Mehmet Özay 20.09.2021
Afganistan’da yaşanan siyasal gelişme, bu ülke kadar, bu ülkenin içinde yer aldığı iddiasındaki inanç evreni ve bu inancı benimsemiş toplumlar ile Batı başta olmak üzere geniş küresel kamuoyu tarafından takip ediliyor.
Bu ülkede olan biten güç-güçsüzlük; zafer-yenilgi
ekseninde değerlendirilebileceği gibi; hangi inanç özellikleri ile niçin bu
inanç özelliklerinin var olduğu gibi daha temelli, felsefi ve tarihsel
bağlamlar üzerinden de ele alınabilir. Bu noktada, mevcut siyasi rejimin kendi
ayakları üzerinde durabilmesinin siyasal, ekonomik ve toplumsal şartları hiç
kuşku yok ki, üzerinde durulmaya değerdir.
Zafer-yenilgi açmazı
Bu noktada, iki husus üzerinde durmakta yarar var. İlki, Batı’nın
özelde ABD’nin Afganistan topraklarında çekilmesinin bir yenilgi olduğu
hususudur. İkincisi, karşı tarafın diyelim ki, Taliban’ın zaferi olarak
yorumlamak ilk görünüşte doğru gibi gözüküyor.
İlkiyle ilgili olarak…
Taliban rejimi bugün Afganistan’da yeniden gücü ele
geçirmesi, kazanımlar noktasında bir başarıya işaret ediyor.
ABD-NATO birlikteliğine ve uzun erimli askeri
varlıklarına; Afganistan toplumundan seçkin kitlelere yönelik eğitim ve dönüşüm
projelerine rağmen, bugün bu hazırlanmış kitleden ortada pek kimsenin
esamesinin okunmaması doğru. Askeri açıdan bakıldığında, bugün söz konusu işgal
sürecinin bir yerinde yer almış ABD’de emekli generaller bile başarısızlığı
ortaya koyarak, sivil siyasilerin sorumluluğuna gönderme yapıyorlar.
Aşağılanan ABD
Doğru, ABD hiç ummadığı bir aşağılanma ile karşı karşıya…
Ancak unutulmamalıdır ki, ABD’nin kaybetmesi bir ilk değil.
Öncelikle… ABD’nin küresel ünü zaten son altı yıldır
büyük ölçüde tahriş olmuştu... Dış etkilerden ziyade veya bunlar bir yana,
sabık başkan Donald Trump’ın katkısını(!) unutmamak gerekir. Trump politikaları,
sadece ABD’nin küresel ününü değil, son döneminde yaşandığı üzere Amerikan
toplumsal barışını bile ne denli tehlikeye atabileceğini açık seçik ortaya
koymuştu.
ABD’nin yenilgisi olgusu… ABD, pılısını pırtısını alıp
Afganistan topraklarından çekilmesi elbette çok uzun tartışılacak bir konu.
Daha önce de dile getirdiğimiz üzere, böylesi bir askeri ve siyasi yıkıma ABD
ilk kez tanık olmuyor.
Akla gelen ilk ve belki de kimileri için nostaljik örnek,
Güneydoğu Asya topraklarında Vietnam olsa da, 20. yüzyıl içerisinde gerçekleşen
gayet önemli gelişmeleri unutmamak gerekir. Örneğin 2003 yılında Irak işgali;
1960’ların Küba’sında ‘Domuzlar Körfezi’; 2. Dünya Savaşı’nda ya da
Asya-Pasifik’teki adıyla söylemek gerekirse, Pasifik Savaşı’nın başlamasına
neden olan Hawai Adası’ndaki ABD Pasifik donanma komutanlığı merkezi Pearl
Harbour limanına Japon hava kuvvetlerince yapılan intihar saldırısı; Latin
Amerika’daki komünist gerilla hareketleri karşısında uzun dönem mücadele etmek
zorunda kalması, akla gelen örnekler…
Hatta ve hatta içinde yaşadığımız ülkenin siyasal ve
nihayetinde toplumsal köklerine dokunacak girişimlere konu olan darbelerin
müsebbiblerinden gösterilmesi nedeniyle burada da, günün sonunda benzer bir
hüsrana uğrayan bir ABD var karşımızda…
İkinci husustan bahsetmek gerekirse …
Afganistan’ın İslam toprakları olduğu doğru… Burada
dikkatle ele alınması gereken husus, diğer unsurlar bir yana, Afgan halkının
durumudur.
Öte yandan, Taliban’ın zaferini kutlayan Afgan halkının
toplumsal kesimlerini ve görüşlerini bunların Taliban rejimi ile bağlılıklarını
vs. henüz bilmiyoruz.
İslamiyete vurgu yapan ifadeler, bu dinin getirdiği
ilkelerin emniyet, güven, barış, huzur gibi bireysel ve toplumsal varoluşla
doğrudan ilintili yönlerinin ortada bulunmaması en büyük handikabı oluşturuyor.
Afganistan topraklarından şu ana kadar on binler, kaçmayı plânlayan geri kalan
yüzbinler niçin ana vatanlarını terk etmek istiyor olabilirler acaba?
Taliban içerisinde bu zaferi kazandıran unsurların
-manevi boyutları olduğu bilgisine sahip olarak- neler olduğu da ortaya
konulmayı bekliyor. Burada bilinen bir şey varsa, o da temel etkenlerden
birinin, Afganistan’ın topografik özellikleri olduğudur.
Sosyal bilimlerin kurucusu ûnvanı yakıştırılan İbn Haldun’un
da içinde olduğu çeşitli düşünürlerin coğrafya üzerinden toplumu anlama
çabasına vurgu yaptıklarını hatırlamak gerekir.
Bunu söylerken, Afganistan bağlamında bölge toplumlarının
bağımsızlıkçı tutumlarını ve ortaya koydukları çabayı göz ardı etmek mümkün
değil. Kaldı ki, bunun en meşru örneğini, 1979 yılında SSCB işgaline karşı
verilen haklı ve kararlı mücadele ortaya koymuştur. Konvansiyonel savaşlara
hatta, nükleer savaş bile olsa direnç gösteren bir doğa şartları hakim
Afganistan’da.
Söz konusu coğrafya şartlarına örnek olarak, alınması
gayet güç olduğu belirtilen ülkenin kuzeyindeki Panşir Vadisi’ni kuzey-güney
hattında tek bağlantı noktası olan yer, Taliban için bile gerçek bir engeldi.
Buranın, bölgedeki tepelere hakim olanlarca egemenliğinin tesis edilebildiği,
nüfuz etme arzusundaki güçleri ise başarısızlığa sevk ettiğini düne kadar görmüş
olduk.
Bugün söz konusu bölgede Taliban egemenliği varsa, bunu
biraz da bölge halkının savaş konusundaki bıkkınlığı veya savaşmama konusundaki
kararlılığı ile de açıklamak mümkün.
ABD’de yedek paradigma
Tüm bunlara karşın, ABD diyelim ki, sıcak savaş
süreçlerini kestirememiş, yenilgiye uğramış olsa da, farklı stratejiler ve
yöntemlerle yani zaman zaman gerçekleştirdiği paradigma değişimleriyle, küresel
anlamda sorunlu bölgeler üzerinde kendini kabul ettirebilmeyi başardığı
görülüyor.
Aradan geçen süre zarfında olan bitene dair sadece birkaç
örnek... Bugün Vietnam, ABD’nin öncüsü olduğu küresel kapitalizmin hiç de
küçümsenmeyecek bir aktörü olarak Güneydoğu Asya topraklarında kayda değer
gelişmekte olan bir ülkedir. Japonya örneği… Yeniden bir Japon dirilişi miti
kadar, ardında kayda değer bir ABD desteği/öğretisi ve dersi bulunmaktadır.
Ya da Arap coğrafyası ya da Türkiye gibi ülkelerde ABD
reddiyesine rağmen, ABD hayranlığını yaşam tarzlarıyla, tüketim
alışkanlıklarıyla, dünya görüşleri ve eğilimleriyle ve tüm bunları bile isteye
kasıtlı bir şekilde edinen/içselleştiren kitlelerin varlığı, ABD siyasal ve
ekonomik aklından bağımsız gelişmeler olarak değerlendirilemeyecek sosyolojik
gerçekliklerdir.
Taliban’ın sorumluluğu
Afganistan’da olana yönelik insani, Müslüman olmaklığın getirdiği
bir sorumlulukla İslami bağlamda yaklaşmak mümkün. Bununla birlikte, kendini
diğer Müslüman gruplara toplumlara açma sorumluluğunun kriterleri nelerdir diye
sorulduğunda Taliban yönetiminin verebileceği cevapları ortaya koyması
beklenir.
Daha önceki yazılarımızın birinde de dile getirdiğimiz
üzere, biraz da şaşırtıcı bir şekilde, Aydınlanmacı hümanist söylemi (discourse)
öne çıkartarak, Batı’yı ve/ya ABD’yi temsilcisi olduklarını iddia ettikleri
Afgan halkına yardıma zorlamak gibi bir bağlama karşılık, geniş Müslüman
toplumların her alanda temsilcileriyle biraraya gelme yönünde bir daveti bir
inisiyatifi ortaya koyabilme becerisi ve cesaretini gösterebilmeliler.
Sadece günümüz dünyasında değil, tarihin önceki
dönemlerinde de hiçbir devletin, siyasi gücün kendini güvenlikte
hissedemeyeceği bir coğrafyaya, bir topluma ne askeri, ne ekonomik, ne de
insani açıdan yaklaşmayı tercih edebileceğini düşünmek mümkündür.
Günümüz İslam toplumları, şayet dini bağlılık olgusundan
hareket ederek siyasi, ekonomik toplumsal zorluklarla baş etmek zorunda olan
diğer Müslüman kardeşlerine yardım etmeyi ciddi anlamda düşünmüş olsaydı, bugün
örneğin Güneydoğu Asya’da yakından tanık olduğumuz çatışma bölgelerine çoktan
böylesi yardımları yapmış ve söz konusu toplumlar da siyasal, ekonomik ve
toplumsal refaha kavuşmuş olurlardı.
Ancak böylesi bir gelişme vuku bulmuş değil…
Söz konusu bu coğrafyayı örnek vermemizin sebebi, hem
insan kaynakları hem de ekonomik alt yapıları noktasında örneğin başka
coğrafyalardaki Müslüman toplumlarıyla karşılaştırılamayacak olumlu bir konumda
olmalarıdır. Bu coğrafyada arzu edilen işbirliği sergilenmemiş olması bugünkü
örnekte, niçin geniş kaynaklara sahip bazı İslam ülkelerinin kalkıp
Afganistan’a yardım yapmaları gerektiği sorusunun bizatihi sorgulanmasını
gerektiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder