Mehmet Özay 30.10.2020
Avrupa’da İslam'la ilgili tartışmaları, son yarım yüzyılı aşan süre zarfında, Müslüman toplumların bu Kıta’nın özellikle Batı ve Kuzey Avrupa topraklarındaki endüstrileşmiş ülkelerinde ucuz işgücü ihtiyacını karşılamak üzere yer bulmalarıyla gündeme gelmeye başlamıştır.
Genel
anlamıyla neredeyse tüm göç vakalarında görüldüğü üzere, İslam coğrafyasının
farklı bölgelerinden Avrupa’ya yönelimlerinin üç temel noktada geliştiğini
söylemek mümkün.
Bunlardan
ilki, söz konusu Avrupa ülkelerinin göç politikalarının tanıdığı olanaklarla,
bir başka deyişle bir tür davetler karşısında kasıtlı/bilinçli olarak göçlerin
gerçekleştirilmiş olmasıdır.
İkincisi,
söz konusu süre zarfında İslam coğrafyasının ilgili bölgelerinde neşet
eden çatışma, savaş vb. süreçlerin bir sonucu olarak farklı sosyo-ekonomik
kesimlere mensup Müslüman kitleler sığınmacı olarak Avrupa’ya kabul
edilmişlerdir.
Üçüncüsü
ise, ilgili coğrafyalarda yaşanan sosyo-ekonomik zorluklar karşısında içinde
yasal olmayan süreçlerinde bulunduğu şekilde Avrupa topraklarına geçmişlerdir.
Yukarıda
dile getirilen bu farklı süreçlerle Avrupa topraklarına ulaşan ve orada hayata
tutunmaya çalışan Müslüman kitleler, çeşitli toplumsallaşma süreçlerine konu
olmaları, onların kendi ana vatanlarından kültürel-dini-geleneksel-siyasal
yapılarının taşınması etkisiyle de gündeme geldiğine işaret etmektedir.
Söz
konusu kitlelerin önemli bir bölümünün okur-yazarlık, eğitim, sosyal sermaye,
ekonomik sermaye vb. alanlarındaki görece “fakirlikleri”, zaman zaman
indirgemeci bir bağlama oturtulmaya çalışılsa da, aslında Avrupa topraklarında
birbirinden bağımsız olmayan birden fazla sürece konu olan gelişmeler
yaşanmıştır.
Bunlar
arasında, söz konusu sosyal sermaye fakirliğini gidermeye yönelik çabaların bir
tür öz-öğrenme (self-learning), grup psikolojisi ile oluşan toplumsal
baskının neticesi bilgilenme (information) ile Avrupa toplumsal
yapısının bu “misafir” kitlesi üzerinde oluşturduğu gizli/açık kültürel baskı
neticesinde, öz-savunmacı bir edimle yeniden-kültürlenme/yeniden dindarlaşma
süreçlerine konu olmuşlardır.
Salt
ekonomik nedenlerle ve ev sahibi ülkelerin talepleri neticesinde ve ardından
çeşitli siyasi ve toplumsal gelişmelerle gerçekleşen göç hadiselerinin, Avrupa
gündemini teşkil eden sorunlar yumağına dönüşmesi bütünüyle iç içe
geçmiş/eklemlenmiş sosyolojik vakalar zinciri olarak kabul edilmelidir.
Bir
yanda çatışma, öte yanda asimilasyon ve adaptasyon’a kadar uzanan çeşitli
toplumsal etkileşim boyutları, Müslüman kitlelerin belki de geldikleri
coğrafyalara ve kültürel farklılıklarına bakılmaksızın, Avrupa siyaseti ve
toplumu tarafından bir bütün olarak algılanmalarına neden olan bir dini
ortaklık yapılaşmasına sahip olmuşlardır.
Genel
coğrafi bölgeleri itibarıyla ağırlıklı olarak sekülerleşmiş ve sınırlı coğrafi
alanıyla laikleşmiş Avrupa’nın gündemine taşınan yeni toplumsallaşmalar, ilgili
ülkelerin devlet kurumları marifetiyle müdahale edilmeye matuf yapılar olarak
görülmüştür.
Adına
asimilasyon denilen politikalar dizisinin süreç içerisinde belirli başarılar
elde ettiği söylenebilse de, aynı zamanda göçmen kitlelerinin kimi ölçülerde
öz-asimilasyon süreçlerini de ortaya koyduklarını söylemek yanlış olmayacaktır.
Ancak
bu süreç, temel ayrışma noktasını dini belirlenimliklerin oluşturduğu Avrupa
toplumu ve göçmen toplumlar arasındaki ilişkiler, Avrupa tarihinin geçmişte
bıraktığı din temelli savaşların gizli/açık yeniden bizzat kendi elleriyle
gündeme taşınmasına neden olmuştur.
Avrupa’nın
siyasal yapılaşmasının “öteki” üzerinde gerçekleştirdiği saldırganlığın ‘smart’
bir düzlemle gerçekleşmesi, onun yıkıcı özellik taşımadığı anlamına
gelmemektedir. Aslında olup bitenler, kökleri itibarıyla ele alığında, Avrupa
tarihi açısından kayda değer dönüşümlerden değil, olsa olsa bir devamlılığa
bahsetmek mümkündür.
Avrupa
tarihinin birkaç yüzyıl öncesinde yaşanan Hıristiyan mezhepleri arasındaki uzun
süreli savaşlar, yerini ulus-devletler sürecine bırakmakla birlikte çatışmanın
boyutu, yeni sınırlar üzerinde yükselen devletlerin ekonomik çıkarları
üzerinden şekillenmek suretiyle, sadece Avrupa kıtasıyla sınırlı olmayan
yıkıcılığa yönelmiştir.
Bu
noktada, Avrupa’nın öz-değeri olarak zuhur eden yıkıcılık, Kıta ve İngiliz
Adaları dışında Doğu’dan Batı’ya adına sömürgeleştirilmiş topraklar denilen
bütünde de devam etmesiyle, Avrupa’nın kendi yıkıcılığını farklı coğrafyalara
taşıdığını ortaya koymaktadır.
Bu
dönemin, Avrupa Aydınlanmacılığı’nın ardından gelen dönemlerde gerçekleşmesi ve
bir tezat teşkil edecek denli, bu süreçler boyunca Aydınlanmacı düşünceyi bir
model olarak küreselleştirme iddiasındaki Avrupa için açıklanmaya değer bir
konudur.
Bunun
ötesinde Aydınlanmacılığın, sömürgeleştirilmiş topraklar bütününde egemenliğin
yegâne meşruiyetini sağlayıcı olarak araçsallaştırılması; “sömürgeleştirilmiş
topraklar” söylemi üzerinden, Avrupa siyasal düşüncesinin diğer toplumları ve
bu toplumları var eden kültürel, dini, geleneksel, siyasal yapılaşmaları göz
ardı ettiğinin bariz bir göstergesidir.
Son
yarım yüzyılı aşkın sürede Avrupa topraklarında olan biten, yine Avrupa'nın
geçmişinde ilki din savaşları, ikincisi sömürgecilik gibi iki temel dinamik
döneminin ardından gelen üçüncü safhayı teşkil etmektedir.
Bu
yöndeki örnekleri, Alman milliyetçiliği ile bir tür dini kalıntıların
birleşiminden neşet eden ideolojik yapı yani, Nazizm’de görmek mümkündür.
Nazizm’in
Müslüman kitleler üzerinde sergilediği yıkıcılığa pek de ses çıkarma gönüllüsü
olmayan çevre ülkelerde örneğin Hollanda, Avusturya ve Fransa’da sürecin
temelde aynı, ancak detayda farklılaşarak devam etmesi aslında hiç de şaşırtıcı
değildir.
Bunlar
arasında Fransa’yı diğerlerinden ayıran sahip olduğu laisizm söylemidir. Bir
yanda, Aydınlanmacı düşüncesinin merkezlerinden biri olma öte yandan, din
savaşlarında Katoliklik üzerinde yıkıcı siyasal şiddeti ile öne çıkan
Fransa’nın post-modern dönemde sadece Avrupa’daki Müslüman toplumların değil,
küresel Müslüman camianın tepkisini çekmesi hiç de şaşırtıcı değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder