gelişme olarak
Şansöyle Scholz’un aldığı ulusal ordunun güçlendirilmesi ve askeri teçhizat
ihracı kararı, en az Putin’in Ukrayna’yı istilası kadar pek çok çevreyi
şaşırttığını söyleyebiliriz.
Bu durum, barış güden ve mevcut iktidarla barışa yönelimli bir Almanya
yerine, sadece ulusal güvenliğini düşünmekle kalmayan, aynı zamanda AB
güvenliğini de içerecek bir askeri açılımı yapmak zorunda kalan ve -belki de
böylece barışa hizmet edebileceğini düşünen- bir Almanya’ya terk etmiş durumda.
Feminizm ve politik egemen güç
Almanya’da yaşanan iktidar değişikliğinin AB bünyesinde ve küresel çapta
güvenlik ve ekonomi sorunlarına çözüm arayışında feminist siyasi aktörlerin
önemli katkılarıyla çözüme kavuşturulabileceği düşüncesi şu ana kadar kendine
bir gerçeklik bulabilmiş değil.
Bununla birlikte, söz konusu bu feminist/sosyalist söylemin sanki
Almanya’da, Avrupa’da tümüyle belirsizlikler ve çözümsüzlükler varmış gibi bir
algının oluşturulmaya çalışılması da kayda değer bir yanlışlık olarak ortada
duruyor.
En azından, son on altı yıldır Almanya’yı ve Brexit sürecinde de AB’yi
yönetmeye aday ülke Almanya’nın başında bir kadın Şansölye’nin (Chancelor)
bulunduğu unutulmamalıdır. Ki, bu kadın politikacı yani Merkel, 2004-2014
dönemi AB komisyonu başkanı Joe Manuel Barroso tarafından Avrupa’nın en etkili
ulusal lideri olarak adlandırılıyordu.
Feminist/sosyalist bloğun medyadaki sözcülerinin Hıristiyan Demokrat Parti
üyesi olması nedeniyle Merkel’i dışlama gibi bir konumda iseler, bu başlı
başına bir sorun demektir.
Bir başka örneği, yine Almanya’nın ve Avrupa’nın yakın tarihinden vermek
mümkün. 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren, Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği’nin (Union of Soviet Socialst Republic -USSR)
çökme sürecinin sembolü iki Almanya’yı yani, Doğu ve Batı Almanya’yı ayıran Berlin
duvarının yıkımıyla gerçekleşen birleşmedir.
Bu birleşme, 1870’lerden itibaren Alman birliğinin tesisi kadar önemli bir siyasi
gelişmedir. Söz konusu bu birleşmenin ardındaki isim ise yine, Hıristiyan
Demokrat Parti’nin başında bulunan ve dönemin Şansölyesi ve uzun dönem
başbakanlık yapmış olan (1982-1998) Helmuth Kohl’dü.
Almanya’da yakın siyasi döneme bakıldığında 1980’lerden
bugüne değin -birkaç yıllık dönem hariç olmak üzere- iktidar yapısı ile hem
Almanya iç siyaseti hem de AB ilişkilerinde sergilenen siyaset yapma biçiminin
belirli alanlarda getirdiği kazanımlar ortada.
Bugün iktidar olan sosyal demokratların ve bu iktidar
aygıtının içinde yer alan feminist politika temsilcilerinin ve destekçilerinin
söylem yerine eylemle başarıları ortaya koymaları gerekmektedir. Bu yönde,
bugün ortaya konulacak politikalar ise Doğu Avrupa krizinin barışçıl bir sürece
kavuşturulması olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder