Mehmet Özay 28 Mayıs 2012
Çin ve Filipinler arasındaki gerginlikte giderek daha fazla gündemde yer
işgal eden Güney Çin Denizi’nde kıta sahanlığı problemi yeni ortaya çıkmış bir
sorun değil. Ancak dünya kamuoyunda bir süredir tuttuğu yerin ABD’nin
Asya-Pasifik Dengeleri’ni yeniden oluşturma çabasıyla ilişkilendirilebilirliği
yadsınamaz. Bu sorunun elbette bölge ülkelerinin ulus-devlet teritoryal
varlığının doğurduğu -bir anlamda kutsallık boyutunun- bir neticesi olarak
kendi doğal reflekslerinden de kaynaklandığı ortada. Buradan hareketle, bölgenin
dünden bugüne ABD uydusu olmuş ülkelerinin, Çin’in artan ekonomik baskısının
doğurduğu ve bir anlamda kaçınılmaz olan siyasi ve bölgesel nüfuz çabasına
evrilme süreci karşısında seslerini çıkarma gereği duymalarının komplike
nedenleri olduğu söylenebilir. Ancak görünürde ‘Spratly Adaları’ olarak bilinen
‘minör’ kayalık adalar üzerinden yürütülen, “sınır tecavüzleri”nin veya bir
başka ifadeyle “bölgesel hakimiyet çabaları”nın elbette ki ‘derinlerdeki’
petrol rezervleriyle ilişkisi yok sayılamaz.
Bu gerginliğin mekânı olarak dikkat çeken Güney Çin Denizi’nin önemi
bugünden kaynaklamıyor elbette. Çin’in köklü medeniyetinin oluşturduğu çekim
alanı, Malay Dünyası, Hint Alt Kıtası ve Doğu Akdeniz’e değin uzanan “deniz
ipek yolu” arasında -bugünkünden farklı olarak- kendi doğası içinde işleyen
ekonomik etkileşime konu oluyordu. Kaldı ki, bu ilişki salt ekonomik bağlamıyla
da sınırlı değildi. Zamanla görenen bu ilişkiye İngilizlerin katkısı, salt
nüfus olgusu dikkate alındıkda dahi göz ardı edilemeyecek Çin gibi bir gücü
dünya kapitalizm kulvarına evirme uğraşında devamlılık gösterecekti. Bugün bu
ilişkide roller değişmiş gibi gözükse de, sistem olarak varlık gösteren güç,
Batı’nın ürettiği değerler muvacehesinde pratiğe dökülmeye devam ediyor.
Çin, siyasi ideolojisinin köktenciliğini sürdürürken, ekonomide liberal
eğilimlere kapı aralayan uygulamaları istatistiki verilerde -birkaç onyıldır- %9.5’lik
düzeyde karşılığını bulan büyüme hızı ile bugünlere geldiğine kuşku yok. “O
zaman, Çin için sorun teşkil eden ne?” diye sorulabilir. Sorun büyümenin
getirdiği ve bizatihî içinde taşıdığı “stres”. Bu stres, büyümenin daralmaya ve
giderek negatife dönüşme belirtileri Çin’in bölge üzerinde bir tür siyasi ve de
askeri baskı tehditleri yöneltmesine neden olabilecek. Çin’in bugüne değin
sergilediği “ekonomik kalkınmanın” temellerinin istikrarlı, sürdürülebilir bir
özellik taşımaması stresin boyutlarının da o denli öngörülemez olduğuna işaret
ediyor. Devlet başkan yardımcısının ABD gezisi sonrasında ülke ekonomisinde
‘reformcu’ söylemin yüksek sesle dillendirilmesi bunun bir ifadesiydi aslında. Ancak
öte yandan da, yukarıda değindiğimiz ‘stres’den ötürü bugün Güney Çin Denizi
özelinde ortaya çıkan bir ‘saha baskısı’ ile gündeme geliyor. Adını Çin’den
alsa da, -ki bu yukarıda kısaca değinilen tarihi referansın doğal bir
uzantısıdır- bu denizi çevreleyen uluslar muvacehesinde kıta sahanlığı
paylaşımının bir sorun şeklinde nüksetmesine neden oluyor.
Bu denizi çevreleyen ülkelere baktığımızda öncelikle çatışmaya birincil
düzeyde taraf olabilecek Filipinler, Malezya, Endonezya, Singapur Vietnam
zikredilebilir. Öte yandan, bu su yolu üzerinde doğabilecek huzursuzluklardan
etkilenecek ikincil ülkeler ise Japonya, Güney Kore, Tayvan -ki Asya
Kaplanları’nın ilkleri olarak bölge ülkelerine ekonomi modelleri
oluşturulmasında önemli katkıları olmuştur- gibi Doğu Asya ülkeleri, yukarıda
zikredilenlerin dışındaki ASEAN ülkeleriyle Avustralya, Hindistan ve petrol
ihracatçısı Körfez Ülkeleri’ne kadar uzanacak bir etki sahası vardır. Bu
ilişki, yukarıda zikredilen ve Çin’in kalkınmasında belkemiğini oluşturan
hammadde ihracatını bu ülkelerden temin etmesinde yatıyor. Öte yandan, beş trilyon Dolar değerindeki dünya deniz
ticaretinin yarısının Güney Çin Denizi’nden gerçekleştirildiği gerçeği de
yabana atılacak bir olgu değil.
Bir süredir konuşulan sorun da bu su yoluna komşu olan Çin ve Filipinler
arasında çıkmasının -veya bir süre sonra başka ülkelerin de dahil olmasıyla
daha da hareketlenecek olan bölgede- henüz asli nedenlerin başında gelen petrol
rezervlerine ulaşma amacıyla başlatılan sondajlar yok. Aksine, sınır ihlâli olarak değerlendirilen unsurun “sıradan”
balıkçılık aktivitesine tekabül etse de, Çinli balıkçı teknelerine eşlik eden Çin
“paramiliter” kuvvetlerinin Filipin sahil güvenlik güçlerine karşı koyuşundan
bahsediliyor. Aslında Çin’in “paramiliter” çıkışı dahi, bölge üzerinde henüz
şimdilik katı bir güç gösterisinde bulunmadığını, aksine “yuşumak bir güç
gösterisi” ile belki de bölge ülkelerinin “sinir uçları” üzerinden bir
“yaklaşım tespitinde” bulunuyor. Bu girişim, Filipinler’in başkenti Malina’da,
Çin’e meydan okuyan mitinglere dönüşmesi üzerine “sinir uçları” deneyiminin
sonuç verdiği şeklinde yorumlayabiliriz. Tabii burada Filipinler derken,
ülkenin geleneksel koruma ağı içinde yer aldığı ABD’yi meseleden ırak tutmak
olmaz. Olmayacağını da, Filipinler-ABD ortak askeri tatbikatı göstermiş oldu.
Unutmayalım, Filipinler, coğrafi olarak Güneydoğu Asya sınırları içerisinde ve
dolayısıyla da bir ASEAN ülkesi. Bu bağlamda, ASEAN’ın bu meselenin tastamam
odağında olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.
Bir süre önce ABD-Çin çekişmesinde barışın kapısını aralayacak veya
çekişmeyi “silaha başvurmadan” çözüme götürecek rotanın Güneydoğu Asya’dan
geçtiğini söylemiştik. Şimdi bunun somutlaştığını görüyoruz. Yukarıda bahsi
geçen ve sıradan kıta sahanlığı üzerinden anlaşılamayacak kadar komplike
olmanın yanı sıra, bölgesel ve küresel etkileri apaşikâr bir soruna çözüme
taraf olma konusunda ilk adım Malezya’dan geldi. Yakın geçmişte, Güney Çin
Denizi sorununun taraf ülkeler arasında restleşmeler ve çatışmalara kapı
aralayacak askeri tatbikatlar boyutuna varması üzerine, Malezya Deniz
Kuvvetleri ilgili ülkeleri masa etrafına toplama düşüncesini gündeme
getirmişti. 24-28 Eylül 2012 tarihleri arasında Batı Pasifik’e mensup ülke
Deniz Kuvvetleri yetkililerinin katılımıyla Kuala Lumpur’da yapılacak.
Malezya’nın böylesi sorunlu bir bölgede, taraflar arasında “arabuluculuk” rolü
oynayabilecek kapasitesi olup olmadığı düşünübelir. Ancak pragmatik yaklaşımın
örneklerine epeyce rastlayabileceğimiz bu bölgede, Güney Çin Denizi sorununun
Malezya’nın sorunun dışında -en azından olumsuz etkiler bağlamında-
kalamayacağı gözönüne alındığında bu girişim bir anlam kazanacaktır.
Sıcak gelişmelere Malezya’dan gelen bu teklifin akabinde, Çin’in ASEAN
elçisi Tong Xiaoling yaptığı açıklamalar “barışçıl önermeleri” güçlendirecek
yönde. Elçi, ABD’nin bölgede Çin’le güçlü işbirliği niyetini memnuniyet
duyduklarını belirtirken bunun somut getirisini geçenlerde iki ülke arasında
başlatılan konsultasyon mekanizmasıyla açıklıyor. Bu minvalde Güney Çin
sorununa da değinen elçi, sorunu “tekil ülkeler” bağlamında değerlendirmekte,
bir başka deyişle sorunu “ASEAN” ile ilgili görmemekte. Oysa, yukarıda dile
getirdiğimiz üzere, bu su yolu üzerindeki her hakimiyet çıkışı bölge
ülkelerini, yani ASEAN ülkelerini birincil düzeyde etkisi altına alacaktır.
Varlıkları, ucuz işgücüne dayalı üretim kapasiteleri ile kapitalist dünyaya
mal sevkiyatına dayalı bu ülkeler, Güney Çin denizi sorununu çözmek için
elbette alternatif bir güç olarak -bizatihi kendi niyetinin ötesinde- ABD’yi
sahneye davet ediyorlar. İşte tam da bu nokta, Çin elçisinin ağzından Çin’in
girmek istemediği bir çatışmaya atıf yapıyor. Çin, ASEAN ile imzalanan
İşbirliği Deklarasyonu (DOC)’na atıf yaparak, sorunu “aramızda halledelim”
derken, aradaki güç farkını elbette unutmuyor, ancak göz ardı etmek istiyor.
ASEAN ülkeleri bunu yutmayacak kadar uyanıklar ve böylesi bir tarihi tecrübeye
sahipler. Öte yandan, ABD’den işbirliği bekleyip bir de “aman silahsız olsun”
beklentisine girmek ABD’nin uluslararası tarihi tecrübesinde pek de yeri
olmayan bir hususiyet. Yani, ABD gelirse ‘her şeyiyle’ gelir ki, bunu
Avusturalya’dan başlayarak Singapur’la devam eden askeri işbirliklerini
yenileme ve Filipinlerle tatbikat boyutunda kanıtlamış durumda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder