Mehmet Özay 25.09.2021
Almanya yarın seçime gidiyor… Bu, sıradan bir seçim değil, aksine son on altı yıldır ülkeyi yönetmiş olan bir liderin yani, Angela Merkel’in ve bu lider etrafında örüntülenmiş politik idealar ve pratiklerin de sonu anlamına geliyor.
Bu politik temellerin devam ettirilip ettirilmeyeceğini
ise, Pazartesi günü sonuçlar açıklandığında tanık olacağız…
Gelişmiş ülkeler seviyesinin üst katlarında yer alan bir
ülke olsa da, Alman siyasetinde ve toplumunda da ayrışmalar, çatışmalar,
koalisyon arayışları, belirsizlikler mevcut.
Post-modern ve ideolojiler
Bununla birlikte, post-modern dönemle birlikte
ideolojiler çağının bittiğini haber veren sosyal bilimcilere inat, Batı’nın bu
gelişmiş ‘post-modern’ ülkesinde sadece ideolojiler değil, din/imsi yapılar da
gayet başat bir rol üstlenmiş halde siyasi arenada boy gösteriyor.
Almanya denildiğinde, tarihin 1. ve 2. Dünya savaşı
arasına sıkışıp kalmış bölümünde olan biten hadise ile anılan ve karışımıza
sadece aşırı sağcı Nasyonel Sosyalizmi (Nazizmi) çıkaran medyatik
propagandaya rağmen, Almanya Hıristiyan, sosyalist, çevreci, aşırı sağcı
ideolojileriyle bugün seçime gitmesi gayet manidardır.
Bu durum, Almanya’nın (Prussia) doğurduğu
iktisatçı Max Weber’in aşırı rasyonalizmden ve bunun toplumsal yaşamdaki
karşılığı olan bürokrasinin varlığından ötürü, yaşanan modern dönemi “demir
kafes”le (iron cage) izahın bizzat onda yarattığı kasvetli halden, -ki
bunda Nieztche’nin ‘hiçliğini’ bulmak bile mümkün, kurtulmanın vasıtaları
olarak yenilenmiş halleriyle ideolojilere sığınıldığını ortaya koyuyor.
Gelişmiş ülkeye yeni dertler
Alman seçmeninin yüksek okur-yazarlık oranı ve buna
paralel olarak artan bireysellikleri, ekonomik çıkarların öne alındığı bir
görünüm kazanmakla birlikte, diğer ülkelerle kıyaslandığında ekonomik varsıllık
oranının yüksekliği, seçmen kitlelerinin ‘dert edindiği’ başka alanların da
olduğunu ortaya koyuyor.
Bu çerçevede, Alman iç siyasetini aşan bölgesel yani,
Avrupa Birliği ve küresel çapta politikaları ortaya koyan yaklaşımlara da
rastlamak mümkün gözüküyor. Bu anlamda, tüm zaaflarına karşın Avrupalılık ve
birlik ruhunun yerinden bahsedilebilir. Öte yandan, kalkınmış ülke olmanın
getirdiği yeni dertlerden biri olarak iklim değişikliği benzer ülkeler dışında
rastlanmayacak ölçüde gündemde…
Bu noktada, 1970’lerin kriz ortamında gelişmeye başlayan
çevreci eğilimlerin bir tür dinimsi/pagan ve muhalif-sol karışımı nosyonu ile
bugün ulusal siyasette bir güç merkezi haline geldiği görülüyor.
Bu çerçevede, Almanya’nın siyasal rolü bağlamında, dikkat
çeken küresel olgulardan en azından dikkatle ele alınmayı gerektirenle şunlar:
AB’de direksiyonda oturan ve küresel ekonomide ABD, Çin ve Japonya’nın ardında
4. sırada yer alan ülke, ABD ve Çin arasındaki ilişkilerde AB’nin rolünü ve yönelimini
belirleme çabasıyla siyasal tavır geliştirme konumunda.
Öte yandan, hem kendi sınırlarını hem de AB bölgesel
yapılaşmasını tehlikeye sokabilecek olan ve son yirmi yılda tedrici olarak AB
için bir tehdit unsuru olmayı gerçekleştiren Rusya’ya karşı kolları sıvayan bir
ülke, Almanya.
Son on altı yıllık başbakanlığı döneminde Merkel, tüm bu
süreçlere tanık oldu, yaşadı, yönetti… Pasifik’teki gelişmeler kayıtsız
kalmayan, ABD’nin sabık başkanı Barack Obama yönetiminin küresel eksene (pivot)
yerleştirdiği Asya-Pasifik’e özel bir ilgiyle yaklaşan Almanya… Öyle ki, Merkel
iktidarda olduğu dönem boyunca 12 kez Çin’i ziyaret etmiş olması salt ABD ile
aynı blokta olmaklığın getirdiği bir olgu olarak algılanamaz…
Merkez sağ Hıristiyan Demokrat’lar, Merkel’in siyasi
mirasını devralabilecek mi yoksa, sosyal demokratlar uzun bir aradan sonra
Almanya siyasetinde yeni politikalar uygulama fırsatı bulabilecekler mi?
Almanya küresel ekonominin sadece 4. büyük ülkesi olarak
kalmıyor, AB’nin lokomotifi konumunda bir ülke olmayı sürdürüyor. Fransa’yı da
yanına alarak 27 üyeli birliği hem kendi standartları ve formülasyonu içinde
tutmayı, hem de bir yandan Atlantik öte yandan, giderek ses getirmekte olan Asya/Hint-Pasifik
politikalarında geride kalmayan bir konuma getirmeye çalışıyor.
İdeolojilerle Alman siyaseti
Bu noktada, Almanya’da iktidar ve lider değişikliği
yerleşik kanunlar ve kurallar çerçevesinde büyük değişiklikler getirmesi
beklenmemekle birlikte, Avrupa siyasetinin büyük ölçüde, halen ideolojilere
dayandığını unutmamak gerekiyor.
Temelde göçmen kitlelerine yönelik bir Avrupa klasiği
olan dışlamacılık ve bunu doğuran bugünün getirdiği ekonomik rekabetçi ekonomik
ortam değil, aynı zamanda köklü Alman milliyetçiliğinin varlığıdır. Farklı
bağlamlarda gelişme gösteren ve bir noktada buluşan sağ siyasal tutum,
toplumsal ilişkilerde hedefine ‘öteki’ni koyarken, ekonomik ilişkilerde de içe
kapanmacı bir yönelim sergiliyor.
Merkel’in siyasi mirasçısı konumundaki merkez sağ
Hıristiyan Demokratlar Birliği, popülaritesi tartışmalı Armin Laschet etrafında
kenetlenmiş görünüyor. Merkel de zaten siyasi halefliği ona devretmiş durumda. Sağ
koalisyonun hedef aldığı kesim ise sol…
Kampanya sürecinin son günlerinde seçmene, ‘Aman Sol’a
dikkat!’ anlamına gelecek sloganla yaklaşırken, içinde gizli/açık bir tehditi
barındırmadığı söylenemez.
Bu noktada elde edilen ekonomik kazanımlar kadar hiç
kuşku yok ki, değerler manzumesi olan unsurlara da gönderme yapıyor bu slogan...
Tabii Hıristiyanlar gibi, sol unsuru da tekil bir bütünlük olarak görmemek
gerekiyor. Orada da ayrışma var…
Dolayısıyla Laschet’in hedef gösterdiği, sınıfsal
parçalanmışlıktan ziyade, siyasal parçalanmış haliyle Sosyal Demokratlar (SPD),
Sosyalist Sol ve de post-modern dönemin küresel dense de, gelişmiş/kapitalist
Batı’nın doğurduğu sorunlarının sonucu olarak zuhur eden Yeşiller bulunuyor.
Laschet’in seçmenleri gelişi konusunda uyardığı Sosyal
Demokratlar’ın lideri Olaf Scholz, küresel ekonomide söz sahibi Almanya’nın dar
gelirlilerine yönelik vaatleri bulunuyor ve yoksulluk içinde yaşayan
azımsanmayacak sayıda çocuğa işaret ediyor. Tıpkı oğul George W. Bush’un
kampanya döneminde eğitim hedef alınarak hazırlanmış sloganda kimse geride
kalmamalı (no child left behind) gibi… Tabii burada bir Alman komünizminden bahsetmek
mümkün gözükmese de, ideolojiler haritasında sosyal demokratların kendilerine
buldukları yer Marksizm oluyor.
Her ne kadar, Almanya’dan ziyade İngiltere’nin
yetiştirdiği bir çocuk desek de, Karl Marx sergilediği pür sosyologluğunun
ötesinde, siyasal aktivizmiyle ve bu yöndeki kararlı istenciyle devrimi öncelleyen
duruşuyla, Batı Avrupa’da hakiki bir devrime yol açmamış olsa da, diyalektiği
evrimleşerek var olmaya devam ediyor.
Olaf Scholz, yoksulluk çemberini kıramayanlardan
bahsetmiyor, “var olan ekonomi pastasından daha fazla ne kadar alırız”ın
hesabını yapıyor. Bu durumda, Scholz’un, Marx’ın devrimin gerçekleşmemesine
kendisinin de tanık olduğu üzere kapitalist çevrelerin işçi ücretlerini
artırması gibi gayet temel bir ekonomik açılım sergilediklerini biliyor olmalı…
Yeni bir Hıristiyan blok koalisyonu mu?
AB’de siyasal liderlik, küresel ekonomide dördüncülük
gibi belirli kriterlerin ötesinde disiplinli bir toplum, sürdürülebilir politikalar
kadar, karşımıza post-modern dönemde dini referansları belirgin partilerin
varlığını da ortaya koyması hiç kuşku yok ki, genelde Avrupa özelde Batı için
çelişkiler yumağının bir parçası olarak algılanabilir.
Merkel iktidarını sağlayan büyük koalisyonun (grand
coalition) iki güçlü partisi, Hıristiyan Demokratlar Birliği (CDU) ve
Hıristiyan Toplumsal Birliği’ydi (CSU)… Yanlarında da sosyalist SDU…
Yarın ki seçimin hedefinde hiç kuşku yok ki, CDU ve CSU
sosyalistler olmadan hükümet kurma hedefindeler. Hıristiyan Demokratlar
Birliği’nin müstakbel koalisyon ortakları arasında da neoliberal Özgür
Demokratlar (Free-Democrats) bulunuyor.
Ancak kamuoyu yoklamaları SDU ve Yeşillerin oylarını
artırdığını ortaya koyması herhalde Alman siyasetinde bir sürprizin kapıda
olduğunun da habercisi…
Her türlü koalisyona açık bir seçimin olduğu bir
atmosferde herhalde en rahat isim Merkel olmalı… Merkel’in on altı yıl gibi uzun
bir süre ülkeyi yönetmesi, Avrupa demokrasilerinin sıhhat derecesi dikkate
alındığında, herhalde iyi bir sınav verdiği şeklinde yorumlanmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder