Mehmet Özay
18.06.2012
Son iki haftadır Güneydoğu Asya ve dünya medyasında yer alan
Arakanlı Müslümanların maruz kaldıkları zulm adına birtakım medya organları ile
sivil toplum kuruluşlarının sitelerindeki yansımaların nasıl bir sonuç
vereceğini hep birlikte göreceğiz. Bununla birlikte, bugüne kadar, Myanmar’daki
azınlık Müslümanların sorununu kalıcı çözüm bulma konusunda herhangi bir
girişim olmaması ümitleri azaltmıyor değil. Öyle ki, kimi kuruluşlar, üyesi
oldukları uluslararası İslami kuruluşu hareket geçirme konusunda sadece tavsiye
noktasından öteye geçmemeleri ise bir başka sorunu teşkil ediyor. Bu hem üye
kuruluşlar hem de söz konusu İslami kuruluşun bu yeni sınavda nasıl bir
performans sergileyeceğini açığa koyacaktır. Kimi kuruluşların da ‘tekil’
girişimlere başvuracağını dikkate alarak söyleyebiliriz ki, bu çabanın böylesi
ciddi bir sorun karşısında arzu edilen ‘hasılayı’ getirebileceğini düşünmek
bile hayal. Bu meyanda gelişmeleri izlemeyi sürdürürken, Arakan sorununa biraz
daha derinlemesine bakmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
Myanmar’da yaşayan Müslümanların, yaklaşık 55 milyonluk genel
nüfus içerisinde %5’lik bir kesimi oluşturduğu tahmin ediliyor. Özellikle
Rakhine Eyaleti’nde konuşlanmakla birlikte, Shan, Kayah ve Kachin Eyaletleri’nde
de az miktarda Müslüman nüfusun varlığından söz edilebilir. Tıpkı diğer
Hint-Çini’ndeki Müslüman azınlık toplumlarında görüldüğü üzere, Arakanlı
Müslümanların da genel itibarıyla unutulmuş veya unutturulmuş İslam
toplulukları olduğu dikkat çeker. Bunun maddi nedenleri üzerinde durabiliriz.
Bu bağlamda, örneğin Açe, Filipinlerdeki Moro-Mindanao veya Tayland’ın
güneyinde Patani bölgesi gibi gerek gayrı-müslim gerekse ve özellikle de İslami
kurum ve kuruluşların kapsam alanının ‘görece’ dışında olmasının nedeni olarak,
uzun erimli bir bakışla, zikredilen bu bölgelerin kadim Doğu-Batı deniz
ticaretinde yer almamaları gösterilebilir. Bu durumun, söz konusu bölgeleri ne
doğrudan Hint Okyanusuna ne de Arap Yarımadası üzerinden Ortadoğu’ya yönelik
bir karşılıklı etkileşime olanak tanımasıyla kültürel, ekonomik ve dini
paylaşıma yabancılığı ileri sürülebilir. Bunun anlaşılabilir tarafı elbetteki
dikkatlerden kaçmamalı.
Bununla ilintili bir başka husus ise, modern dönem bağlamında, bu
Müslüman azınlık veya etnik yapıların kimi problemler özelinde diğer gelişmekte
olan diğer ülkelerdeki etnik unsurlarla benzerlik göstermesi. Bu, zaman zaman
dile getirdiğimiz üzere, ulus-devlet ideolojisinin milliyetçi dayanağının
kaçınılmazlığının bir ürünüdür. Her etnik unsur, dominant olduğu iddia edilen
çoğunluğa tabi edilmelidir ve bunun alternatifi de mümkün değildir. 20. yüzyıl
boyunca bu coğrafyalarda etnik unsurların merkez güçlere karşı muhaliflikleri
temelde batılı ideolojiler aracılığıyla açıklanageldiği de bir başka unsurdur.
Bu çerçevede Marksist sınıf çatışması kadar, akabinde, liberalizmin körüklediği
gelir dağılımındaki adaletsizliğin ekonomik geri kalmışlıkla izahı birbirine
eklemlenmiş olarak gündemde yer alıyordu. Bu yorumların bölge Müslümanlarını
açmaza götürdüğü yönünde bir düşünce serdedebiliriz. Niçin mi?
Onyıllarca mağdur ve mazlum bir hayat süren pek çoğu merkez
güçlerin baskısı ve zulmü ile hayatını yitirmiş bu topluluklara ‘Merkez
Müslüman dünyasının’ görece kayıtsızlığını başka nasıl açıklayabiliriz. Bu
nedenledir ki, bölge Müslümanlarının sorunları ‘İslami hassasiyetlere’ konu
edilmediğindendir ki, bugüne kadar gözardı edilegelmiştir. Oysa, Hint-Çini’ndeki
Müslüman azınlıkların sorunlarını farklı bir çerçeveye oturtmak, bu toplumların
varlıklarını farklı bir paradigm çerçevesinde ele almakla mümkündür. Gerek Batılı
sosyal bilimcilerin, gerekse söz konusu ülkelerin merkez güçlerinin bu
halkların varlıklarını izahda Batılı ekonomi-politik paradigmasını araç
kılmaları, dolaylı veya dolaysız olarak bu halkların geçmişini, tarihini,
kültürünü de yok saymanın bir aracı haline geliyor. Yani tarihsiz, kültürsüz
bir toplum, maddi değerlerle örtüştürülen bir nesnel konuma indirgeniyor ve yok
sayılıyor. Bu anlamda, Evrimci teorisyenlerin kayıtlarıyla söylersek, ekonomik
savaşta varlık bulamamış zayıf nitelikli unsurların toplumsal varlıklarını
yitirmeleri ‘doğal bir süreç’ halini alıyor.
Merkez güçlerin, çeperdeki
Müslüman unsurların sözde geri kalmışlıklarına çare olarak bir anlamda kumar
masasında öne sürdükleri çözüm, ‘aidiyetinizi’ bırakın, ‘bize eklemlenin’
ekonomik gelişmişlikten payınızı alın. Aslında bu bölgelerin potansiyel
ekonomik kaynakları gözardı edilemeyecek bir öneme sahip olması, kimiçevrelerce
yukarıda dile getirilen önermeleri çürütmeye kafi. Yani, bu etnik Müslüman
unsurların ‘ekonomik geri kalmışlıkları’ yaşam alanlarındaki ‘materyal
yoksunluktan’ değil, bizatihi, merkez hükümetlerin, bu halkların üzerinde yaşam
sürdükleri kaynakları bizatihi bu halklar eliyle aktive etme düşüncesine
yanaşmamalarıdır. Bu nedenledir ki, tıpkı Güneydoğu Asya’nın diğer ‘sıcak’
bölgelerinde olduğu gibi, bu coğrafyalarda da merkez adına hakimiyeti sağlayan
yegâne organ olarak ordu ve ordu yanlısı unsurlar maddi kaynakların
kullanılmasında tek güç olarak neşet etmekte ve bununla kalmamakta, halkın bu
kaynaklara erişimini zorbalıkla engellemekte, ellerinde olana da gene aynı
insan dışı kayıtsızlıkla el koyabilmek hakkını kendinde görebilmektedir.
Söz konusu ekonomik ‘yapılanmanın’ dışında, Müslüman toplulukların
siyasi varlıklarını ortaya koyacak yapılanmaların da oldukça sınırlı ve kısıtlı
olduğu dikkat çeker. Özellikle, modern ulus-devlet unsurunun
ekonomi-politiğinin içiçeliği, ekonomik anlamda yoksunluğun kol gezdiği bu
coğrafya halklarının siyasi aksiyonerlikleri de sınırlı olmaktadır. Bu
bağlamda, ana dil kullanımı, medya erişimleri vb. daralmalar kadar, siyasi
merkezin çeşitli araçlarla yerel siyasi kanatları ‘çökertecek’ girişimleri her
daim yürürlüktedir. Bu durum, Müslüman kitleler içerisinde çeşitli saiklerle
merkezle ‘işbirliği’ yürüten kimi grupçukların doğmasına ve bu anlamda içeriden
kuşatmaya kadar varacak siyasi erozyonlara neden olabilmektedir. Bu belki de,
merkez güçlere en cazip gelen yöntemlerden biri. Ulusal birliği tesisin
kaçınılmaz yaptırım aracı olarak ‘içerden kuşatma modelleri’ Müslüman unsurları
asimilasyona ya da akomadasyona zorlayacak bir sürece tanıklık edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder