26 Haziran 2012 Salı

Arakan Sorununu Anlamaya Doğru


Mehmet Özay                                                                                                               18.06.2012

Son iki haftadır Güneydoğu Asya ve dünya medyasında yer alan Arakanlı Müslümanların maruz kaldıkları zulm adına birtakım medya organları ile sivil toplum kuruluşlarının sitelerindeki yansımaların nasıl bir sonuç vereceğini hep birlikte göreceğiz. Bununla birlikte, bugüne kadar, Myanmar’daki azınlık Müslümanların sorununu kalıcı çözüm bulma konusunda herhangi bir girişim olmaması ümitleri azaltmıyor değil. Öyle ki, kimi kuruluşlar, üyesi oldukları uluslararası İslami kuruluşu hareket geçirme konusunda sadece tavsiye noktasından öteye geçmemeleri ise bir başka sorunu teşkil ediyor. Bu hem üye kuruluşlar hem de söz konusu İslami kuruluşun bu yeni sınavda nasıl bir performans sergileyeceğini açığa koyacaktır. Kimi kuruluşların da ‘tekil’ girişimlere başvuracağını dikkate alarak söyleyebiliriz ki, bu çabanın böylesi ciddi bir sorun karşısında arzu edilen ‘hasılayı’ getirebileceğini düşünmek bile hayal. Bu meyanda gelişmeleri izlemeyi sürdürürken, Arakan sorununa biraz daha derinlemesine bakmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.

Myanmar’da yaşayan Müslümanların, yaklaşık 55 milyonluk genel nüfus içerisinde %5’lik bir kesimi oluşturduğu tahmin ediliyor. Özellikle Rakhine Eyaleti’nde konuşlanmakla birlikte, Shan, Kayah ve Kachin Eyaletleri’nde de az miktarda Müslüman nüfusun varlığından söz edilebilir. Tıpkı diğer Hint-Çini’ndeki Müslüman azınlık toplumlarında görüldüğü üzere, Arakanlı Müslümanların da genel itibarıyla unutulmuş veya unutturulmuş İslam toplulukları olduğu dikkat çeker. Bunun maddi nedenleri üzerinde durabiliriz. Bu bağlamda, örneğin Açe, Filipinlerdeki Moro-Mindanao veya Tayland’ın güneyinde Patani bölgesi gibi gerek gayrı-müslim gerekse ve özellikle de İslami kurum ve kuruluşların kapsam alanının ‘görece’ dışında olmasının nedeni olarak, uzun erimli bir bakışla, zikredilen bu bölgelerin kadim Doğu-Batı deniz ticaretinde yer almamaları gösterilebilir. Bu durumun, söz konusu bölgeleri ne doğrudan Hint Okyanusuna ne de Arap Yarımadası üzerinden Ortadoğu’ya yönelik bir karşılıklı etkileşime olanak tanımasıyla kültürel, ekonomik ve dini paylaşıma yabancılığı ileri sürülebilir. Bunun anlaşılabilir tarafı elbetteki dikkatlerden kaçmamalı.

Bununla ilintili bir başka husus ise, modern dönem bağlamında, bu Müslüman azınlık veya etnik yapıların kimi problemler özelinde diğer gelişmekte olan diğer ülkelerdeki etnik unsurlarla benzerlik göstermesi. Bu, zaman zaman dile getirdiğimiz üzere, ulus-devlet ideolojisinin milliyetçi dayanağının kaçınılmazlığının bir ürünüdür. Her etnik unsur, dominant olduğu iddia edilen çoğunluğa tabi edilmelidir ve bunun alternatifi de mümkün değildir. 20. yüzyıl boyunca bu coğrafyalarda etnik unsurların merkez güçlere karşı muhaliflikleri temelde batılı ideolojiler aracılığıyla açıklanageldiği de bir başka unsurdur. Bu çerçevede Marksist sınıf çatışması kadar, akabinde, liberalizmin körüklediği gelir dağılımındaki adaletsizliğin ekonomik geri kalmışlıkla izahı birbirine eklemlenmiş olarak gündemde yer alıyordu. Bu yorumların bölge Müslümanlarını açmaza götürdüğü yönünde bir düşünce serdedebiliriz. Niçin mi?

Onyıllarca mağdur ve mazlum bir hayat süren pek çoğu merkez güçlerin baskısı ve zulmü ile hayatını yitirmiş bu topluluklara ‘Merkez Müslüman dünyasının’ görece kayıtsızlığını başka nasıl açıklayabiliriz. Bu nedenledir ki, bölge Müslümanlarının sorunları ‘İslami hassasiyetlere’ konu edilmediğindendir ki, bugüne kadar gözardı edilegelmiştir. Oysa, Hint-Çini’ndeki Müslüman azınlıkların sorunlarını farklı bir çerçeveye oturtmak, bu toplumların varlıklarını farklı bir paradigm çerçevesinde ele almakla mümkündür. Gerek Batılı sosyal bilimcilerin, gerekse söz konusu ülkelerin merkez güçlerinin bu halkların varlıklarını izahda Batılı ekonomi-politik paradigmasını araç kılmaları, dolaylı veya dolaysız olarak bu halkların geçmişini, tarihini, kültürünü de yok saymanın bir aracı haline geliyor. Yani tarihsiz, kültürsüz bir toplum, maddi değerlerle örtüştürülen bir nesnel konuma indirgeniyor ve yok sayılıyor. Bu anlamda, Evrimci teorisyenlerin kayıtlarıyla söylersek, ekonomik savaşta varlık bulamamış zayıf nitelikli unsurların toplumsal varlıklarını yitirmeleri ‘doğal bir süreç’ halini alıyor. 

Merkez güçlerin, çeperdeki Müslüman unsurların sözde geri kalmışlıklarına çare olarak bir anlamda kumar masasında öne sürdükleri çözüm, ‘aidiyetinizi’ bırakın, ‘bize eklemlenin’ ekonomik gelişmişlikten payınızı alın. Aslında bu bölgelerin potansiyel ekonomik kaynakları gözardı edilemeyecek bir öneme sahip olması, kimiçevrelerce yukarıda dile getirilen önermeleri çürütmeye kafi. Yani, bu etnik Müslüman unsurların ‘ekonomik geri kalmışlıkları’ yaşam alanlarındaki ‘materyal yoksunluktan’ değil, bizatihi, merkez hükümetlerin, bu halkların üzerinde yaşam sürdükleri kaynakları bizatihi bu halklar eliyle aktive etme düşüncesine yanaşmamalarıdır. Bu nedenledir ki, tıpkı Güneydoğu Asya’nın diğer ‘sıcak’ bölgelerinde olduğu gibi, bu coğrafyalarda da merkez adına hakimiyeti sağlayan yegâne organ olarak ordu ve ordu yanlısı unsurlar maddi kaynakların kullanılmasında tek güç olarak neşet etmekte ve bununla kalmamakta, halkın bu kaynaklara erişimini zorbalıkla engellemekte, ellerinde olana da gene aynı insan dışı kayıtsızlıkla el koyabilmek hakkını kendinde görebilmektedir.

Söz konusu ekonomik ‘yapılanmanın’ dışında, Müslüman toplulukların siyasi varlıklarını ortaya koyacak yapılanmaların da oldukça sınırlı ve kısıtlı olduğu dikkat çeker. Özellikle, modern ulus-devlet unsurunun ekonomi-politiğinin içiçeliği, ekonomik anlamda yoksunluğun kol gezdiği bu coğrafya halklarının siyasi aksiyonerlikleri de sınırlı olmaktadır. Bu bağlamda, ana dil kullanımı, medya erişimleri vb. daralmalar kadar, siyasi merkezin çeşitli araçlarla yerel siyasi kanatları ‘çökertecek’ girişimleri her daim yürürlüktedir. Bu durum, Müslüman kitleler içerisinde çeşitli saiklerle merkezle ‘işbirliği’ yürüten kimi grupçukların doğmasına ve bu anlamda içeriden kuşatmaya kadar varacak siyasi erozyonlara neden olabilmektedir. Bu belki de, merkez güçlere en cazip gelen yöntemlerden biri. Ulusal birliği tesisin kaçınılmaz yaptırım aracı olarak ‘içerden kuşatma modelleri’ Müslüman unsurları asimilasyona ya da akomadasyona zorlayacak bir sürece tanıklık edecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder