Mehmet Özay 13.09.2021
Afganistan topraklarında önemli bir değişim yaşanıyor… Ancak değişimin etkilerinin nerelere varacağını kestirmek en azından şimdilik mümkün gözükmüyor.
Afganistan tarihi bir değişimi yaşarken, bu gelişmenin
sadece bu ülke ve yakın çevresiyle sınırlı olmayacağı kesin. Nasıl ki, bundan
yirmi yıl önce ABD sınırları içerisinde, tarihin en önemli terör saldırılarının
gerçekleştirilmesinin ardından, dünya önemli değişimleri yaşadıysa, bugün de aynı
veya farklı ancak, yeni değişimlerle karşılaşmaya hazır olmak gerekir.
Yaşanan bu değişim sadece, Afganistan’ı daha önce,
1996-2001 yılları arasında yönetme ‘tecrübesine!’ sahip Taliban’ın silahlı güç
kullanarak iktidar olma mücadelesiyle bitmeyecektir.
Bu değişimin boyutlar, ABD’de bir sonraki seçimde iktidar
değişikliği; Çin’le Afganistan topraklarında karşılaşma, ABD yönetimi bir başka
coğrafyada bu ülkeye karşı ön alma çabası sergileme ya da geniş coğrafyalardaki
Müslüman toplumları, tıpkı bundan yirmi yıl önce olduğu gibi- yeniden tedirgin
edecek politikaları uygulama şeklinde tezahür edebilecektir.
Batı ve doğu tedirgin
İngiliz istihbaratı MI5’in başındaki ismin geçenlerde
medyaya verdiği bir mülâkatta, aşırıcılık ve terörizmle küresel mücadeleye
başlanacağı anlamına gelen açıklaması ve vurgusu gayet dikkat çekicidir. Şef
Ken McCallum, “İngiltere’ye yönelik terörizm tehdidi gerçek ve kalıcıdır”
diyor…
Öte yandan, birkaç gün önce Singapur Adalet ve İçişleri bakanı
K. Shanmugan’ın, güvenlik birimlerine dayandırarak yaptığı açıklamada,
“Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesinin ardından, Güneydoğu Asya
topraklarında terörizm faaliyetleri artabilir” diyor.
Söz konusu bu iki ifadeyi yan yana koyup değerlendirmek
gerekiyor…
Biri Avrupa’nın göbeğinde ötekisi, Asya-Pasifik
bölgesinin tam ortasında iki önemli küresel finans ve ekonomi merkezinden
yapılan bu açıklamalar yabana atılabilir mi?
Özellikle, az çok bildiğimiz Singapur yönetiminin, sadece
ekonomik istikrar ve ilgili alanlarda değil, bundan daha da önemlisi güvenlik
konusundaki hassasiyeti bize, sayın Shanmugan’ın boş konuşmadığını
hatırlatıyor.
Burada dikkat çekilmesi gereken husus, Shanmugan’ın salt
Singapur özelinde konuyu dillendirmediği, aksine tüm bölgeyi yani, Güneydoğu
Asya topraklarını kastederek bu açıklamayı yaptığı ve hassasiyeti
gösterdiğidir.
Bu iki örnek ülkenin yetkilerinin gündeme getirdiği
tedirginliğin nedeni, 2001 yılında yaşananların ardından gündeme gelen gelişmeler
tabii ki..
ABD pes eder (mi?)
2001 yılındaki uçaklamaların ardından, “ya bizdensiniz ya
onlardan” söylemini ‘terörle küresel mücadele’ bağlamında dünya çapında
uygulamaya geçiren, kendinden olmayanı “şer ekseniyle” (axis of evil) özdeşleştiren
ABD’nin, bugün Afganistan’dan çekilmesinin başta Afganistan olmak üzere, bölge
ülkeleri açısından görünürde bir başarı olduğunu söylemek mümkün.
Ancak, ABD’nin ve temsil ettiği Batı’nın pes ettiğini,
sahadan çekildiğini varsaymak ise mümkün gözükmüyor…
Öncelikle sorunun önemli bir yanında, Afganistan
sınırları içerisinde yaşayan kırk milyon civarındaki Afganlının, bu yeni
gelişme karşısındaki tavrının bilinmiyor olması yatıyor. En azından, silahla
karşılarında duran yönetimin gizli/açık gündeme getirmekte olduğu sivilleşme
söyleminin hayata geçirilmesini beklemek gerekiyor.
Öte yandan, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri başta
olmak üzere çeşitli uluslararası çevrelerin Afganistan’a “insani yardım” (humanitarian
aid) söylemini son birkaç haftadır yinelemeleri, açıkçası, Afgan halkının
kayda değer bir bölümünün ‘temel insani yaşam standartlarından yararlanmadığını
açık seçik ortaya koyuyor.
Bu durum, Taliban rejimine karşı bir sivil tepkiyi
engelleyici faktör olabileceği gibi, hiç beklenmedik tepkilerin kaynağı da
olabilir. Bu anlamda, Afganistan toplumsal yapısını ve gerçekliğini iyi anlamak
ve değerlendirmek gerekiyor. Ancak bu süreçlerin tümünde ABD’nin rolü
olmayacağını söylemek mümkün değil…
Yumuşak/sert güç
Batı’yı var eden olgunun salt sahip olduğu silahlar
olmadığını hatırlamak gerekir. 9 Eylül 2001 sürecinin hemen ardından, adına
İslam ülkeleri denilen veya daha doğru bir ifadeyle, halkının kahir
ekseriyetini Müslüman kitlelerin oluşturduğu devletler, ABD’nin kapısı önünde
sıraya girerek ‘sizinle beraberiz’ mesajını gizli açık ortaya koymuşlardı.
Bu mesajın verilmesinde, herhalde ABD’nin tüm bu ülkelere
yönelik askeri harekât yapacağı düşüncesiyle olmamıştı. Temelde ekonomik ve
siyasi ilişkilerin ve bunların bölgesel ve küresel değişimlerle bağlantısı çok
daha öne çıkıyordu.
Böylece işbirliğinin kapısı aralanırken, bunun siyasal ve
toplumsal araçları da birbiri ardına zuhur etmeye başladı…
Nüfuz yapılaşması
Bunun adı, öncelikle bir dini/siyasi söylem olarak
“ılımlı İslam” iken, pratikte çok daha çarpıcı gelişmeler karşımıza çıkıyordu.
Müslüman toplumlarda geleneksel İslami okullarda müfredat ve ders kitapları
değişimlerinden, Müslüman kadının bilinçli/bilinçsiz, kasıtlı/kasıtsız feminist
(muslim feminist!) hareketlere oryantasyonuna; kapitalizmin tüketimci
azgınlığının (agressive consumerism) çerçevelediği yeni orta sınıf Müslüman
toplum oluşumlarından, Batılı eğitim kurumlarından icazetli ve Müslüman
toplumları yönlendirmeye/yönetmeye aday akademisyenlere kadar, bir dizi
toplumsal değişim kendini peşi sıra ortaya koyuyordu.
Bunların bir kısmı, zorlama/ikna bir kısmı gönüllü
faaliyetlerle gündemde yer alıyordu…
Bu süreçlerin aktörlerinin bizatihi, Müslüman bireyler/gruplar/toplumlar
olduğu ve kendinde/özgün toplumsal değişimleri plânlamış/özümsemiş/özlemiş
çıkarımlarla ortaya konulduğu düşünülebilir.
Ancak bu yapılaşmaları temelde güdüleyici etkenin, Batı’nın/ABD’nin
açtığı küresel mücadelenin parçası oldukları ve buzun uzantılarının medya/akademi
dünyası/siyaset evreni/sivil toplumculuk gibi farklı alanlarda Batı yönelimli (Western-oriented),
Batı’nın küresel plânda açtığı mücadelenin/savaşın salt savaş araç gereçleriyle
olmadığı/olmayacağı; mücadelenin alanının uçaklamalardan sorumlu yapıların
gelişip desteklendiği Irak ve Afganistan’la sınırlı tutulmayacağı
anlaşılıyordu.
Yanılsama mı?
O dönem, ihtimaller dahilinde gündeme getirilen ve bugün Pepe
Escobar gibi bazı yazarlar ve çevreler tarafından yeniden kanıtları ortaya
konularak tekrarlanan “uçaklamaların bir senaryo olduğu tezi” dikkate alınsa
bile, nihayetinde aradan geçen yirmi yıllık süreç İslam toplumlarında önemli
değişimleri beraberinde getirmiştir.
Kaldı ki, bu süreçte Fas’tan Endonezya’ya kadar, ABD ve
Batı ile işbirliklerini gönüllü/gönülsüz başlatan/sürdüren çeşitli rejimlerin önemli
bir bölümü, tıpkı 2001 öncesinde olduğu gibi, bugün halen varlıklarını
sürdürmektedirler.
Her ne kadar Taliban sözcüleri küresel tedirginliği
yumuşatmaya matuf açıklamalar yapsalar ve bunun içinde, “9 Eylül 2001
şartlarını doğuran el-Kaide gibi oluşumların varlığına imkân tanımayacaklarını
ileri sürseler de, bugün var olduğuna dikkat çekilen tehdit ve tehlike
Afganistan’daki yeni rejimle irtibatlandırılıyor.
Afganistan topraklarının ve hatta komşu ülke Pakistan’ın tehdit
ve tehlike unsurlarını barındırması/üretmesi potansiyeli hiç kuşku yok ki, bu
bölgeyle sınırlı olmayacak ulusal, bölgesel ve küresel güvenlik süreçlerini
yeniden doğuracaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder