Mehmet Özay 24 Mayıs 2022
Bugün, Akif Emre’nin beşinci vefat yıldönümündeyiz… Akif Bey’in vefatını öğrendiğimde yurt
dışındaydım. O günlerde, kendisine haftalık yazımı göndermiş ve cevabını
bekliyordum. Bir yandan da, cevap yazılmadan da yayınlanabileceğini düşünerek, ilgili
medya ortamına göz atıyordum. O sırada, karşıma Akif Emre Bey’in vefatı haberi
çıkmıştı.
Türkiye’den
binlerce kilometre ötede aldığım bu haber, içimde bir şeylerin kırıldığı
hissini uyandırdı bende. Kendisiyle doğrudan iletişimim, sanal ortamda haber ve
bölge konularıyla ilgili görüş alışverişiyle sınırlı, ancak yazılarıyla gayet anlamlıydı.
Bununla birlikte, bu yazışmalar sırasında, uzaktan da olsa bir samimiyetin var
olduğunu düşünüyordum. Belki de bu nedenle, hasbel kader İstanbul’a birkaç kez
yolum düştüğünde ilk uğramak istediğim birkaç kişiden biri Akif Emre oluyordu.
Fazla meşgul etmeden bir selam verip, birkaç kelam etmekle sınırlı bu yüz yüze iletişimin,
yukarıda dikkat çektiğim samimiyetin oluşmasına maddi zaman sınırlılığına
rağmen, gayet önemli bir etkisi olduğunu söyleyebilirim.
Nasıl hatırlamalıyız?
Akif
Emre’nin vefat yıldönümünde öncelikle rahmetle anmak isterim. Bu vesileyle,
“merhum Akif Bey’i nasıl hatırlamalıyız?” sorusu ile birlikte, hayatı boyunca
icra ettiği meslek kadar, belki de bunun ötesinde, sahip olduğu düşünce yapısı
ve yakın çevreden başlayarak belki de, ulusal boyuta kadar uzanabilecek bir
bağlamda, bu düşünce yapısının nasıl algılandığı gündeme getirmekte yarar var
diye düşünüyorum.
Bu
noktada, bir diğer husus olarak “Akif Bey, salt ulusal siyaset konularını ele
alan bir köşe yazarı mıydı?” sorusuna da dikkat çekmek gerekir. Bu soruya
verilecek cevap ancak, onun yazıları dikkatlice gözden geçirildiğinde ortaya
çıkacaktır. Söz konusu yazı çalışmaları incelendiğinde, onun sıradan veya sadece
bir yazar olmadığını da görebileceğimizi düşünüyorum. Bu noktada, yazılarının
sadece köşe dolsun yaklaşımıyla ve basite indirgenerek kaleme alınmadığı,
aksine, ilgili konu her ne ise, onu belli bir düşünce çerçevesinde gündeme
taşımak ve bir tür alternatif görüşle kamuoyuyla paylaşmak olduğunu
söyleyebiliriz.
Bu
yaklaşım, onun sadece ve sıradan bir yazar olmadığını, aynı zamanda kapsamlı
bir dünya görüşü ve düşüncesini yazılarında gündeme taşıdığı ve paylaştığı
anlamına gelir. Bu durumda, karşımızda belirli bir düşünür tipinin, mevcut
medya ortamında kendini ortaya koyabilme çabası vermiş olduğunu açıkça görmekte
yarar var.
Kanımca,
merhum Akif Bey’i farklı kılan ve yazılarının bugün dahi geçerlilik taşımasına
yol açan bu hususiyettir. Öte yandan, bu soruyu sorarken, sadece geçmişe dönük
pasif bir yaklaşımı gündeme taşımak değil, bunun ötesinde aslında onu bir
şekilde bugünün, düşünce oluşumunda ve gelişiminde önemli bir kitle olduğuna
inanılan üniversite gençliği başta olmak üzere toplumun dinamik kesimi
denilebilecek, orta yaş kitlelerin bir yazarı tanımaları gerektiğine ve onun
çalışmalarına göz atmalarının önemine işaret etmek istiyorum.
Dikkatle
üzerinde durulması gereken bir başka husus merhum Akif Bey’in, bir yazar olarak
ulusal siyaset ve olgular çerçevesinde kalmayıp, küresel gelişmeleri İslam
dünyası perspektifinden anlama, anlamlandırma ve bunu açıkça dile getirme
donanımına ve cesaretine sahip olduğudur.
Bu
çabasını, bilinçli ve kasıtlı olarak gündeme getirmiş ve bunu, yazı hayatı
boyunca istikrarlı bir şekilde sürdürdüğü kanaatindeyim. Küresel gelişmeler
içerisinde İslam toplumlarının karşı karşıya kaldığı sorunları, gelişmeleri,
çelişkileri, imkânları yazılarına taşıması, bir şekilde günlük okur kitlelerini
de yazılarıyla birlikte bu evrene taşıması ve bu evrenle tanıştırması anlamına
geliyordu.
Böylece,
adına ‘gündelik’ denilen ve kalıcılıktan uzak olduğu anlaşılan olguların
ötesinde, kalıcı ve anlamlı olanı yakalamaya ve bunu okur kitlesine fark
ettirmeye çaba göstermiştir. Günümüzde, ulus-devlet sınırları içine hapsedilmiş
Müslüman toplumları ve sorunlarını gündeme taşımak; onların sorunları üzerinde
düşünmek ve mümkünse çözüm önerileri sunmak hiç kuşku yok ki, önemli ve zorunlu
bir çabadır ve bu çaba, merhum Akif Emre tarafından hayatının son gününe kadar
ortaya konmuştur.
İslamcı olmak
Akif Emre’nin
vefatının ardından, zaman zaman bazı iç değerlendirmeler, karşılaştırmalar
yapılmış olsa gerek. Öyle ki, aradan geçen süre zarfında bazı kıymetli
dostların, “Akif Emre’den başka İslamcı tanımıyorum.” şeklinde gündeme
getirilen cümlede, abartılı bir yaklaşım olduğu söylenebilirse de, bu abartının
söyleyen kişi tarafından kasıtlı ve bilinçli olarak gündeme getirildiğini de
düşünmek mümkün.
Öyle ki, Akif
Emre’yi bugün sadece bir köşe yazarı olarak değil, yazılarını belirli bir
düşüncenin ve fikrin özelinde gündeme taşıyan ve bu anlamda, kamuoyuna
söyleyecek sözü olan ve bu çerçevede bir düşünür ve fikir adamı olarak
değerlendirilebilecek niteliği kadar, yaşadığı dönemde karşılaştığı zorluklara
rağmen, hak bildiği istikametinden vazgeçmemiş olması gösterilebilir.
Yine bu cümlenin
akla getirdiği varsayılabilecek bir diğer husus, Akif Emre’de var olduğu ifade
edilen değerin, diyelim ki bu İslamcılık olsun, kendilerinde de olduğunu ayan
beyan ortaya koyma noktasında görüş ve eylem beyan edebilecek olanların, onun hayatında
özellikle de, son döneminde ne denli yan yana durabildikleri ve
ilerleyebildikleri konusu tartışmaya açıktır.
Bu noktada,
acaba merhum Akif Emre’nin şahsında içkin olan İslamcı düşünce ve kişiliği ne
denli paylaşılıyordu ve denli etki alanına sahipti üzerinde düşünülmesi gereken
bir diğer konudur.
Süreçte, hasbel
kader edinilen siyasi iktidar vasıtasıyla bürokraside, iş çevrelerinde,
medyanın her türünde, akademide gayet münbit bir imkâna ve maddiyatlaşma ortaya
çıkarken, Akif Emre’nin bırakın bu süreçten pay almayı, belki de dışlanmayı
çağrıştıran tutum ve tavırlara maruz kalması ve bunun hem de içinde yer aldığı,
gelişmesine ve özellikle de, İslamcı bağlamda gelişmesine katkıda bulunduğu
medya ve diğer çevrelerden gelmesi, önemli bir tezatı içinde barındırmaktadır.
Burada,
sergilenen onulmaz hatanın acaba, Akif Emre’nin şahsına yönelik bir tutum mu,
yoksa sahip olduğu ve aslında şahsiyetini belirleyen İslamcı tutuma mı yönelik
olduğu bir başka tartışma konusudur. Her halükârda, bugünden bakıldığında bu
iki olgunun aslında tek bir veçhesi yani şahsiyette somutlaşmış İslamcı bir
boyut olduğu düşünüldüğünde, ona yönelik ilgisizliğin ve göz ardı etmeci
tutumun aslında tam da, düşünce sistemine yönelik bir gizli/açık reddiye olması
gayet önemli bir tehlikeye işaret etmektedir.
Geçtiğimiz
süreçte, çeşitli kurumlarda hasbel kader edinilen ve giderek artış gösteren toplumsal
ve ekonomik statülerin artışı; bunların sıradan ve gündelik gösterge boyutunda
ortaya çıkan araç filolarından kendilerine tahsis edilen araçlar, şoförler
ve/ya hatta -ola ki, başlarına bir hâl gelirse diye edilen güvenlik olgusu;
banka hesaplarının açık ve genişlemeci alanı ile olur olmaz -alt düzey/üst
düzey- davetlerde sosyal ve entellektüel göstergelerinin katlanarak artışı gibi
toplumsal alanlarda edinilen tüm imkânlar -öyle gözüküyor ve anlaşılıyor ki,
sadece gündelik yaşamları değil, inanç ve düşünce örgüsünü de dönüştürmeye
matuf yönleriyle dikkat çekiyor.
Bu dikkat
çekilen imkânlarla hem hal olmuş kesimin -en azından bir bölümünce- düşünür,
fikir adamı telâkki edilen Akif Emre’nin bu tür araçsallıklara karışmamış
olması ya da hak ettiği söylenebilecek imkânları -o da, İslamcı düşüncenin her
alanda gelişmesi noktasında sarf edilecek şekilde kendisine sunulmaması, gayet
şaşırtıcı değil mi?
Cenaze göstergesi
Aslında,
yukarıda dile getirdiğim görüşlerin zihnime doluşması, Akif Emre’nin vefatının
beşinci yıldönümünü yaşadığımız bugünün bir eseri değil. Daha yurt dışındayken,
merhumun cenaze töreniyle ilgili gelişmeleri takip ederken, karşı karşıya
kaldığım ve beni gayet şaşırtan süreçti. Sade bir yaşamın, sade bir cenaze
töreniyle sonlanması ve belki aile mensubiyetinin doğallığı ile kendi köyündeki
mezarlıkta defnedilmesi düşünülebilecek Akif Emre’nin cenazesinin gayet önemli
bir törenselliğe konu edilmesine tanık olduğumda zihnime düşüşmüştü bütün bu
hususlar.
Burada yanlış anlamaya
ve anlaşılmaya mahal yok… Elbette, merhum Akif Emre’nin hayatı boyunca ve/ya
düşünce yaşamının gelişim süreçlerinde kendisine ve de düşüncesine hürmeti,
saygısı olduğu bilinen Mehmet Akif’e komşu olmasından doğal bir şey olamaz.
Ancak doğal
olmayan, yaşamında özellikle de, son dönemde elde edildiği belirtilen tüm imkânlara
rağmen, Akif Emre’nin entelektüel ilgi alanları dikkate alındığında yerli,
bölgesel ve ulusal İslam düşüncesinin anlaşılmasına, geliştirilmesine yönelik
çabaları için önünün açılmamış olması, desteklenmemiş olması bir yana, sanki
yüz üstü bırakılmış hissi veren bir durumun ortaya çıkması ile gündeme
getirilen cenaze töreni arasındaki çelişkidir dikkat çekmek istediğim.
Tam da bu
noktada acaba, “Akif Emre, kendisine ahiret komşusu olduğu Mehmet Akif’in
kaderini mi yaşıyordu?” diye sormadan edemiyor insan. Öyle ya, ulusal kurtuluş
mücadelesinde yer almakla kalmayan, bu mücadeleyi İstiklal Marşı’nı kaleme
alarak anlamlandıran ve kalıcı bir bilinç oluşumuna yol açan, bununla birlikte
hayatının yaklaşık son on yılını büyük çileler içerisinde geçiren bir Mehmet
Akif var karşımızda… Belki de o boyutta olmasa da, günüm getirdiği koşullar ve
imkânlar dikkate alındığında Akif Emre’nin önünün niçin açılmadığı, ümitvar bir
yaklaşımla dikkat çektiği İslamcılığın ulusal, bölgesel ve küresel boyutta
ortaya konmasını sağlayacak süreçlerin niçin desteklenmediğini sormak ve
sorgulamak gerekir.
Bugün
bir eksiklik hissediyorsak ki, hissedildiği kanaatindeyim, onun gibi bir yazar
ve düşünürün aramızda bulunmayışındandır. Bu vesileyle, merhuma bir kez daha
Allah’tan rahmet dilerken, çalışmalarını yeniden ele alınıp okuyacak ve buradan
hareketle İslam
dünyasını anlama uğraşına girişecek yeni okurlar çıkmasını temenni ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder