Mehmet Özay 09.10.2020
İslam toplumlarının tarihin belirli bir evresinde Batı karşısında verdikleri mücadelenin adı olarak zikredilen İslam ideolojisi kavramı üzerinde, akademik ve akademik olmayan çalışmalarla önemle durulduğuna kuşku yok.
Bununla birlikte, bu
söylemi Batılı ve Batılı akademik söyleme entegre olmuş çevrelerin bakış açısının
ya da bu söyleme farkında olmadan eklemlenmiş söylem tarzlarının üzerinde
durdukları birkaç temel husus var ki, tartışılmaya değer.
Bunlar, “İslam
toplumları” ile “Batı ve Batı’nın geliştirdiği tarihsel yayılmacılık”
olgularıdır.
İslam toplumları
tabirinin, genel itibarıyla merkezci özelliği dolayısıyla, -günümüz coğrafi
yaklaşımıyla söylemek gerekirse- Ortadoğu özelinde derinleşmesinin
anlaşılabilir bir yönü olduğuna kuşku yok.
Merkez-çevre ve Hanif
Bununla birlikte,
gerek İslam inancı gerekse İslam toplumlarının gelişim süreçleri dikkate
alındığında, Ortadoğu’nun merkezilik niteliğinin, tarihsel gelişimi bağlamında kanıksanabilir
yönü olmakla birlikte, bunun aynı zamanda dikotomik bir çerçevede, görecelilik
taşıdığını ifade etmek gerekiyor.
İslam dininin
doğuş ve gelişim bağlamında merkeziliğinin, sadece mekânsal düzlemde alındığını
ortaya koyan bu bakış açısı ile İslam’ın evrensel mesajının, söz konusu bu
coğrafi merkez dışında ulaştığı herhangi coğrafi mekân arasında nitelik olarak fark
olmamasıdır dikkat çekilmesi gereken.
İslam dini veya
İslamilik noktasında iki alt birimden daha söz etmek mümkün gözükmektedir. Öyle
ki, İslam’ın ‘haniflik’ olgusu çerçevesinde tarihsel derinliği ve bağlantısı
onun bütüncül bir tarihi bakış açısıyla ele almaya imkân tanımaktadır.
Bir diğeri ise, yukarıda
dikkat çekilen ‘haniflik’ çerçevesinde insan toplumlarının tümünü kuşatıcı
özelliği, merkez dışındaki toplumlarında İslam’ın yayılma sürecinin ötesinde, İslam
öncesi dönemde merkez dışındaki toplumlardan ‘pozitif’ farklılıklarıyla öne
çıkabilecekleri olgusudur.
Takva’nın coğrafyadışılığı
Burada kutsal mesajdan
tek bir hatırlatmanın, inanç noktasında merkez-çevre dikotomisinin geçersizliğine,
sürdürülemezliğine örnek teşkil ettiğini söyleyebiliriz. O da, ‘üstünlüğün takvada’
yolundaki izah, gönderme ve mesajdır.
İslam toplumları
olgusunu, sadece belirli bir coğrafyaya hapsetmek yerine, bir din olarak İslam’ın
ulaştığı coğrafyaları tek tek ve/ya bütün olarak değerlendirmenin hak ve
doğrulukla bağdaşır bir yönü olduğunu ortaya koymak gerekmektedir.
Ya da bir adım
daha ileri giderek, klasik merkez-çevre ilişkisi yerine adına çevre denen
bütünün, kendi başına merkez olabilme niteliklerine sahip olduğu ihtimalinin
göz ardı edilmemelidir.
Batı ve sömürgecilik
Diğer husus, yani
Batı ve Batı’nın geliştirdiği mücadele biçimleri ile süreçlerinin zaman ve uzam
noktasında daraltılmasıyla bağlantılıdır.
Öyle ki, Batı’nın
iki başlık altında değerlendirilmeyi hak eden yayılmacılık sürecinde ilk husus,
bizatihi yayılmacılığın, daha doğru bir tabirle sömürgecilik sürecinin ürettiği
ekonomik yapılaşmanın, Batı’ya kazandırdığı ‘maddi’ ve ‘maddi olmayan’ değerler
silsilesidir. Bununla kastedilen elbette ki, sermaye oluşumu, kapitalizmin
küreselleşmesi ve bunlarla gelen tüm kurumsal yapılaşmalardır.
İkincisi ise, yine
sömürgecilik süreçleriyle, öteki olarak da adlandırılan ve genel itibarıyla İslam
coğrafyalarını da içine alan, aslında süreç içerisinde çeşitli nedenlerle bizatihi
hedefinde İslam coğrafyalarının olduğu bir yapılaşmanın varlığıdır.
Ancak ilginçtir
ki, bazı çalışmalarda sömürgeciliğe hedef olan coğrafyalar sadece Kuzey Afrika
ve Güney Asya ile sınırlandırılmaktadır. Bu yaklaşımın, tarihsel gerçeklikle
uyuşmadığı aşikârdır. Ayrıca, tarihsellik kopukluğa yol açak bu ‘akademik’
tutum, başka kopukluklara da neden olmaktadır.
Bu durum, örneğin Batılı
sömürgeciler marifetiyle Hint Alt Kıtası ile Çin arasındaki ticari etkileşimi kesmeniz
anlamına gelmektedir. Ya da, Hollanda’nın sömürge topraklarının önemli bir
bölümünü oluşturan Takımadalar’ı yok saymanız anlamına gelir. Ki, bu durum, Weberyen
bir yaklaşımla söylemek gerekirse, sadece Batı Avrupa kapitalizmine merkez olan
bir bölgeyi yani, Hollanda ticaret liman şehirlerini göz ardı etmekle kalmaz,
neredeyse kapitalizmin küresel atardamarını hiçe saymakla eşdeğer olur.
Bu ikinci boyut, -yine
değişik tarihsel süreçlere referanslarla tespit edildiğini göz ardı etmeden
söylemek gerekirse, yıkıcılığını maddi ve manevi bağlamlarıyla
gerçekleştirmesiyle dikkat çekmektedir.
Davet ve reaksiyonerlik çelişkisi
İslami ideolojinin
reaksiyoner olarak ortaya çıkışına neden olarak, Batı’nın yayılmacılığı
gösterilmektedir. Bu durumda, Batı’nın yayılmacılığının “son iki yüzyıllık”
zaman dilimiyle sınırlandırılması temel bir hareket noktasını oluşturmaktadır.
Burada iki yüzyıl
ile 19. yüzyıl başından 20. yüzyılın ilk yarısını da içerecek şekilde bir zaman
dilimi kastedildiği ortada. Bu iki yüzyıllık geçmişi, “uzun tarihsel süreç”
demek, aşağıda değinileceği üzere, sömürgeciliğin gerçekte ortaya çıktığı dönem
hesaba katıldığında pek de uzun olarak tanımlanmayı gerektirmiyor.
Sadece bir itiraz
cümlesi olarak, İslami ideolojinin
reaksiyonerlik temelinin sorgulanmaya açık olduğunu söylemek istiyorum. Reaksiyoner
olanı, tam tersi bir yaklaşımla Batı’nın yerleşik İslami toplumlara ve ilişkiler
ağına yönelik girişimde aramak gerekmektedir...
Bu dönemi, yani
19. yüzyılı, sömürgecilik ile tanımlayıp, buna yüzyılın sonuna doğru
emperyalizm süreci olarak yeni bir bakış geliştirilmesi ve hele hele bunun 20. yüzyıl
başı ile daha da önem kazandırılması, ekonomik yayılmacılık ile teritoryal
egemenlik ve askeri yapılaşma süreçlerinin birbiriyle bağlantılı olduğuna
gönderme yapmaktadır.
Ancak,
sömürgeciliği salt endüstri devrimiyle irtibatlandırmak, sömürgecilik sürecinin
çok daha erken süreçlerinde neler olup bittiğini göz ardı etmemize neden olacağı
gibi, endüstrileşme gibi oldukça kapsamlı sürece, hem ekonomik olarak hem
teknolojik olarak nasıl bir çırpıda ulaşılabildiğini de muğlaklaştırmaktadır.
Çevrenin merkeziyetçi özelliği
Buraya kadar
yapılan açıklamalar, girişte dikkat çekilen İslam ideolojisinin nasıl, ne
şekilde, nerede ortaya çıktığı ve sürdürülebilirliği hususunda İslam toplumları
ve Batı/Batı’nın ürettiği tarihsel yayılmacılığı temelinde bazı şeyler
söyleyebilmeye imkân tanıdığı kanaatindeyim.
Burada sömürgeciliğin
erken dönemde yani 1498 yılında Kalikut’a çıkan Portekizlilerin, 1511’de Malaka
Sultanlığı’nı egemenlik altına almalarının sömürgecilik evresinin başlangıcı
olması kadar, hem Avrupa’da yeni sömürgeci güçlerin çıkışını hazırlama hem de
Hint Okyanusu çevresinde Avrupa sömürgeciliğinin sürdürülebilirliğini sağlama
gibi iki temel işleve neden olduğu üzerinde durulmalıdır.
1498 sürecinin bir
tesadüf olmadığı gibi, devamında her yeni seferle sömürgecilik sürecinin
tedrici olarak yapılandırılması ortada bilinçli bir edimin varlığına işaret
etmektedir.
Aslında 1498
sürecinin hedefinin 1511’e ulaşmak yani, dönemin merkezi ticaret özelliği
dolayısıyla, Malaka’nın olması bizi bölgedeki gelişmeler kadar bunun Avrupa’daki
sonuçlarını da yeniden ele almamızı gerektirmektedir.
Tabii, bu kısa
yazıda bu uzun süreçleri değerlendirmek mümkün değil. Ancak burada dikkat
çekilmek istenen husus, İslam ideolojisi
olgusunun bu süreçte neye tekabül ettiğiyle alâkalıdır. 1511 Malaya öncesinde,
1509 Sumatra sürecinin kısa bir döneme ve ilişkilere tekabül etse de, hatırlanılması
ve gündeme getirilmesi gerekmektedir.
Bu coğrafyadaki
İslam toplumunun Portekizlilerin varlığına karşı ‘reaksiyoner’ bir tavır
takınmadığıdır. Aksine, davet edici, kabul edici ve red edici süreçleri ile ilişkinin gelişim seyrini takip
edilmelidir.
Bu çoklu sürecin
hem İslam toplumu ve bu toplumu temsil eden siyasi yapının dünya görüşünü ve niteliğini
ortaya koyması açısından kayda değer bir öneme sahiptir.
Davet edicilik ve
kabul edicilik olgularını İslami bir nitelik olarak değerlendirmek mümkün
olabileceği gibi, bu coğrafyada yaşayan toplumların İslam öncesi dönemde ‘haniflik’
özelliğinin bir gereği olarak, sahip oldukları niteliğin tarihsel devamlılığı
olarak da anlamlandırmak mümkün.
İslam ideolojisi
kavramını sömürgecilik karşısında reaksiyon konuma oturtan tutumların yanılgısı
bilinç veya bilinçsiz olarak gündemde yer almaktadır. Bu durum, sömürgeciliği
başlangıcı, ulaştığı coğrafya(lar) ile buralardaki İslam toplumlarının
yaklaşımları ile yeniden değerlendirmek gerekmektedir.
Bu durum, hem Batı
Avrupa’da kapitalizm bağlamında ekonomik, endüstrileşme çerçevesinde üretim
süreçlerini, hem de İslam toplumlarının sadece Kuzey Afrika ve Güney Asya ile
sınırlı olmayan sömürgecilik karşıtlıklarının anlaşılmasına olanak
tanıyacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder