Mehmet Özay 10 Mayıs 2012
Myanmar'da önemli siyasi ve toplumsal değişimin
ayak sesleri duyalalı beri dünyanın gözü kulağı Asya-Pasifik'ten başlayıp,
Mekong Vadisi'nde sahip olduğu kaynaklarla göz kamaştıran bu ülkeye döndüğü -en
azından- bir bölümünüzce malum. Myanmar'ı ya da Batı'nın siyasi bir baskı veya
mevcut rejimi tanımamanın sembolik bir göstergesi olarak ısrarla kullandığı
Burma, son elli yıla damgasını vuran cunta rejimi ile anılagelmesi, ülkede
topyekûn yaşanan bir toplumsal kırılma yaşandığını açıkça ortaya koysa gerek.
Tüm Güneydoğu Asya devletlerini içine alarak söylersek, İkinci Dünya Savaşı
sonrasında neşet eden ulus-devlet rejimlerinin vesayeti altında yüzyıllarca
varlık sürmüş pek çok etnik unsur hayatla bağı giderek koparılmış, varoluş
nedenleri teker teker ortadan kaldırılmış, kadim birlikteliklerin sağladığı
barış ortamını mumla aranır olmuştur.
Myanmar'da son bir yıldır küresel arenada esen
reformcu dalganın bugüne kadarki ağırlıklı söylemi, ekonomi özelinde
gerçekleşiyor. Bunun elbette salt "geri kalmışlık" olgusunu içten içe
yaşayan Myanmar halkının refahla buluşmasının sevinciyle açıklayamayız. Belki
bundan çok daha görkemli bir yaklaşım, Batı'nın bölge tarihinde
gerçekleştirdiği tecrübeleriyle uyuşma noktasında hiç zorlanmayacaktır. 'Nedir
bu?' diye soracak olursak, Avrupa'nın ve ABD'nin içinde debelenip durduğu
ekonomik durgunluk ve gerilemeden çıkış yolları ararken, dünyanın henüz küresel
ekonomisine endekslenmemiş yeni kulvarlarını keşfetme ve bunu açığa koyma
sürecini bilfiil kollamakta oluşudur. Peki bu dalga sürerken, Myanmar
topraklarında vûcud bulmuş etnik unsurların varlığı üzerinde durmaya değmez mi?
Çeşitli etnik unsurlar, Budist çoğunluğun hakim
olduğu bu topraklarda, 'öz' kültürel farklılıklarla birlikte, dini bir bağın
birleştiriciliğine sahipler. Oysa, ülkenin belki de en azınlık kesimini teşkil
eden Müslümanların bir yandan cunta rejimi öte yandan Budist toplumun gündelik
toplumsal hayatta her daim muhalefeti ile karşı karşıyadırlar. Dün, cunta
rejiminin herkese dokunan ve yakan zulmüne karşılık, bugün yani reformun ayak
seslerinin duyulmaya başlandığı süreçte, Müslüman azınlığın karşısına toplumsal
tepki olarak Budist grupları çıkabileceği endişesi güçlü bir şekilde kendini
hissettiriyor. Daha önceki yazılarımızda da dillendirdiğimiz üzere, kısa ve
orta vadede Myanmar'a akacak küresel sermayenin kimler elinde toplanacağı
kuşkulara yol açmıyor değil. Bu kuşkuyu Suu Kyi geçen hafta Bangkok'daki Dünya
Ekonomi Forumu'ndaki konuşmasında açık-seçik dile getirdi. Öte yandan, cunta
rejimin de dahi işini kılıfına uydurmada mahir Çinli azınlık, ülkenin orta
sınıf ekonomik gücünü oluşturması ve de Çin'in devlet destekli olmasa bile
kültürel ve organizasyonlar arası teşvik ve işbirlikleri ile Myanmar'da 'pusu
kurmuş bekleyen aç kurtlara' benziyor. Hadi 'ekonomi' öncelliğinde mutlu toplum
senaryoları çizenler gibi düşündüğümüzü varsayarak, Myanmar'da ekonomik
kalkınma ile etnik unsurlar birbirleri ile "çıkar birlikteliği
yapacaklar" argümanına inanabiliriz bir an için.
Oysa, ırksal, dini ve kültürel bağlantısızlıklar
ve ayrımlar nedeniyle bunun gerçekleşme olasılığı oldukça zayıf. Bu zayıflık
içerisinde ve de ekonomik aygıtları elinde tutan Çinliler gerçeğiyle
karşılaşarak etnik unsurların, görece nüfuzu azalan cunta rejiminin kalkmasıyla
baş gösterecek "sosyal hareketlilik" bir süre sonra "sosyal çatışmalar"
evresine girebilir. Evet böyle bir ihtimal var. Bu ihtimalin gerçekleşmesi
halinde Myanmar topraklarında yaşam süren topluluklardan hangisinin çok daha
korunaksız, çok daha donanımsız, çok daha dış güçlerin himayesinde bağımsız
olduğu sorularına cevap bulmamız gerekiyor. Çünkü bu sorular evvel emirde
Arakanlı Müslümanları ilgilendiriyor. Tam da yeri gelmişken ifade bir gelişmeyi
paylaşayım. Geçen hafta Karen etnik bölgesinde on Müslümanın Budistlerce
katledildiği haberleri geldi. Olayın detaylarını bilmemekle birlikte, böylesi
bir hadisenin vuku bulması ve de güvenlik güçlerinin bölgedeki tansiyonu
yatıştırma çabalarının zaman ilerledikçe benzer hadiselerin giderek daha çok
duyulacağı ihtimalini zihnimizde uyandırıyor.
Arakanlılar için umudun daralması, salt
ülkelerindeki tüm olumsuzluklardan ibaret değil. Üstüne üstlük, mülteci olarak
var olma mücadelesi gösterdikleri Bengaldeş sınırı veya Bengaldeş sınırları
içerisinde kendilerine reva görülen yaşam şartları bu umudun bir türlü
yeşermediğinin habercisi konumunda. Bengaldeş bir yandan adı Müslüman uluslar
birliğinde geçen, öte yandan Arakanlılarla tarihsel ve de kısmen de olsa ırksal
bağlara sahip bir ülke olmakla Arakanlılara bir çare olabilmiş değil. Kelin
merhemi olsa... diyeceğinizi biliyorum. Bengaldeş kim, sınır ötesi Müslüman
mağdurlara bırakın Müslümanca, insanî yardım yapmak kim denilebilir.
Bir de şu vecheden bakmayı deneyelim,
Arakanlılara çözüm olabiliriz miyiz hesabıyla. Güneydoğu Asya'nın on yıllarca
süren çatışma bölgelerinde, tarihlerinin sunduğu tüm verilerle özgürlükleri
ellerinden alınmış Müslüman topraklarında sürdürülen mücadelelerin hangi
birisinde rol almış ve bu halklara çokça kutsadıkları Birleşmiş Milletler'in
insan hakları kriterlerini uygulayabilmiş bir uluslararası Müslüman organizasyon
tanıyor musunuz ki, Arakanlılara 'Hah, işte size yardım buradan gelecek'
diyebilelim. Ne bir Moro'ya, ne Patani'ye ne savaşta ne de barışta Açe'ye 'yâr'
olabilmiş bir Müslüman birlik. Hadi diyelim ki, Endonezya geneli itibarıyla, şu
ya da bu şekilde sizi bağlayıcı kıldığı düşünülebilecek bir yapısı var, ya da
ne bileyim yıllık aidatını ödememe tehdidi ile karşılaşmanız gibi son derece
materyalist nedenle elinizden geleni yapmanızı engelleyen bir Endonezya
hükümeti var. Peki sormazlar mı size, Filipinler'le Tayland'la ne gibi bir
alışverişiniz var ki, sesiniz çıkmıyor. "Efendim, çalışıyoruz da, ediyoruz
da..." demeyin. Bakın hangi çağa gelmişiz... Toplumsal baskıdan, ekonomik
baskıya, uluslararası kurumlardan, insan hakları oluşumlarına kadar pek çok yol
yordamın el altında bulunduğu günümüzde hâlâ kapalı kapılar ardından mağdur ve
mazlum Müslümanların hakkını koruduğunuzu iddia etmeyin. Orada burada, İslami
hassasiyetlerle tastamam sivil bir oluşum ve de toplumsal bir baskı unsuru
olarak ortaya çıkanlara karşı, sırf "frekansınızda" değiller diye
fırça atmasını, "Sus seni gidi seni. Sen de kim oluyorsun. Tu..
Kaka.." diyerek toplumsal rencide mekanizmasını kullanma cüretinde
bulunmayı biliyorsunuz. Şayet böyle bir cüretiniz varsa, Müslümanlara karşı
değil, aksine Müslümanları mazlum yerine koyan her türünden zalimlere karşı
olsun bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder