30 Eylül 2021 Perşembe

Japonya’da LPD’de yeni lider Fumia Kishida başbakanlık için hazır / Fumia Kishida, the new leader of LPD ready for premiership in Japan

Mehmet Özay                                                                                                                            29.09.2021

Japonya’da iktidar partisi Liberal Demokrat partide beklenen değişim gerçekleşti ve parti başkanlığına Fumia Kishida seçildi…

Bugün yani, 29 Eylül günü yapılan ve son bir yıla yakın süredir başbakanlık koltuğunda oturan Suga Yoshihide’nin aday olmadığı parti kongresinde çoğunluğunun desteğini alan sabık dışişleri bakanı 64 yaşındaki Fumia Kishida parti başkanlığını kazandı.

764 üyenin katıldığı kongrede ilk turda üyelerin 257’sinin oyunu alan Kishida’nın en yakın rakibi Kono Taro ise 170 oyda kaldı.

Adayların çoğunluğu sağlayamaması üzerine yapılan ikinci turda Kishida oyların çoğunu alarak başkan seçildi. Kishida, parti başkanlığı görevini 30 Ekim 2024 tarihine kadar sürdürecek.

Liberal Demokratlar parlamentoda (Diet) çoğunluğu teşkil etmeleri nedeniyle, Kishida’nın 4 Ekim Pazartesi günü yapılacak görüşmelerin ardından başbakanlık görevini de üstlenmesi bekleniyor.

Liberal Demokratlar ve koalisyon ortağı Komeito’nun parlamentoda çoğunluğu teşkil etmesi, Kishida’nın başbakanlığını hiç kuşku yok ki, garantilediği anlamı taşıyor.

Kasım’da genel seçimler

Parti Kongresi’nde üyelerin önemli bir çoğunluğunun desteğini alan Kishida, Kasım ayının ilk veya ikinci haftasında yapılacak genel seçimleri Liberal Demokratlar’ın yeni umudu olacak.

2012 yılında ikinci Abe hükümetinde dışişleri bakanlığı yapan aileden siyasetçi Kishida, politikada hem parti hiyerarşisi hem de tabandan gelen talepleri önemseyen isim olarak tanınıyor.

Bununla birlikte, Kishida’nın önünde en önemli engel Kasım ayı sonunda yapılacak olan genel seçimler olacak. Halkın siyasete güvenini yeniden kazandırmayı öncelleyen Kishida’nın tabanı dinleyen lider olması, bu konuda belirli bir başarı sağlayabileceğini gösteriyor.

Seçimleri kazanması halinde Kishida’yı bekleyen önemli sorunlar bulunuyor. Bunlara arasında, “ulusal kriz” olarak değerlendirdiği kovid-19 ve bunun neden olduğu açtığı ekonomik durgunluğun aşılması ilk sırada geliyor.

Çin ve Kore Yarımadası’ndan gelen ve ulusal güvenliği tehdit eden gelişmeler; Güney Çin Denizi bağlamında, uluslararası ekonomi ve ticaret için gayet önemli olan uluslararası suyollarının güvenliğinin sağlanması; ülkede giderek düşen doğum oranı gibi sorunlar, Japonya’nın öne çıkan ulusal ve uluslararası politikaları olarak dikkat çekiyor.

Bu konular, Japonya’nın başta ABD olmak üzere benzer eko-politik görüşlere sahip ülkelerle işbirliğini devam ettirmesi/artırması anlamı taşıyor. Buna ilâve olarak, Şinzo Abe döneminde gündeme getirilen ve Anayasa’nın meşhur 9. Maddesi’nde yapılacak değişiklikler ve benzeri yasal düzenlemelerle ulusal güvenlik konusunda önemli adımlar atılması beklenebilir.

Yaşlanan nüfus, doğum oranlarındaki düşüşün ekonomik üretim süreçlerine etkisi dikkate alındığında, dış iş göçüne sıcak bakmayan Japon toplumunu yeni politikalara alıştırma konusunda atılımlar ortaya konulacağını söyleyebiliriz.

Kovid-19’la mücadele ve ekonomi

Japonya’da en uzun dönem başbakan ûnvanını elde eden Abe, sağlık sorunları nedeniyle geçen yıl görevini terk etmek zorunda kalırken, tıpkı diğer ülkeler gibi son iki yıl Japonya açısından kovid-19’la mücadele en önemli sorunu teşkil ediyor.

2020 yılında yapılması plânlanan olimpiyatlar ertelenmesine rağmen, 2021 yılında tüm olumsuz şartlara rağmen, olimpiyatların yapılması konusunda ısrarcı olan Suga Yoshihide buna rağmen, kamuoyu desteğini sağlamayı başaramadı. 

Japonya kovid-19’la mücadelede geçen yıl sergilediği önemli başarıya rağmen, bu yıl Mayıs-Haziran aylarında başlayan artışın önüne geçilememiş olması nedeniyle, bu gelişmenin hem ekonomik zorluk hem moral değer olarak Japon halkı üzerinde olumsuz etkisinin devamı anlamı taşıyor.

Kovid-19 gerçeği varlığını sürdürürken, bunun en önemli yansıması ekonomik yaşamda kendini gösteriyor.

Bu nedenle Kishida da, kongre öncesinde verdiği demeçlerde, önceliğinin ekonomi olduğunu ortaya koydu. Yaşanan ekonomik darboğazın aşılmasında çözümü halktan vergi alarak çözme yanlısı olmadığını söylemesi önemliydi.

Bu noktada, başbakanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte, ekonominin canlandırılması adına yirmi/otuz trilyon Yen’lik ekonomi paketini yakında açıklaması sürpriz olmayacaktır.

Bunun yanı sıra, mali konsolidasyonun Japon ekonomisinin en önemli konusu olduğuna işaret etmesi, ekonomide canlanmanın aciliyetine gönderme yaptığını söyleyebiliriz.

Ulusal ve bölgesel güvenlik

Yeni başkanın gündemindeki diğer konular ise uluslararası arenada “otoriter rejimlerle” işbirliği… Kishida, bununla hiç kuşku yok ki, yanı başındaki Çin Halk Cumhuriyeti ile Kuzey Kore’yi kastediyor ve bunu açıkça söylemekten de eri durmuyor.

Kishida, otoriter rejimlere karşı mücadele tıpkı bir ABD’li siyasetçi gibi Batılı değerleri öne çıkarırken, mücadelede “benzer düşünen ülkelerin işbirliğine” vurgu yapması gayet dikkat çekici.

Bu çerçevede, Çin–Japonya arasında anlaşmazlığa konu olan Doğu Çin Denizi’ndeki adalar sorunu listenin başlarında yer alıyor.

Bölge denizlerinde statükonun korunması bir yana, Çin’in giderek teritoryal egemenlik noktasındaki agresif tutumu karşısında Japonya sahil güvenliğini Abe döneminden başlayarak bugüne kadar geliştirmeyi hedeflemesi, Kishida’nın da benzer bir yönelimde olacağının işareti. Kaldı ki, Kishida, sahil güvenliğin geliştirilmesi konusundaki kararlılığını da ortaya koyuyor.

Kuzey Kore’nin son dönemde yeniden başlattığı füze denemelerinin hedefinde Japonya’nın da bulunması karşısında Kishida döneminde yeni çözüm arayışları gündeme geleceğini düşünebiliriz.

Hatırlanacağı üzere, ABD’de Joe Biden’ın başkanlık koltuğuna oturmasıyla uluslararası güvenlik konusunda en önemli icraatlarından biri olarak Dörtlü Diyalog Grubu (Quad) adıyla bilinen ve dört ülkenin katılımıyla oluşturulan ittifak teşebbüsünde Japonya da yer alıyor.

Bunun ardından, yine ABD öncülüğünde İngiltere ve Avustralya’nın katılımıyla oluşturulan ve “Hint-Pasifik’te Anglo-Sakson ittifakı” adını verdiğimiz Aukus yapılaşması Japonya’yı yakından ilgilendiriyor.

Bu iki önemli gelişmenin Japonya ulusal güvenlik birimlerince yakından ele alındığına kuşku bulunmuyor.

Ayrıca, Kishida’nın hafta başında başlayacak başbakanlığı döneminde, Japon sahil güvenliği ve hava sahasının korunması noktasında, tıpkı Avustralya ile yapılan nükleer denizaltı teknoloji desteğine benzer bir gelişme ihtimali olabileceğini ileri sürebiliriz. En azından, Kasım seçimlerinin ardından yeni yılla birlikte Japonya bu konuda adımlar atacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/09/29/japonyada-lpdye-yeni-lider-fumia-kishida-basbakanlik-icin-hazir-fumia-kishida-the-new-leader-of-lpd-ready-for-premiership-in-japan/

29 Eylül 2021 Çarşamba

Alman politikasında CDU ve Angela Merkel / CDU and Angela Merkel in German Politics

Mehmet Özay                                                                                                                            29.09.2021

Almanya’da hafta sonunda yapılan seçimi, Sosyal Demokratlar Parti’nin (SPD) ilk sırada bitirmesinin ardından, bir koalisyon hükümeti kurulması kapıda. Bununla birlikte, koalisyonun tesisinde farklı denklemler de gündemde.

Bununla birlikte, 2005’den bu yana iktidar koalisyonunu oluşturan Hıristiyan Demokrat Parti (CDU) ve Hıristiyan Sosyal Parti (CSU) kaybı sıradan bir seçim kaybının ötesinde anlam taşıyor. Özellikle de, CDU açısından…

Öte yandan, yeni hükümeti kurma sürecinde ve plânında, şartların zorlamasıyla ve/ya sürpriz gelişmelerle CDU-CSU’nun ilk sırada yer alması bile, seçimin CDU açısından ortaya çıkardığı tarihsel sonucun önemini saklamaya yetmeyecektir. Kaldı ki, böyle bir koalisyon olasılığı partiyi kendine getirme sürecine ne kadar hizmet edeceği de şüphelidir.

CDU-CSU  ile SDP arasındaki oy farkının 1.7 gibi küçük bir oranda olmasına rağmen, büyük bir yenilgi olarak addedilen durum, partinin genel oylarda yüzde 8 gibi bir kayba maruz kalmasıdır.

Bu istatistiki izaha, Alman toplumunda neyin, hangi gelişmenin yansıması olduğu konusu ise üzerinde durulmayı gerektiriyor.

Öncelikle seçim sonucunu, yeni hükümet kurulana kadar görevine devam edecek olan Angela Merkel’in yenilgisi olarak kabul etmek, ne kadar doğru bir yaklaşım olur tartışmaya açıktır.

Bununla birlikte, kendi isteğiyle siyasetten ayrılmaya karar veren Merkel’in yerine parti içinde de popülaritesi olmadığı ifade edilen Armin Laschet’i getirmesi de, hem parti içi hem de kamuoyu gözlemlerinin gayet sığ bir şekilde gerçekleştirildiğine işaret ediyor.

Bir diğer husus olarak, Alman sosyolojisinin vazgeçilmez unsuru kabul edilebilecek aşırı sağ kesim… CDU-CSU’nun kaybettiği belirtilen oyların, göçmen politikaları gibi güncel ve geniş kamuoyunu etkileyen konularla bağlantısı bulunuyor. Bu noktada akıllara, 2013 yılında kurulan hem AB karşıtı hem de genel itibarıyla göçmen karşıtı ‘Almanya için Alternatif’ (Alternative für Deutschland-AfD) partisi geliyor…

Bu itibarla partiyi reaksiyoner veya popülist parti olarak adlandırmak mümkün. Ancak bu durum, partinin bugün federal parlamentoda temsiliyetinin önüne geçmiyor. AfD’nin geçen Pazar günkü seçimde aldığı oy oranı yüzde 10.3…

Bu noktada, CDU-CSU’nun kayıp oylarının, 2013 yılında kurulan ve kısa süre zarfında federal parlamentoda temsil hakkı kazanan AfD gittiği yönünde. Ancak daha önceki seçimde daha yüksek oy alan (yüzde 12.6) AfD faktörü dışında bazı diğer makul açıklamalara da gerek olduğunu söylemek gerekiyor. AfD ile ilgili söylenebilecek bir diğer husus, oylarını özellikle eski Doğu Almanya bölgesindeki az gelişmiş bölgelerde toplaması…

Merkel’li yıllara dair kısa bir değerlendirmeden önce, temelde onun dönemini de anlamlı kılacak olan CDU’nın 20. yüzyılın oluşumu diyebileceğimiz 2. Dünya Savaşı sonrasından itibaren nerede durduğuna kısaca bakmakta yarar var.

CDU ve tarihsel köken

Genel itibarıyla, CDU’nun başarısını özellikle, kapitalist ekonominin kuralları ile refah toplumu oluşturma arasında bulduğu denge olduğunu söylemek mümkün.

Uzun 20. yüzyılda, 2. Dünya Savaşı sonrasının şansölyesi -ve bugün adını kültür ve akademi dünyasında gayet önemli işlere imza atan adına kurul vakıfla tanıdığımız- Konrad Adeneur’un (1949-1963) Almanya’yı ABD ile birleştiren siyaseti, Almanya’yı sadece dönemin küresel ekonomisine eklemlemekle kalmadı, kalkınmacı ekonomiler arasında kendine giderek güçlü bir yer de edindi.

Adeneur’un ardından, 80’li yıllarda Helmuth Kohl’lü dönem (1982-1998) açıkçası, Soğuk Savaş döneminin büyük evrimlere gebe olduğu bir döneme rast gelmesi, yeni ve farklı bir siyasal tarihsel tecrübenin ortaya çıkacağı izlenimi uyandırıyordu.

Bu noktada, bugün Helmuth Kohl’u adını hâlâ hatırlatan ise, Doğu Bloku’nun çöküşünün hiç kuşku yok ki en önemli siyasal sonuçlarından biri olarak, bölünmüş Almanya’nın birleştirilmesindeki rolü oldu. Yani Batı Almanya ile Doğu Almanya’nın birleşmesi…

Türkiye’de aynı dönemde, Turgut Özal’lı yılların getirdiği neo-liberal politikalar, Avrupa Birliği ile ilişkilerin geliştirilmesi sürecinde, Türkiye-Almanya ilişkilerinde adı sık sık gündeme gelen liderli Kohl…

Ardından bu yüzyılın başında, CDU’nun görünür yüzü ve Kohl’un yetiştirmesi denilen Angela Merker, giderek popüler bir lider olarak sadece Almanya’da değil, Avrupa’da ismini duyurmaya başladı.

Yukarıda kısaca dikkat çekilen üç liderin, siyasetçi olarak bireysel karakteristiklerinin yanı sıra, yaşadıkları dönemlerin özellikleriyle belirlenmiş bir politika yapma becerisi geliştirdikleri söylenebilir.

Adeneur’un, ABD’nin savaş sonrasının ‘siyasi ehlileştirme’ dediğimiz politikalarını, Almanya’nın çıkarlarına matuf olacak şekilde kullanması; erken dönemlerde ismi pek de duyulmamış olan Kohl’un Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ndeki (SSCB) değişimi doğru okuyarak, bu blok içerisindeki Doğu Almanya ile birleşmenin mimarı olması bu anlamda kayda değer gelişmelerdir.

Marksizmin hangi etkisi?

Endüstrileşmiş bir ülke olarak Almanya aslında ‘teori’de, Marksizmin gelişip serpilmesine matuf gayet münbit bir zemine sahip olduğunu söylemek mümkün. Oysa, Marksizm Almanya’da zemin bulmak bir yana, hem bu ideolojiye yakın olanların kendilerini dönüştürmeleri, hem de CDU örneğinde olduğu gibi, bu ideolojinin argümanlarından istifade ile liberal politikaları şekillendirme becerisi sergilemesine konu oldu.

Bu noktada, klasik Marksizmin etkisinde olmakla birlikte değişim geçiren sosyal demokratların, uzun 20. yüzyılda toplamda 15 yıl gibi bir süre ülkeyi yönetebilmeleri, aslında Hıristiyan Demokratlar ve bunlara eklemlenen diğer bazı siyasi yapıların kapitalizm ile refah devleti arasındaki bağı kurabildiklerinin doğrudan bir ifadesidir.

İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm, 20. yüzyıl ilk yarısındaki savaş dönemlerine dair anlatısında bu durumu gayet açık bir şekilde ortaya koyuyor!

Bunun son örneği de Merkel’di. Ancak, siyaseti Marksist veya Marksist eğilimli partilere terk etmeme yönünde atılan adımlarında bir şekilde Marksizmin, belki de hiç de beklemediği ve istemediği niyetlenilmemiş sonuç (unintended consequence) olarak görmek mümkün.

CDU içerisinde, söz konusu bu üç ana damarı oluşturan liderler döneminin belki de en dikkat çekici özellikleri, güvenlik, yenilikçi kalkınma ve refah olgusunun varlığıdır. Bu durum, ülkede sorunlar olmadığı anlamına gelmiyor.

Özellikle, AB bünyesinde ve küresel ekonomi krizlerinin doğurduğu sorunlar, dışardan sürekli göç alan bir ülke olması, özellikle Doğu Almanya gibi bir bölgenin ulus-devlete katılımıyla oluşan ağır yükün altından kalkan bir Almanya var karşımızda.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/09/29/alman-politikasinda-cdu-ve-angela-merkel-cdu-and-angela-merkel-in-german-politics/

27 Eylül 2021 Pazartesi

Almanya’da Sosyal Demokratlar (SPD) ve Hıristiyan Demokratlar (CUD) mücadelesi / Political contest between Social Democrats (SPD) and Christian Democrats (CUD) in Germany

Mehmet Özay                                                                                                                            27.09.2021

Almanya’da seçimler tamamlandı… Alman seçmeni, ana akım iki siyasi partiye neredeyse eşit bir yaklaşık göstererek yeni bir koalisyon döneminin başlamasına neden oldu.

Kampanya döneminin iki önemli belki de favori partisi Sosyal Demokratlar (SPD) yüzde 25.7, iktidardaki Hıristiyan Demokrat Parti (CDU) ve Hıristiyan Sosyal Parti (CSU) koalisyon grubu ise yüzde 24.1 oy aldı. Yani arada sadece, yüzde 1.7’lik bir fark bulunuyor. Bununla birlikte, ortaya çıkan siyasi tablo hiç de 1.7’ye bakarak küçümsenecek gibi değil.

Seçimin ‘büyük’ ve ‘küçük’ sürprizleri

Seçim CDU için yüzyılın kaybı anlamı taşırken, Sosyal Demokratlar uzun bir aradan sonra ulusal siyasette söz sahibi olmaya hazırlanıyorlar…

Seçimde sürpriz yapan partilerden Yeşiller % 14.8, Özgürlükçü Liberal Demokratlar (FDP) yüzde 11.5 oy aldı. Bu iki partinin, iktidarın kesin ortağı olma gerçeği kadar, bu tip seçim sonuçlarında olduğu gibi, koalisyon görüşmelerinin kilit partileri olacaklarına kesin gözüyle bakmak gerekir.

Angela Merkel’in son dönem başbakanlığında büyük koalisyon (grand coalition) olarak da anılan hükümet yapısının, devam edip etmeyeceğini şimdiden kestirmek güç. Ancak böyle bir ihtimal güçlü bir şekilde kendini hissettiriyor.

Bu noktada hem SPD ve hem de CDU liderlerinin, yeni hükümeti kurma görevinin kendilerinde olduğu açıklamasının gerçekleşebilmesi için kesin sonuçları ve ilk koalisyon görüşmelerini beklemek gerekiyor.

CDU’ya yüzyılın kaybı

CDU’nun yaşadığı seçim kaybının önemli olduğuna kuşku yok… Buna rağmen, CDU’nun sadece bu seçimi kaybetmediği, aksine son yetmiş yılın hezimetini yaşadığı gerçeği ortada ciddi bir meşruiyet sorununu da beraberinde getirmiş bulunuyor.

Bununla birlikte, CDU içinden bu gelişmeyi yüksek sesle dile getiren olmaması gayet ilginç bir durum. Örneğin, Merkel’in halefi Armin Laschet, istifa etme gibi bir seçeneği gündeme getirmediği gibi, güçlü bir koalisyon için SDU’yu dışarıda bırakacak formül arayışında olacaklarını bile ileri sürebiliyor.

Bu noktada, ülkenin önemli sorunlarının varlığı -ki bu sorunlar gelişmiş ülke sorunları olarak tezahür ediyor, baş edebilmenin yolunun güçlü bir iktidardan geçiyor.

Haddi zatında gelişmiş ülke olmanın getirdiği bir zorunluluk olarak, iktidar aygıtının sağlıklı bir şekilde işletilmesi ve aynı zamanda toplumdan gele değişim taleplerinin de uygun bir şekilde karşılanabilmesi…

Bu noktada, CDU, Çevreciler ve Özgürlükçü Liberal Demokratlar’la iktidarı oluşturmanın hesapları peşinde olacaktır.

Bir dönem biterken

Bu sonuçlar, 16. yıllık Angela Merkel başbakanlığındaki (şansölye/kanzler) CDU ve CSU iktidarının sonu anlamına geliyor. Bu durum, Alman siyasetinde önümüzdeki günlerde yeniden bir koalisyon hükümetinin kurulmasını şart koşuyor. Seçim sonuçları ve kamuoyu beklentisi ise Sosyal Demokratlar liderliğinde bir oluşuma işaret ediyor.

Merkel iktidarının son döneminde koalisyon partilerini oluşturan CDU/CSU ve SPD yerine, SPD lideri Olaf Scholz’un devam mı yoksa küçük partilerle yeni bir ittifak girişiminde mi bulunacağını ise yakın zamanda görmüş olacağız.

Ancak geçmiş dönemde koalisyon ortağı ve Maliye Bakanı olarak Merkel başkanlığındaki CDU/CUS ile çalışmış olan Scholz’un alıştığı bu koalisyon ortaklığını, eli güçlenerek ve şansölye koltuğuna oturarak devam ettireceğini düşünmek mümkün.

CDU ve SDU arasındaki oy farkı büyük olmasa da, 16 yıllık Hıristiyan Demokratlar iktidarının ardından, sosyalistlerin oluşturulacak koalisyon hükümetinde güçlü bir pozisyon alacaklarını ve başbakanlık koltuğuna oturacaklarına işaret ediyor.  

Merkel’in partisi CDU seçimlerde ağır bir yara alsa da, Alman siyasetinde uzun bir aradan sonra belki de sosyalist partinin oluşturacağı koalisyon içerisinde iktidarda pay sahibi olacak.

İdeolojiler arası eşit dağılım

Alınan seçim sonuçlarına rağmen, Alman siyasetinde keskin ayrışmalardan ziyade, Alman kamuoyunun sol ve sağ siyasete neredeyse eşit eğilimler sergilediğini gösteriyor.

Özgürlükçü Liberal Parti’nin oyunun yüzde 11,5 olması ise, belki de Avrupa ve hatta Kuzey Amerika politikalarında yeni bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

Almanya’da dünkü seçimlerde ortaya çıkan sonuç, özellikle 2000’li yılların başlarından itibaren güçlü bir eğilim olarak ortaya çıkan sağ/aşırı sağ eğilimli hükümetler döneminin, Almanya örneğinde aşıldığını ortaya koyuyor.

İktidarın büyük ortağı olacağı anlaşılan SDU’nun, Almanya’nın başta göç olmak üzere dış politikalarında büyük değişikliklere gitmesinin ne kadar mümkün olduğu ise şüpheli.

Nihayetinde göç olgusunun Avrupa nezdinde insan hakları bağlamında ele alınmanın ötesinde kamu güvenliği, ekonomik refah, reform gibi pek çok boyutu olması, genel Alman kamuoyunun pek de kolay kolay kabul edebileceği olgular değil.

Seçim sonuçlarının, AB üyesi ülkeler içerisinde sosyalist partilerin benzer bir başarıyla önümüzdeki döneme damga vurup vurmayacakları ise hiç kuşku yok ki, önümüzdeki dönem Avrupa siyasetinin konuşulan belli başlı konuları arasında olacaktır.

Bu noktada, olası bir SDU hükümetinin kısa vadede ortaya koyacağı başarının bu süreçte gayet belirleyici olacağını söylemek mümkün.

‘Çevre’ faktörü

Batı Avrupa toplumsal ilişkilerinde belirleyici faktörün ekonomi kadar, yaşamı çekip çeviren post-modern durumda bireyin ve toplumsal grupların çeşitlenen talepleri bulunuyor.

Bu noktada, moderniteye getirilen eleştiriler adına post-modern denilen yeni siyaset alanlarının doğmasına neden olmuştur. Bunun sadece, bu örnekte olduğu üzere Almanya ile sınırlı olmayan Avrupa Kıtası ve küresel karşılığa denk gelecek şekilde iklim değişikliği şeklinde ortaya çıkıyor.

Almanya’da siyasetin merkezindeki yeni yapılanmada bugün sosyalistler kadar, aynı/benzer kökten beslenen Yeşillerin Kyoto Protokolü (1997), Paris İklim Sözleşmesi (2015) gibi geçen yüzyılın sonlarında varılan ve küresel toplumu yakından etkileyecek kararların uygulamaya geçirilmesi noktasında yeni açılımlar yapması muhtemel gözüküyor.

Bu durum, bir yandan ABD’de Joe Biden yönetimi ile doğrudan bir yakınlaşma anlamı taşıdığı gibi, Çin gibi söz konusu sözleşmelerle ilgili tutumu farklılaşan ülkelere karşı güçlü bir koalisyonun oluşturulması anlamı taşıyabilir. 

Almanya’da yeni hükümetin, AB politikalarının belirlenmesinde de önemli etkileri olacaktır. Bu çerçevede, bir yandan Atlantik yani ABD ile öte yandan, gündemin belki en belirleyici konusu olarak Asya-Pasifik bölgesinde Çin ve ASEAN ile ilişkilerde, Merkel’in başlattığı ve sürdürdüğü yapıcılık rolünde devamlılık beklenebilir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/09/27/almanyada-sosyal-demokratlar-spd-ve-hiristiyan-demokratlar-cud-mucadelesi-political-contest-between-social-democrats-spd-and-christian-democrats-cud-in-germany/

Almanya’da seçim ve ideolojiler / Election in Germany and ideologies

Mehmet Özay                                                                                                                            25.09.2021

Almanya yarın seçime gidiyor… Bu, sıradan bir seçim değil, aksine son on altı yıldır ülkeyi yönetmiş olan bir liderin yani, Angela Merkel’in ve bu lider etrafında örüntülenmiş politik idealar ve pratiklerin de sonu anlamına geliyor.

Bu politik temellerin devam ettirilip ettirilmeyeceğini ise, Pazartesi günü sonuçlar açıklandığında tanık olacağız…

Gelişmiş ülkeler seviyesinin üst katlarında yer alan bir ülke olsa da, Alman siyasetinde ve toplumunda da ayrışmalar, çatışmalar, koalisyon arayışları, belirsizlikler mevcut.

Post-modern ve ideolojiler

Bununla birlikte, post-modern dönemle birlikte ideolojiler çağının bittiğini haber veren sosyal bilimcilere inat, Batı’nın bu gelişmiş ‘post-modern’ ülkesinde sadece ideolojiler değil, din/imsi yapılar da gayet başat bir rol üstlenmiş halde siyasi arenada boy gösteriyor.

Almanya denildiğinde, tarihin 1. ve 2. Dünya savaşı arasına sıkışıp kalmış bölümünde olan biten hadise ile anılan ve karışımıza sadece aşırı sağcı Nasyonel Sosyalizmi (Nazizmi) çıkaran medyatik propagandaya rağmen, Almanya Hıristiyan, sosyalist, çevreci, aşırı sağcı ideolojileriyle bugün seçime gitmesi gayet manidardır.

Bu durum, Almanya’nın (Prussia) doğurduğu iktisatçı Max Weber’in aşırı rasyonalizmden ve bunun toplumsal yaşamdaki karşılığı olan bürokrasinin varlığından ötürü, yaşanan modern dönemi “demir kafes”le (iron cage) izahın bizzat onda yarattığı kasvetli halden, -ki bunda Nieztche’nin ‘hiçliğini’ bulmak bile mümkün, kurtulmanın vasıtaları olarak yenilenmiş halleriyle ideolojilere sığınıldığını ortaya koyuyor.

Gelişmiş ülkeye yeni dertler

Alman seçmeninin yüksek okur-yazarlık oranı ve buna paralel olarak artan bireysellikleri, ekonomik çıkarların öne alındığı bir görünüm kazanmakla birlikte, diğer ülkelerle kıyaslandığında ekonomik varsıllık oranının yüksekliği, seçmen kitlelerinin ‘dert edindiği’ başka alanların da olduğunu ortaya koyuyor.

Bu çerçevede, Alman iç siyasetini aşan bölgesel yani, Avrupa Birliği ve küresel çapta politikaları ortaya koyan yaklaşımlara da rastlamak mümkün gözüküyor. Bu anlamda, tüm zaaflarına karşın Avrupalılık ve birlik ruhunun yerinden bahsedilebilir. Öte yandan, kalkınmış ülke olmanın getirdiği yeni dertlerden biri olarak iklim değişikliği benzer ülkeler dışında rastlanmayacak ölçüde gündemde…

Bu noktada, 1970’lerin kriz ortamında gelişmeye başlayan çevreci eğilimlerin bir tür dinimsi/pagan ve muhalif-sol karışımı nosyonu ile bugün ulusal siyasette bir güç merkezi haline geldiği görülüyor.

Bu çerçevede, Almanya’nın siyasal rolü bağlamında, dikkat çeken küresel olgulardan en azından dikkatle ele alınmayı gerektirenle şunlar: AB’de direksiyonda oturan ve küresel ekonomide ABD, Çin ve Japonya’nın ardında 4. sırada yer alan ülke, ABD ve Çin arasındaki ilişkilerde AB’nin rolünü ve yönelimini belirleme çabasıyla siyasal tavır geliştirme konumunda.

Öte yandan, hem kendi sınırlarını hem de AB bölgesel yapılaşmasını tehlikeye sokabilecek olan ve son yirmi yılda tedrici olarak AB için bir tehdit unsuru olmayı gerçekleştiren Rusya’ya karşı kolları sıvayan bir ülke, Almanya.

Son on altı yıllık başbakanlığı döneminde Merkel, tüm bu süreçlere tanık oldu, yaşadı, yönetti… Pasifik’teki gelişmeler kayıtsız kalmayan, ABD’nin sabık başkanı Barack Obama yönetiminin küresel eksene (pivot) yerleştirdiği Asya-Pasifik’e özel bir ilgiyle yaklaşan Almanya… Öyle ki, Merkel iktidarda olduğu dönem boyunca 12 kez Çin’i ziyaret etmiş olması salt ABD ile aynı blokta olmaklığın getirdiği bir olgu olarak algılanamaz…

Merkez sağ Hıristiyan Demokrat’lar, Merkel’in siyasi mirasını devralabilecek mi yoksa, sosyal demokratlar uzun bir aradan sonra Almanya siyasetinde yeni politikalar uygulama fırsatı bulabilecekler mi?

Almanya küresel ekonominin sadece 4. büyük ülkesi olarak kalmıyor, AB’nin lokomotifi konumunda bir ülke olmayı sürdürüyor. Fransa’yı da yanına alarak 27 üyeli birliği hem kendi standartları ve formülasyonu içinde tutmayı, hem de bir yandan Atlantik öte yandan, giderek ses getirmekte olan Asya/Hint-Pasifik politikalarında geride kalmayan bir konuma getirmeye çalışıyor.

İdeolojilerle Alman siyaseti

Bu noktada, Almanya’da iktidar ve lider değişikliği yerleşik kanunlar ve kurallar çerçevesinde büyük değişiklikler getirmesi beklenmemekle birlikte, Avrupa siyasetinin büyük ölçüde, halen ideolojilere dayandığını unutmamak gerekiyor.

Temelde göçmen kitlelerine yönelik bir Avrupa klasiği olan dışlamacılık ve bunu doğuran bugünün getirdiği ekonomik rekabetçi ekonomik ortam değil, aynı zamanda köklü Alman milliyetçiliğinin varlığıdır. Farklı bağlamlarda gelişme gösteren ve bir noktada buluşan sağ siyasal tutum, toplumsal ilişkilerde hedefine ‘öteki’ni koyarken, ekonomik ilişkilerde de içe kapanmacı bir yönelim sergiliyor.

Merkel’in siyasi mirasçısı konumundaki merkez sağ Hıristiyan Demokratlar Birliği, popülaritesi tartışmalı Armin Laschet etrafında kenetlenmiş görünüyor. Merkel de zaten siyasi halefliği ona devretmiş durumda. Sağ koalisyonun hedef aldığı kesim ise sol…

Kampanya sürecinin son günlerinde seçmene, ‘Aman Sol’a dikkat!’ anlamına gelecek sloganla yaklaşırken, içinde gizli/açık bir tehditi barındırmadığı söylenemez.

Bu noktada elde edilen ekonomik kazanımlar kadar hiç kuşku yok ki, değerler manzumesi olan unsurlara da gönderme yapıyor bu slogan... Tabii Hıristiyanlar gibi, sol unsuru da tekil bir bütünlük olarak görmemek gerekiyor. Orada da ayrışma var…

Dolayısıyla Laschet’in hedef gösterdiği, sınıfsal parçalanmışlıktan ziyade, siyasal parçalanmış haliyle Sosyal Demokratlar (SPD), Sosyalist Sol ve de post-modern dönemin küresel dense de, gelişmiş/kapitalist Batı’nın doğurduğu sorunlarının sonucu olarak zuhur eden Yeşiller bulunuyor.

Laschet’in seçmenleri gelişi konusunda uyardığı Sosyal Demokratlar’ın lideri Olaf Scholz, küresel ekonomide söz sahibi Almanya’nın dar gelirlilerine yönelik vaatleri bulunuyor ve yoksulluk içinde yaşayan azımsanmayacak sayıda çocuğa işaret ediyor. Tıpkı oğul George W. Bush’un kampanya döneminde eğitim hedef alınarak hazırlanmış sloganda kimse geride kalmamalı (no child left behind) gibi…  Tabii burada bir Alman komünizminden bahsetmek mümkün gözükmese de, ideolojiler haritasında sosyal demokratların kendilerine buldukları yer Marksizm oluyor.

Her ne kadar, Almanya’dan ziyade İngiltere’nin yetiştirdiği bir çocuk desek de, Karl Marx sergilediği pür sosyologluğunun ötesinde, siyasal aktivizmiyle ve bu yöndeki kararlı istenciyle devrimi öncelleyen duruşuyla, Batı Avrupa’da hakiki bir devrime yol açmamış olsa da, diyalektiği evrimleşerek var olmaya devam ediyor. 

Olaf Scholz, yoksulluk çemberini kıramayanlardan bahsetmiyor, “var olan ekonomi pastasından daha fazla ne kadar alırız”ın hesabını yapıyor. Bu durumda, Scholz’un, Marx’ın devrimin gerçekleşmemesine kendisinin de tanık olduğu üzere kapitalist çevrelerin işçi ücretlerini artırması gibi gayet temel bir ekonomik açılım sergilediklerini biliyor olmalı…

Yeni bir Hıristiyan blok koalisyonu mu?

AB’de siyasal liderlik, küresel ekonomide dördüncülük gibi belirli kriterlerin ötesinde disiplinli bir toplum, sürdürülebilir politikalar kadar, karşımıza post-modern dönemde dini referansları belirgin partilerin varlığını da ortaya koyması hiç kuşku yok ki, genelde Avrupa özelde Batı için çelişkiler yumağının bir parçası olarak algılanabilir.

Merkel iktidarını sağlayan büyük koalisyonun (grand coalition) iki güçlü partisi, Hıristiyan Demokratlar Birliği (CDU) ve Hıristiyan Toplumsal Birliği’ydi (CSU)… Yanlarında da sosyalist SDU…

Yarın ki seçimin hedefinde hiç kuşku yok ki, CDU ve CSU sosyalistler olmadan hükümet kurma hedefindeler. Hıristiyan Demokratlar Birliği’nin müstakbel koalisyon ortakları arasında da neoliberal Özgür Demokratlar (Free-Democrats) bulunuyor. 

Ancak kamuoyu yoklamaları SDU ve Yeşillerin oylarını artırdığını ortaya koyması herhalde Alman siyasetinde bir sürprizin kapıda olduğunun da habercisi…

Her türlü koalisyona açık bir seçimin olduğu bir atmosferde herhalde en rahat isim Merkel olmalı… Merkel’in on altı yıl gibi uzun bir süre ülkeyi yönetmesi, Avrupa demokrasilerinin sıhhat derecesi dikkate alındığında, herhalde iyi bir sınav verdiği şeklinde yorumlanmalıdır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/09/25/almanyada-secim-ve-ideolojiler-election-in-germany-and-ideologies/

25 Eylül 2021 Cumartesi

ASEAN’da liderler ‘Aukus’ yapılaşmasına tepkili / ASEAN leaders react against ‘Aukus’

Mehmet Özay                                                                                                                            23.09.2021

ABD’de Joe Biden yönetiminin Hint-Pasifik politikaları yavaş yavaş şekillenmeye başlarken, gelişmeler bölgedeki ülkeler tarafından da yakından takip ediliyor.

Geçen haftaki yazımızda, 15 Eylül’de ABD başkanı Joe Biden, İngiltere başbakanı Boris Johnson ve Avustralya başbakanı Scott Morrison’un sanal olarak yaptıkları “ulusal güvenlik” toplantısından, Avustralya ile nükleer anlaşmaya varılması sonucunun çıkmasının ardından “hedefleriyle ve çelişkileriyle çok konuşulacak” demiştik. Bugün bu süreç başlamış gözüküyor…

Aradan geçen birkaç günlük süre zarfında, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nin (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN) bölgesel bloğunun önde gelen ülkeleri Aukus sürecine kaygıyla baktıklarını açıkladılar.

Endonezya, Malezya ve Tayland söz konusu gelişmeye karşı eleştirel bir tutum sergilerken, bölge ülkelerinden şu ana kadar sadece Filipinler gelişmeyi memnuniyetle karşıladığını açıkladı.

Her ne kadar bu anlaşmadan, “teknoloji transferi” gibi kimi çevreler için doğal gelebilecek bir bağlam öne çıkartılsa da, bunun somut işbirliğine dönüştürülerek bölge denizlerinde aktif faaliyetlere evrilmeyeceği söylenemez.

Söz konusu bu anlaşma ile zaten bir süredir beklendiği üzere, Çin’e yönelik açık bir caydırıcılık olduğu ortada…

Ancak bununla birlikte, bir güvenlik paradigması olarak geliştirilen Hint-Pasifik bölgesindeki ülkelerin şu veya bu şekilde silahlanma zorunluluğu duyacaklarını da göz ardı etmemek gerekir.

Jokowi’den rest

ASEAN içerisinden gizli/açık en dikkat çekici Endonezya’dan geldiğini söyleyebiliriz. Aukus öncesinde plânlanan Avustralya başbakanı Scott Morrison’un Cakarta ziyareti, başkan Joko Widodo’nun (Jokowi) “bu şartlarda görüşemeyiz” mesajıyla iptal edildi.

Jokowi’den gelen bu siyasi tepkiyi, salt tekil bir ülke çerçevesinde düşünmemek gerekir. ASEAN’ın 1995 yılında, ‘Güneydoğu Asya Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bölge Anlaşması’nı imzaladığı hatırlanacak olursa, böylesi bir açıklamanın temelde ASEAN siyasi liderliğine sembolik de olsa sahip olan Endonezya’dan gelmesi gayet anlamlı ve önemli.

Burada hemen, söz konusu bu anlaşmanın Batılı ülkeler nezdinde bugüne kadar kabul görmediğini de hatırlatmakta fayda var.

Dolayısıyla, Jokowi’nin Avustralya başbakanına gönderdiği mesajı, içeriği dikkate alınmak kaydıyla, dolaylı olarak diğer iki Anglo-Sakson ülke siyasilerine de gönderilmiş bir mesaj olarak değerlendirmek gerekir.

Bu tepkinin ardında, sadece Endonezya’nın değil, temel değerleri dikkate alındığında bölgesel birlik olarak ASEAN’ın silahsızlanma, hele hele nükleer silahlara hayır deme şartını giderek daha yükse sesle dillendireceklerini tahmin etmek güç değil.

Avustralya’nın rolü

Avustralya, geçtiğimiz hafta varılan anlaşmaya konu olan Çin yönetiminin, Güney Çin Denizi’ndeki nüfuzunu ve etkisini sınırlandırmaya yönelik gelişmede, doğrudan kendi ulusal güvenliğini tehdit altında görmesini gerektirecek bir gelişme söz konusu değil. En azından şimdilik böyle somut ve kapsamlı bir tehdidin ortada olmadığı görülüyor.

Buna rağmen, anlaşılan o ki, Avustralya için bundan daha çok önemlisi, yani mensubu bulunduğu Anglo-Sakson dünyanın Pasifik bölgesindeki güvenliğini ve egemenliğini sürdürmesi adına hareket etmesidir.

Çin’le bir dönem gayet iyi ilişkiler geliştirmiş olan Avustralya, özellikle Donald Trump döneminde gerginleşen ilişkilerin ardından bugün giderek daralan, bununla birlikte merkez bir güç olarak gündeme gelen Anglo-Sakson gücünde yer alıyor.

Hindistan’sız Hind-Pasifik paradigması

Geçtiğimiz hafta üç Anglo-Sakson ülke arasında varılan nükleer işbirliği, küresel siyasetin gündeminden düşmeyen Asya-Pasifik’i de içine alan Hint-Pasifik bölgesinin yeni ve farklı bir veçheye bürünmesiyle önemini giderek artırdığı anlamı taşıyor.

ABD, yanına aldığı diğer iki Anglo-Sakson ülke ile beraber Çin’e yönelik çerçeveleme politikasını askeri boyutunda yeniden yapılanma anlamı taşıyan Aukus, iki dünya devi arasında anlaşmazlık gibi algılanan bölgenin aslında, ASEAN sınırları içerisinde bulunması bu bölgesel birliğin de görüşlerinin dikkate alınmasını gerektiriyor.

Söz konusu blok oluşumunda temel paradigma Hint-Pasifik olgusu etrafında şekillenmesine rağmen, Dörtlü Diyalog Grubu’nun (Quad) aksine içinde Hindistan yer almıyor… Bunun bazı nedenleri olmalı… Muhtemel cevaplar arasında, iç sorunlarla boğuşan ve Çin’le zaten kara sınırında anlaşmazlık yaşayan Hindistan’ın Çin’i bir de böylesi somut bir anlaşmayla karşısına almak istemediğini düşünülebilir.

Güney Çin Denizi ve ABD ve müttefiklerinin ulusal güvenliği

ABD’nin Afganistan ve Irak’tan çekilme plânlarının da arkasında yer alan bir jeo-politik gerçek olarak Güney Çin Denizi, bu geniş coğrafya içerisinde ana odak noktayı oluşturuyor.

ABD’nin başta kendi yani, Amerikan’ın ulusal güvenliği ve ardından Hint-Pasifik bölgesindeki müttefiki ülkelerin ulusal güvenlikleri için hareket ettiği siyasi ve askeri söyleminin ardındaki gerçek, ekonomik ve askeri gücünü pekiştiren Çin’e karşı bir tür koruma kalkanı oluşturmak.

Asya-Pasifik bölgesinin Doğu Asya bölümünde Japonya-Güney Kore; Güneydoğu Asya bölümünde ise Filipinler, Singapur ve Tayland ile var olan yakın askeri işbirliğine şimdi bir yenisi eklenmiş oldu.

Burada aktörlerin kimler olduğu kadar, kimlerin bu süreçte yer almak istemedikleri de belirleyici bir nitelik taşımaktadır. İngiltere’nin özellikle Brexit’in ardından bir ulus-devlet olarak hem küresel ekonomide dış ticari ilişkilerini, hem de Güney Çin Denizi örneğinde ortaya çıktığı üzere ulusal ve küresel güvenlik noktasında hareket kabiliyetini geliştirmekte olduğu gözlemleniyor.

Aktörlerden bir diğeri Asya-Pasifik bölgesinde yer alan ve daha çok Pasifik/Batı Pasifik bölgesinde ABD için jeo-stratejik öneme sahip Avustralya…

ASEAN merkezlilik ve Aukus’a yönelik tepki

ASEAN bu aktörler grubu içerisinde, yukarıda ABD’nin müttefiki olarak adları zikredilen ülkelerin yanı sıra veya bundan da öte, bir bölgesel blok olarak Aukus karşısında geliştireceği politikalarla belirleyici olmaya aday.

Bu anlamda, ASEAN özellikle ekonomik modernleşme süreçlerindeki başarısı ve son birkaç on yıldır küresel kalkınmanın da katalizörü olma rolünden hareketle jeo-politik konularda ASEAN merkezlilik yaklaşımını benimsiyor. Her ne kadar diğer güçler gibi bunu dayatma konusunda güçlü mekanizmaları olmasa da, kendi içinde gayet mantıklı bir tutum olduğuna kuşku yok.

Bu çerçevede, ASEAN’ın diğer benzer gelişmelerde olduğu gibi Aukus konusunda da tutumunu belirleyen, Güneydoğu Asya topraklarının ve suyollarının güvenli bölge olma özelliğini devam ettirme arzusudur. Bir diğeri ise, küresel güçler arasındaki karşılaşmada tarafsızlığıdır…

Bu konuda yine Endonezya’dan önemli bir ses, Rizal Sukma, Tayland dışişleri bakanı Kasit Piromya ve Malezya dışişleri bakanı Saifuddin Abdullah benzer görüşlerle ortaya çıkarak, “bölgedeki ülkeler ABD-Çin çatışmasında taraf olmak istemiyor” diyerek gelişmeler karşısındaki tutumlarını gayet açık bir şekilde ortaya koyduyar.

Çin’e karşı ABD’yi veya ABD’ye karşı Çin’e yanaşarak askeri bir blok olma veya mevcut söz konusu bu küresel güçlerle paralel bir askeri ve güvenlik argümanı ortaya koyma niyetinde değil. ASEAN’ı kendine özgü yapan da biraz da bu…

Ancak barış ve güvenlik eksenini silahlara başvurmadan gerçekleştirme düşüncesinin ve iddiasının bu kendinde duruşunun, taraflar üzerinde ne denli etkili olabileceğini kestirmek ise gayet güç.

Öncelikle, Birliğin kuruluş yıllarından başlayarak bugüne kadarki gelişim sürecinde güvenlik eksenli yapılaşmanın değiştirilmesinden yana olmadıkları görülüyor. Zaman zaman dile getirdiğimiz üzere, ASEAN içerisinde siyasi liderlik modelinin olmadığı ve alınacak ekonomik ve siyasi kararların konsensüse bağlı olduğunu unutmamak gerekiyor.

Buna rağmen, çeşitli alanlarda çıkar ve ilgilerine bağlı olarak, sözü geçen ülkeler arasında örneğin, Endonezya, Malezya ve Singapur’un öne çıktığı, liderlik konumu aldığı da bir gerçek.

ABD’nin Afganistan’dan kaotik bir şekilde çekilmesinin ardından sadece ABD’nin değil, her ne kadar başı çeken ülke olsa da, NATO ile ilişkilerinin de gizli/açık bir gerginlik yaşadığını söylemek gerekir.

Bu noktada, ABD’yi yetkililerin bir süredir Hint-Pasifik olarak coğrafi tanımlama üzerinden yeni güvenlik paradigması geliştirme sürecinde devamlı yanlarında bulabilecekleri İngiltere ve Pasifik’te 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’nin yanın da yer almış olan Avustralya’nın bulunması şaşırtıcı değil.

Söz konusu bu gelişmenin merkezinde ASEAN bölgesindeki suyollarının olması hiç kuşku koy ki, ASEAN’ı gelişmeler karşısında bir tutum geliştirmeye sevk ediyor. Bugün ASEAN içinden tekil olarak karşımıza çıkan tepkilerin, bir süre sonra yapılacak olan ASEAN zirvesinde yeni kararlar şeklinde gündeme gelip gelmeyeceğini bekleyip görmek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/09/23/aseanda-liderler-aukus-yapilasmasina-tepkili-asean-leaders-react-against-aukus/

23 Eylül 2021 Perşembe

Filipinler Bangsamoro’da beklenti gerçekleşmedi, özerk yönetim dönemi uzatıldı / Bangsamoro: expectations not realized, the transition government term extended in the Philippines

Mehmet Özay                                                                                                                            22.09.2021

Filipinler’de 9 Mayıs 2022 tarihinde yapılacak senato ve başkanlık seçimleri için aday belirleme süreci başlarken, seçim süreciyle ilgili önemli konulardan biri olan, ülkenin güneyinde yaşayan Moro halkının özerk yönetime geçiş sürecinde erteleme gündeme geldi.

Buna göre, 2019 yılı Mart ayında başlayan ve 2022 yılına kadar devam etmesi plânlanan geçiş sürecinde yaşanan aksaklıklar nedeniyle, önümüzdeki yıl yapılacak senato ve başkanlık seçimlerine paralel olarak, Mindanao Adası’nda belirli bölgelerde 80 üyeli Bangsamoro Parlamentosu seçimlerinin yapıl/a/mayacağı açıklandı.

Buna göre, Müslüman Mindanao Bangsamoro Özerk Bölgesi’ni (BARMM) başında MILF lideri Hacı Murad İbrahim’in bulunduğu Bangsamoro Geçiş Yönetimi (BTA) ya da bölgede kullanıldığı şekliyle Bangsamoro Hükümeti, son iki buçuk yıldır Bangsamoro bölgesini yönetirken, bu yönetimin görevini üç yıl daha sürdürmesine karar verildi.

Duterte: ek süre veriyoruz

Devlet başkanı Rodrigo Duterte söz konusu yasa tasarısını imzalamasının ardından, “Müslüman Mindanao Bangsamoro Özerk Bölgesi’nin yönetimi için güçlü bir bürokrasi oluşturması ve yasama süreçlerini gerçekleştirmesi amacıyla Bangsamoro geçiş hükümetine yeterli zaman verildiğini” açıkladı.

2019 yılı Mart ayı sonunda Cotabato’da başkan Rodrigo Duterte’nin de katılımıyla başlayan ve üç yıl süreceği belirtilen geçiş süreci yaşanan aksamalar nedeniyle tamamlanamazken, bir çözüm olarak bu sürecin üç yıl daha uzatılmasına karar verildi. 

Yukarıda dikkat çekilen, Bangsamoro bölgesinde yönetimin bürokrasinin teşkili ve yasama süreçleriyle ilgili çalışmaların bugüne kadar tamamlanamamasının nedeni açıklanmadı.

Geçiş döneminin üç yıl daha uzatılması dolayısıyla Bangsamoro halkının kendi kendini yönetmesine imkân tanıyacak bölge parlamentosu seçimleri böylece, 2025 Mayıs ayındaki seçime kalmış oldu.

Özerk bölge geçici hükümet ataması

Uzatılan üç yıllık süre zarfında Bangsamoro Özerk Bölgesi yine geçici yönetime tarafından idare edilecek. Bu çerçevede, şu an görev yapmakta olan 80 kişilik heyetin yeniden atanması gerekiyor.

Bununla birlikte, temsilciler meclisi ve senato arasında, Bangsamoro geçiş yönetimini şu anki başkan Rodrigo Duterte’nin mi, yoksa önümüzdeki yıl Mayıs ayında yapılacak seçim sonrasında belirlenecek yeni başkanın mı belirleyeceği konusunda anlaşmazlık yaşandı.

Ağustos ayı sonu ve Eylül ayı başında temsilciler meclisi ve senatoda yapılan görüşmelerde, Bangsamoro geçiş yönetiminin 2022-2025 döneminde görev yapacak 80 kişilik yönetimi belirleme işini 2022 seçimleri sonrasında seçilecek başkana bırakma kararı aldı. 

Barış süreci

Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin son altı yılı kapsayan iki dönem başkanlığının sonuna yaklaşılırken, önümüzdeki yıl Mayıs ayında yapılacak seçimler için aday başvuruları sürüyor.

Bu süre zarfında, Duterte döneminin en önemli gelişmelerinden biri, bir önceki başkan 3. Benigno Aquino döneminde 27 Mart 2014 tarihinde Bangsamoro Kapsamlı Anlaşması (Comprehensive Agreement on the Bangsamoro-CAB) varılan barış anlaşması sonucu Moro İslami Kurtuluş Cephesi (Moro Islamic Liberation Front-MILF) Mindanano Adası’nda belirli bölgelerde geçiş yönetimi uygulamasına geçilmişti.

2014 yılı Mart ayında Filipinler merkezi hükümeti ile MILF arasında varılan barış anlaşması, Mindanao Adasıı’nda başta Cotabato olmak üzere, belirli bölgelerin MILF tarafından yönetilmesine olanak tanıyacak.

Ancak 2019’da başlayan geçiş sürecinde yaşanan aksamalar nedeniyle, senato ve temsilciler meclisinde yapılan görüşmelerin ardından, bu sürenin üç yıl daha ertelenmesine karar verildi.

30 Haziran 2022 tarihinde sona erecek olan geçiş süreci, üç yıl uzatılarak 30 Haziran 2025’de tamamlanması kararlaştırıldı. Böylece, Filipinlerin güneyindeki Mindanao ve Sulu Adaları’nda yaşam süren Bangsamoro halkının özerk yönetime geçiş için üç yıl daha beklemek zorunda kalacak.

Özerk yönetime geçiş sorunu

Filipinler merkezi yönetimiyle MILF arasında neredeyse yirmi yıla varan barış görüşmeleri nihayet 2014 yılı Mart ayında barış anlaşmasıyla sonuçlanmıştı.

Söz konusu anlaşmaya göre, Bangsamoro bölgesinde 2019 yılında yapılan halk oylamasında Bangsamoro yönetimine dahil olmak isteyen bölgeler belirlenmiş ve ardından geçici yönetim görevine başlamıştı. 2022 yılında Moro bölgesinde veya bir başka deyişle Mindanao Adası’nda özerk yönetime geçilmesi bekleniyordu.

Ancak Ağustos ayında gerek ulusal parlamentoda gerekse Bangsamoro Geçiş Yönetimi yetkililerince yapılan açıklamalarda anlaşma maddeleriyle önemli bir bölümünün hayata geçirilmesi bekleniyor.

Maguindanao senato temsilcisi ve Barış, Uzlaşma ve Birlik Komitesi üyesi Esmae Magudadatu yaptığı açıklamada, hem Filipinler hükümeti hem de kendi taraflarında anlaşma maddeleriyle ilgili özellikle siyasi yükümlülüklerle ilgili eksiklikler olduğuna dikkat çekerek özerk yönetime geçişin üç yıl uzatıldığına dikkat çekti.

Buna göre, ilgili anlaşma maddesiyle bağlantılı olarak henüz dörtte üçe yakın bölümünün hayata geçirilememesi, geçiş döneminin uzaması anlamına geliyor. Bununla birlikte, hangi maddelerin ve içeriklerinin gecikmeye neden olduğuna ise değinilmiyor.

Öte yandan geçtiğimiz yıl yaşanan bazı gelişmelerin bu süreçte etkili olup olmadığı ise tartışmaya açık. Bu noktada, örneğin, 2020 yılı Şubat ayında Catabato belediye başkanı, 2019 yılında yapılan referandum sonrasında başkan Duterte’den 2022 yılı Haziran ayına kadar Bangsamoro yönetiminden çıkmak istedikleri yönünde talepte bulunmuştu. Söz konusu belediye başkanı, 21 Ocak 2019’da yapılan halk oylamasında da Bangsamoro’ya katılmama yönünde tercih kullanmış ve ‘hayır’ kampanyası başlatmıştı.

2020 yılı Mayıs ayı içerisinde, Bangsamoro’da Eğitim Bakanlığı bünyesinde çalışan ve Bangsamoro hükümetinde istihdam edilenlerin yüzde altmışını oluşturduğu belirtilen, binlerce öğretmenin işten çıkartılması gündeme gelmişti. Dikkat çeken bir diğer gelişme ise, 2020 yılı Haziran ayında fedaral hükümetin kabul ettiği anti terör yasası Bangsamoro yönetimi tarafından tepkiyle karşılanmıştı.

Filipinler’de 1970’li yılların ortalarından itibaren ülkenin güneyindeki Moro Müslümanlarının yaşadığı bölgede bağımsızlık hareketi başlamıştı. Önce Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi (Moro National Liberation Front-MNLF) ve ardından MILF ile devam eden süreçte, 2000’li yılların başlarından itibaren MILF ile Filipinler merkezi hükümeti arasında barış görüşmelerine başlanmıştı.

Barışın korunması konusunda taraflar kararlılık gösterirken, 2019 yılında hayata geçirilen Bangsamoro geçiş yönetiminin, yaşanan bazı sorunlar nedeniyle süresi uzatılmış bulunuyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/09/22/filipinler-bangsamoroda-beklenti-gerceklesmedi-ozerk-yonetim-donemi-uzatildi-bangsamoro-expectations-not-realized-the-transition-government-term-extended-in-the-philippines/