Mehmet Özay 20.10.2024
Yukarıda, ‘pek çok çevrelerin’ derken, abartarak ifade
ettiğimin farkındayım. Ancak, yakın ve orta-yakın gözlem ve tecrübeler bunu
söyletmeye elverecek veriler içeriyor-,
Öncelikle, yeniden dirilişçilik olgusunun, akademi içinde
ve akademi dışında kabul edilebilecek, iki temel insan kaynağın tarafından
dillendirildiğini tespit etmek gerekiyor.
Akademi dışı çevreleri temelde düşünür, aydın, gazeteci-entellektüel
olarak adlandırma eğilimi söz konusuyken, akademi içi çevreleri uzman,
akademisyen, araştırmacı vb. kavramlarla tanımlama eğimi bulunuyor.
Söz konusu bu, her iki grubu, dirilişçilik düşüncesi alanına
katkıları bağlamında ayırt etmek mümkün...
Bu çerçevede, akademi içi çevrelerin, çokça bir söylem
boşluğu ile hemhâl olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu çevrelerin, bizatihi içinde yer aldıkları akademik
kurumsal yapının doğasını anlamamaktan başlayan ve şu veya bu halde, bu kurumun
içinde yer alma sürecine dahil olmalarının niteliği ve türü ile de yakından
bağlantılı bir husus var..
Bu çevrelerin, öncelikle maddi kaygılarla başlayan
akademi serüvenlerinde, akademi içinde edinilen ve zamanla, bu
öncelikli/biyolojik kaygılarını aşmanın ardından, bir başka açlığı yani, statü
açlıklarını doyurma endişesiyle karşı karşıya bulunduklarına tanık olunuyor.
Kimliği ve aidiyeti ne olursa olsun bu çevrenin,
kendilerini İslam ve dirilişçilik olgularında söz söyleme yeterliliğinde
görmeleriyle birlikte, tartışmanın hakikiliği yerini, etik içi (in-ethics)
ve etik dışılık (out-ethics) tartışmasına bıraktığı gözlemleniyor.
Ancak, bu tartışmayı yapanın, bu çevreler olmadığını ve
hatta, böylesi bir tartışmayı başlatabilme niyeti ve yeterliliğinde
olmadıklarını da özellikle vurgulamak istiyorum.
Karşımızda, oldukça vahim bir durum var, değil mi?
Nihayetinde, bu çevrelerin akademik yaşam serüvenlerinde
özellikle, mevki ve makam bağlamında, ömürleri boyunca sürekli ayakta kalma
mücadelesi vermeleri bir yandan, akademi alanında uzmanlıkları ile var olurken,
öte yandan bu uzmanlıklarıyla doğrusal olarak geliştirdikleri sözde dirilişçi
söyleme katkıları arasında bir ilişki kurmayı arzu ettikleri görülüyor.
Bununla birlikte, bu söylem ve uzmanlık alanında
ilerlerken ortaya konulan argümanların teorik ve pratik yapılarla gizli/açık
çatışmacılığı, onların fark etmedikleri ve fark etmek istemedikleri veya bu
fark edişten aciz oldukları gibi temel bir karakteristik olarak nükseder.
Bu çevreler, bir yandan İslami dirilişçilik gibi gayet
önemli ve yüksek bir olguyu gündeme taşırken, bu soyut bağlamın yanı
başlarında, gündelik yaşamda, kurumlarında ve de ofislerinde karşılarına çıkan
ve her daim tanık oldukları ve tecrübe ettikleri gerçekliklerle
ilintilendirememe gibi bir zaafiyete sahip olduklarını söylemek gerekiyor.
Bu çevreler aslında, öylesine ‘tersinden smart’
bir kişiliği bünyelerine geçirmişlerdir ki, tüm uzlanlıklarına, sahip olduları
bilgi birikimine ve hatta bazılarının, klasik anlamda alim (traditional
scholar) sıfatını taşıdıkları söylenebilecek düzeyde olmalarına rağmen, bu temel,
basit, gündelik tezatları görmeme gibi gayet önemli bir kabiliyeti de
geliştirebilme başarısı göstermişlerdir!
Aslında, bu çevrelerin tüm akademi evrelerinde belki de,
en istikrarlı oldukları konunun bu geliştirdikleri ‘yanlış kabiliyeti’ devam
ettirme konusundaki istikrarlı duruşları ve eylemleridir.
Bu çevrelerin, İslam kültür ve medeniyetine dair
diriltmeyi arzu ettikleri olgular, kavramlar, kurumlar vb. ile temelde bir alış
verişlerinin olmadığını söylemek istemiyorum.
Bununla birlikte, bu çevreye mensup kişilerin özellikle kendilerini
içinde buldukları temel biyolojik, maddi açlığa ve bu açlığın, manevi boyut
içerisinde tezahür etmiş hallerine yani, toplumsal statü edinme vb. süreçlerine
tabi olmaları onların, sözde İslami diriliş konusunda her ne yaparlarsa
yapsınlar, hakiki bir yaklaşım ve söylem ortaya koymalarına mani oluyor.
Haddi zatında, bu ikircikli tezat, onların iddialarından
bizatihi uzaklaşmalarına neden oluyor.
Bu nedenle, bu çevreler öncülüğünde neredeyse tüm
Müslüman toplum, hadi ümmet (ummah) diyelim, sürekli yerinde sayıyor,
debelenip duruyor.
Bu yerinden sayma ve debelenip durmanın sanki, dışardan
bir düşman eliyle, düşüncesiyle yapılıyormuş gibi bir intibaya
kapılabilirsiniz.
Aslında, bu intibayı ortaya koyma maharetini gösteren de,
bu çevrelerin bizatihi kendileri olmalarına şaşmamak gerekiyor.
Nihayetinde, işgal ettikleri makamlar ve statüler
nedeniyle, bu kişi ve çevreler toplumun öncüsü sıfatıyla anılmayı da maalesef
hak ediyorlar/hak ettiriliyorlar!
Müslüman toplumların bu tür insanların liderliğinde
gidebileceği yer neresi diye sorduğunuzda öteye beriye bakmaya gerek yok. Hemen
yanı başımızda olan bitene ya da ol/a/mayan bit/mey/ene bakmak yeterlidir.
Düşman elinin, dün ve bugün nerelerde var olduğunu
biliyoruz. Ve bunu tartışabiliriz de...
Ancak, yeniden dirilişçilik olgusunu göz kamaştırıcı
söylemlerle, rengârenk çizimlerle/sembollerle/diagramlarla ortaya koyma
maharetini sergileyenler ne kendi ailelerini ve içinde yer aldıkları ve
yer-makam işgal ettikleri kurumları ne de, pek de uzakta olmayan hatta,
yaşadıkları şehirlerdeki Müslümanların ya da komşu ülkedeki Müslümanların birer
parçası oldukları ümmetin halini görmeyen, görmek istemeyen tutum ve
davranışları ortada samimi olmayan, ahlâki olmayan, insani olmayan, dini
olmayan bir boyutun veya boyutların olduğuna işaret ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder