Mehmet Özay 02.09.2021
ABD/NATO yönetiminin Afganistan’dan çekilmesinin hemen ardından, tüm dünyanın karşı karşıya kaldığı sürpriz hiç kuşku yok ki, sadece Afganistan açısından değil, küresel yönetim ve ilişkiler bağlamında yeni bir döneme girildiğini ortaya koyuyor.
Bu noktada, ABD
ve NATO açısından hiç kuşku yok ki, soğuk duş etkisi yapan ve beklenmedik
gelişme olarak Taliban’ın ülkede egemenlik tesisi ve bundan daha da önemlisi,
çok güvendikleri resmi hükümet ve ordunun iki hafta içerisinde teslim bayrağını
çekmiş olmasıdır.
Küresel hafıza ve yenilenme
Son bir aya
yakın süredir olup bitenler küreselleşen zihinlerin, Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) işgaline karşı Afgan ‘cihadını’; ardından
iktidar mücadelesi ve iç savaşı; yüzyılın hemen başında gelen terör ve
bombalamalar ile “dünya eskisi gibi olmayacak” söyleminin kök salmasını; geniş
Ortadoğu’da değişimin düğmesine basılmasını; Afganistan’da 2001 Eylül saldırılarından
sorumlu tutulanların ‘adalete teslimi’ için başlatılan operasyonun, yirmi
yıllık süreye yayılarak gerçekleştirilmesini küresel kamuoyunun hatırlamasına neden
oldu ve olmaya devam ediyor.
Tüm bu ve
benzeri konu/olgu ve sorulara verilecek cevaplar tekil değil, aksine çoğulluk
taşıyor. Bunun nedeni, aslında sorun neydi, nasıl gelişti, nereye ulaştı ve
şimdi ne olacak gibi birbiriyle bağlantılı süreçlerin anlaşılması ve
anlamlandırılmasıyla ilgili.
Ancak bu uzun
süreçlere sağlıklı cevap verebilecek bir zihni yapının, yaşadığımız post-modern
dönemin ulusal ve uluslararası siyasetlerde mevcut olup olmadığı da bir o kadar
sorunlu aslında.
Bu kısa yazıda
biz de bunlara cevap verme niyetinde değiliz. Aksine, ABD ve/ya NATO’nun
Afganistan’dan çekilme sürecinin ilgi alanımıza giren Güneydoğu Asya ve
özellikle de bu coğrafyadaki Müslüman toplumları nasıl etkileyebileceği üzerine
bir iki görüş ortaya koymak olacak.
Terör ve nedensellik ilişkisi
Bugün zihinlerin
gayet bulanıklaştığı bir ortamda, Afganistan ile ‘terör’ arasında kurulan
doğrudan nedensellikte bir yanlış olduğu gibi, bu yanlışı düzeltmeye matuf
olarak ne Afganistan içinden ne Afganistan’daki kahir ekseriyeti Müslüman olan
toplumun değerlerini paylaştığı düşünülen toplumların ve bunların siyasi
temsilcilerinin ne de geniş küresel kamuoyunun bir düşünce ve eylem içinde
olduğunu söylemek mümkün gözüküyor.
Bu durum, ne
kadar ciddiye alınıp alınmadığı bir yana, Afganistan’daki gelişmelerin yeni bir
küresel terör dalgasına işaret ettiğine dair gizli/açık yaklaşımlar ortaya
konuluyor.
Bu durum hiç
kuşku yok ki, hem 1979 sürecinden bu yana, aradan geçen kırk yıllık sürenin
birincil aktörü olan Afganistan açısından; hem de bu sürece doğrudan müdahil
olma azmi ve gücünü kendinde bulan Batı’nın özellikle de, ABD’nin ve onun peşi
sıra sürüklediği NATO bağlamında, tam bir irrasyonel duruma tekabül ediyor.
Batı’nın tanıdığı ‘cihad’
1979 yılında, SSCB’nin
işgaline karşı verilen mücadele sırasında oluşan ve meşruiyeti, başta Batı ülkeleri
olmak üzere küresel kamuoyunca da tanınan bu yapıların, savaş sonrasında
kendini sivilleştirerek ülke siyasal yaşamına katıl/a/maması öyle anlaşılıyor
ki, teröre endemik bir yapının varlığına işaret ediyor. Bu durumu, Afganistan
tarihine bakarak açıklamaya çalışanlar kadar, gelişmeleri Batı’nın aktörlüğü
üzerinden değerlendirenlere de rastlanıyor.
İlkinde, sömürge
sosyolojisi açısından değerlendirilecek olursa, her ne kadar yeryüzünde
sömürgeleştirilmemiş birkaç ülke arasında adı geçse de, temelde bunun
Afganistan coğrafyasındaki yaşayan halkların taşıdığı değerlerle bağından öte
bir durum gündeme getirilebilir. O da, Afganistan’da belki de tarihin çok küçük
bir evresi dışında siyasi güç tesisi açısından çatışmasız geçen az bir dönem
olması gerçeğinden hareketle izah etmek mümkün gözüküyor.
İkincisin de
ise, Batı’nın komünist Rusya’ya karşı Afgan ‘cihadını’ kullanarak kendine bir
tür malzeme kılarak ürettiği ve bugün karşısına rakip olarak çıkan bir
‘Taliban’ olgusu söz konusudur.
ABD’den yanlış hesap
Son yirmi yılda,
ABD önderliğinde NATO’nun Afganistan topraklarında, en azından merkez niteliği
taşıyan bölgelerde sahip olduğu askeri egemenlik ve bunun Afgan siyasi eliti
ile birlikte ürettiği ittifak olgusu, ABD’nin çekilme kararından günler sonra
ortada ne bir ittifak ne bir düşünce, ne yatırım yapılan bir ordu olduğunu açık
seçik küresel kamuoyuna göstermiş oldu.
Bugün karşı
karşıya kalınan bu siyasal gerçeklik, en azından ABD’nin 2001 Eylül’ünde kendi
modern tarihi içerisinde ilk kez kendi topraklarında bu denli ses getiren bir
terör hadisesinin birincil aktörlerinin ele geçirilmesi adına başlattığı
Afganistan ‘işgali’ ya da bazılarının anlayışıyla Afganistan’ı adam etme
bağlamındaki siyasi-sosyal-kültürel-askeri yardımı sonrasında, bugün yaşananlar
arasındaki çok temel ilişkisizlik ve kopukluk -henüz iç savaş niteliği taşıyan bir
gelişme olmasa da-, ne ABD’nin ne de genel itibarıyla Batı’nın bölgede istediği
siyasi sistemi kurabildiğini gösteriyor.
Güneydoğu Asya’da karşılık bulacak olan ne?
Birilerinin
1996-2001 yılları arasında ülkeyi yönetmesinden hareketle meşruiyetini ilk
elden kabul ettikleri Taliban yönetimin varlığı, Güneydoğu Asya ülkelerinde
yakından takip edildiğini söylemek gerekiyor.
Temelde, son
kırk yılda yaşanan gelişmeler ve özelde ise, 2001 yılı sonrasında ABD’nin tüm
dünya kamuoyuna verdiği “dünya eskisi gibi olmayacak” mesajı ile başlayan
süreç, Güneydoğu Asya ülkelerinde -azınlık ve çoğunluk- Müslüman nüfusu
barındıran ülkelerde yeni ulusal güvenlik sorunu olarak nükset/tiril/mişti.
Öyle ki, 2001
Eylül hadiselerinin ardından kısa bir süre sonra, Güneydoğu Asya’da ziyaret
ettiğimiz bazı bölgeler ve tanık olduğumuz bazı gelişmeler durumun, ne kadar
ciddi boyutta olduğuna işaret ediyordu. Örneğin, Patani gibi Tayland’ın
güneyinde düşük yoğunluklu çatışmanın yaşandığı bölgedeki geleneksel dini
okullara kadar ulaşan mesaj, bu okulların tahtalarına iliştirilmiş uluslararası
terörle bağlantılı/içerikli haber ve duyurular bulunuyordu.
Bir diğer örnek
ise, bölgenin demografik olarak en kalabalık nüfusunu barındıran ülkesindeki ABD
büyükelçiliğindeki görevlilerin ülkenin taşra bölgelerinden birinde, yine
geleneksel dini okullara yaptıkları ziyaretlerle “ABD’nin şeytan olmadığını”
kanıtlamaya çalışmaları yönündeki icraatlarıydı. ABD’li yetkililer bunu söylem
düzeyinde bırakmamış, bu taşradaki okullardaki “zeki” (pintar) çocukları ABD’ye ‘tatile’ götürmek suretiyle onlara, “ABD
toplumsal gerçekliğini” bizzat gösterecek çalışmalar yürütmüşlerdi.
Söz konusu bu ve
benzeri gelişmeler o dönem iki açıdan önemliydi. İlki, bu kendinden ve anlamlı
ilişkiler ağına sahip toplumların mensubu olan daha ilkokul ve orta öğretim
düzeyindeki fertlerinin maruz kaldıkları küresel terörle ilişkilendirilme
yönündeki ithamdı(r).
Yukarıda verilen
iki temel örnek bize şunu hatırlatıyor. Batılı ülkelerin ve özelde de, ABD’nin
bölgedeki Müslüman kitleler üzerinde sergilediği politikaların doğrudan tesiri
altındaki kesim, gelişigüzel seçilmiş bölgeler, kurumlar değil, aksine ilgili
ülke yönetimleridir. Toplumları ile aralarında şu veya bu ölçüde mesafe olan ve
temelde bazı iç politik anlaşmazlıklar/dengesizlikler üzerine inşa edilmiş
siyasal sistemlerin açıklarını kullanmaya yönelik Batı’nın ortaya koyduğu, yeni
politika geliştirme süreçleri, adına küresel medya denilen yapı ile bizatihi
Batılı ülkelerin ikili ilişkiler adına ortaya koydukları yaptırımcı
düzenekleridir.
Temelde bu
durum, Batılı ülkeler ile Güneydoğu Asya’da halkın çoğunluğu Müslüman olan
ülkeler arasında siyasi bir yakınlaşma olduğuna bir işaret kabul edilse de, bir
başka açıdan bakıldığında Güneydoğu Asya’daki söz konusu bu ülke yönetimlerini,
kendi geniş Müslüman toplum kesimleri ile arasına şüphe üzerine inşa edilmiş ve
mesafe koyma süreçlerine yol açmaktadır.
Söz konusu bu
propaganda mekanizması aslında, tıpkı 1970’lerin ikinci yarısında ve devamında
Afganistan’da ortaya konulduğu gibi, Müslüman toplumları edilgen kılıcı ve
onların değerlerini manipüle etme ile ilişkilendirilebilecek boyutlar
taşımaktadır. Bu durum, 2000’li yılların başlarında ve devamında, yukarıda
sadece birkaç örneği verilmiş olan ve toplumun en temel yapısı olan eğitim
kurumlarını hedef alan yapılaştırıcı kuvvet şeklinde kendini ortaya koymuştu.
Küreselleşen her şey
1980’li
yıllardan itibaren, mali piyasalar, üretim/lojistik/tüketim ilişkileri ile
kapitalizmin aldığı yönelim, toplumsal ve ekonomik mobilizasyon vb. süreçler
dünyanın bir yanında olan gelişmeden diğer tarafındakilerin de sorumluluğu ve
ilgisini çekecek boyutta olduğunu ortaya koyuyordu. Bir zamanların
öngörülerinin bugün can alıcı somut gelişmelerde gözlemlendiği üzere, gerçekleştiğini
ortaya koyan, örneğin iklim değişikliği gibi tüm dünya toplumlarını etkileyen
ve yanı başındaki gelişmeler artık ulusal güvenlik olgusuyla
değerlendirilmektedir.
Adına küreselleşme
denilen bu sürecin, artık hiçbir ülkenin dünyanın bir başka köşesindeki
gelişmeden bigane kalamayacağıyla alâkalı olduğu ve bugün adına ‘din’ sıfatı
kullanılarak gündeme getirilen terör ve terörle bağlantılı gelişmelerin ulusal
güvenliğin tam da odağında yer aldığına işaret ediyor.
Bugün gelinen
noktada, Güneydoğu Asya ülkelerinde, bir başka deyişle, çoğunluk ve azınlık
bağlamında, sahip olduğu geniş Müslüman nüfus ile başta Endonezya, Malezya, Singapur,
Filipinler olmak üzere bölge ülkelerinde yönetim ve ilgili kurumlar
Afganistan’daki gelişmenin tek tek bu ülkelerde ve genel itibarıyla bölgede ne
gibi sonuçlara yol açabileceği ve buna yönelik önleyici politikaları düşünüyor
olmalılar.
Bundan sadece
birkaç yıl öncesine kadar ortalığı kasıp kavuran sözde halifelik kurumu
icrasıyla Ortadoğu eksenli gelişen ve terörle eşgüdümlü bir nitelik taşıyan
yapının kendini tanımlama/temsiliyet gücü gibi hususları, bazı kendinde
bireyler ve gruplar üzerinde sağladığı etki gücü Güneydoğu Asya topraklarından
bölgeye sözde hicreti gündeme getirmişti. Bugün benzeri bir gelişmenin ve
yukarıda zikredilen söz konusu yapıyla organik/inorganik ilişkileri olduğu
anlaşılan Afganistan’daki yapının benzer bir süreci tetiklemesi ihtimalini de
dikkate alacak olanlar vardır.
Bununla
birlikte, bölge ülkelerinin ve özellikle Endonezya, Malezya gibi geniş Müslüman
toplumun aynı toplumsal evreni paylaştığı Müslüman olmayan toplumsal/etnik gruplarla,
kimi ve anlaşılabilir sorunlarına rağmen, iç içe/yan yana yaşaması pratiğinin gayet
önemli olduğunu vurgulamak gerekir.
Her ne kadar,
söz konusu bu değer donanımlı toplumsal ilişkiler bütününün bir örneklik teşkil
edecek şekilde küresel olarak karşılık bulmasa da, Afganistan’da yaşananların
doğrudan ve dolaylı yansımalarına maruz kalma ihtimali karşısında, güçlü bir
sivil dinamizme ihtiyacı var.
Bugün Güneydoğu
Asya’da adını zikrettiğimiz ülkeler ve toplumlar için tehdit ve tehlike sadece
Afganistan’da son bir ayda yaşanan gelişmelerle sınırlı olmadığını da
hatırlatmak gerekiyor. Öyle ki, Güneydoğu Asya’daki bu toplumların, dünyanın
farklı bölgelerinde özellikle de, Ortadoğu ve Batı Asya/Hint Alt Kıtası’nın
kendine özgü siyasal ve toplumsal sorunları ve bunları
üreten/doğuran/geliştiren Batı merkezli yapılaşmaların dışında kendi barışçıl
karakterini ortaya koyacak mekanizmaları güçlü bir şekilde ortaya koyması
gerekiyor.
ABD istediğini almadı… Hatası yineledi
ABD yönetimi her
ne kadar, başkan Joe Biden’ın ağzından, 2001 Eylül saldırılarından sorumlu
tutulan terör yapısının liderini ortadan kaldırdıklarına atıfla, Afganistan’da
yirmi yıllık askeri varlıkları sonucunda istedikleri sonucu aldıklarını ifade
etmek suretiyle çekilmeyi meşrulaştırmış olsa da, ABD ordusunun çekilmesinden
sadece birkaç hafta içerisinde, ülkenin ve bölgenin belirsizliğinin sorumluluğu
sadece, Afganistan’daki yapılarla açıklanması mümkün gözükmüyor.
Afganistan’daki
gelişmeleri, 2001 ve 2011 süreçleriyle değerlendirme eğiliminde olacak
Güneydoğu Asya’daki zikredilen ülke yönetimlerinin, olası terör eğilimleri
karşısında tedirgin olmaları doğaldır. Bununla birlikte, Afganistan’da olan
bitenin Batılı bakış açısıyla anlama yerine, gerçekte orada neler olup
bittiğini başlı başına öğrenmek ve toplumlarına aktarmak sorumluluğu da
taşımaktadırlar.
Bunun yanı sıra,
bölge ülkelerindeki başta Müslümanların içinde yer aldığı dini/sivil toplum
yapıları ile diğer dini/sivil yapıların Afganistan özelindeki veya Ortadoğu’daki
herhangi bir gelişme karşısında, aktif ve dinamik bir süreci yönetebilecek
kapasiteye erişmeleri gerekmektedir.
Şayet ortada bir
küresellikten bahsediyorsak, o zaman Güneydoğu Asya toplumlarının kozmopolit,
heterojen sosyal ilişkiler ağının nasıl bir barışçıl zemin üzerinde
yükseldiğini de hem kendilerine hem de dünya kamuoyuna kanıtlama sorumlulukları
vardır. Bu hem bu toplumlar için, hem de terörle başı gayet belada olan
dünyanın farklı bölgelerindeki toplumlar için bir umut ışığı anlamı
taşıyacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder