Mehmet Özay 26.05.2022
ABD başkanı Joe Biden’in Asya-Pasifik gezisi iki ülke ile sınırlı olsa da, iç içe geçen konular ve bölgesel aktörlerin varlığıyla çoklu bir yönelimi içinde barındırıyor.
Başkan Biden’ın
ziyaret sürecinde, Güney Kore ve Japonya ile yapılan ikili anlaşmalar ile ortaya
konulan yeni bölgesel ekonomik birlik, Kalkınma için Hint-Pasifik
Ekonomi Çerçevesi (Indo-Pacific Economic
Framework-IPEF) ile kime, ne tür mesaj veriyor soruları akla geliyor.
Hedef Çin
ABD başkanı Joe Biden’ın
ziyaretinde belki de en dikkat çeken konu, neredeyse tüm görüşmelerin ve
söylemlerin hedefinde Çin’in olmasıydı.
ABD başkanının gerçekleştirdiği
beş günlük ziyaretin tamamına bakıldığında, Çin’in özel bir hedef olarak
seçilmiş olduğu kanaati hakim oluyor.
Bu kanaati
sembolik olarak güçlendiren ise, geçtiğimiz yirmi yıllık süre zarfında ABD
başkanlarının Asya-Pasifik bölgesine yaptıkları ziyaretlerde, içinde Çin’in
olmadığı bir plânlamanın yapılmış olmasıydı.
ABD başkanının,
söz konusu bu Asya-Pasifik gezisini yakın geçmişte ortaya çıkan ve hâlâ etkisi
hissedilen bazı gelişmeler ışığında ele almakta yarar var. Böylece, ABD ve
müttefiklerinin karşısına, niçin Çin’in çıktığını veya hedefe daha net bir
şekilde niçin Çin’in konulmakta olduğunu daha iyi anlamlandırmak mümkün
olabilecektir.
Afganistan: ABD dış politikasında travma
Joe Biden’ın başkanlık
koltuğuna oturmasından bu yana yaşanan gelişmelere göz atıldığında, kovid-19
engelinin aşılmaya başlandığı geçtiğimiz yılın ortalarından sonra, Ağustos
ayında Afganistan’dan çekilme kararı uygulamaya geçirildi.
Bununla birlikte,
Afganistan’da geride bırakılan siyasi miras hiç kuşku yok ki, ABD’nin bu
yüzyılın başından bu yana ortaya koyduğu siyasal ve askeri çabanın anlamının,
hem ulusal siyasette hem de uluslararası çevrelerde sorgulanmasına neden oldu.
ABD’nin
Afganistan’dan çekilmesi ile birlikte rejim değişikliğinin eş zamanlı
gerçekleşmesinin neden olduğu, -tabiri caizse- siyasi fiyaskonun, ABD
kamuoyundaki en önemli göstergesi Biden’a olan desteğin gerileme göstermesiydi.
Aslında,
Afganistan’dan çekilme politikası, Barack Obama dönemi politikalarının bir
mirası olarak gerçekleştirilirken, dış politikada bir devamlılık olarak
anlamlılık taşıyordu.
Bununla birlikte,
Afganistan’da rejim değişikliğinin ve bunun neden olacağı toplumsal, siyasal ve
ekonomik travmanın öngörülememiş olması, bir süper güç olarak ABD’nin dış
politikasının onulmaz bir hatası olarak kabul ediliyordu.
ABD dış siyaseti
açısından, Afganistan’da ortaya çıkan ‘siyasi yarık’ sonrasında özellikle, Orta
Asya coğrafyasını da doğrudan etkisi altına alabilecek gelişmelerde Çin’in
güçlü bir aktör olarak çıkabileceği bir durum oluştu.
Tabii bu
noktada, Rusya’nın Kazakistan’da rejim değişikliği anlamına gelebilecek gelişme
karşısında sergilediği güvenlik eksenli çıkışı ve Çin’in gizli/açık verdiği
desteği de hatırlamakta yarar var.
Bu gelişme hiç
kuşku yok ki, Asya-Pasifik bölgesinde yakından takip edilirken, ABD’nin siyasi
inandırıcılığını yitirmesine ve Biden yönetimine karşı potansiyel bir desteğin ise,
kelimenin en hafif anlamıyla, zedelenmesi anlamına geliyordu.
Rusya: Küresel sisteme müdahale
ABD yönetiminin
karşı karşıya kaldığı ikinci önemli gelişme, Rusya ile Doğu Avrupa’da Ukrayna bağlamında
yaşanan gerginlikti.
Rusya’nın
Ukrayna’yı işgaline karşı, ABD öncülüğünde NATO, Ukrayna’yı savunma konusunda
doğrudan bir müdahale göze alamazken, Ukrayna’nın sanki bir tür seçilmiş kurban
konumunda olduğu yönündeki algı da hiç kuşku yok ki, Asya-Pasifik bölgesindeki
nüfus ve teritoryal olarak küçük ülkeler ve özellikle de, Tayvan tarafından ABD’ye
güven noktasında bir nevi şüpheli yaklaşımın ortaya çıkmasına neden oldu.
Doğu Avrupa
krizinde ana aktör Rusya olsa da, ABD yönetimi ortaya konulan siyasi ve
özellikle de, ekonomik ambargolar nedeniyle diğer ülkeler gibi ve hatta daha
çok Pekin yönetimine “ayağını denk al” uyarısında bulunarak Rusya’ya desteğin bir
karşılığı olacağını söylemekten geri kalmadı.
‘Asya Yüzyılı’na dönüş (mü?)
Asya-Pasifik
bölgesi dışında, son bir yıldan daha az bir sürede yaşanan yukarıda dikkat
çekilen gelişmeler olurken, yine Barack Obama döneminin, ‘Asya Yüzyılı’
projesinin devam ettiricisi olacağı sinyalini güçlü bir şekilde veren Biden yönetimi,
Asya-Pasifik’teki dost ülkelere sözlü mesajlarla sınırlı kalmayan aksine, başkan
yardımcısı Kamala Haris, dışişleri bakanı Anthony Blinken ve savunma bakanı Lloyd Austin gibi
kabinenin önemli isimlerini bölgeye göndererek göstermeye çalıştı.
Bu ziyaretlerin
tümünde hedef, Asya-Pasifik bölgesinde statükoyu değiştirmeye yönelik olarak
Çin’in ortaya koymakta olduğu politikalar karşısında, “yanınızdayız” mesajı oldu.
Ancak bölge
ülkeleri ve toplumları, ABD başkanının kendisinin bölgeye yapacağı ziyaret
olmaksızın ABD’nin ne tür vaatlerle ortaya çıktığına açıkçası pek de gereken
önemi ver/e/miyordu.
Tam da böylesi
bir ortamda, Kuzey Kore yönetimi ABD’nin yaşamakta olduğu dış politika zaafını
ve Asya-Pasifik bölgesine yönelik vaat ettiği yakınlığı beklentilerin aksine,
gerektiği şekilde yapamamasını da fırsat bilerek, nükleer tehdit olasılığını
giderek artırmaktan geri durmadı.
Çin yönetimi
için Kuzey Kore’nin ulusal güvenlik bağlamında önemi hatırlanacak olursa,
Başkan Biden’ın bu ziyaretinde Kuzey Kore’ye yönelik eleştirilerini sadece bu
ülke ili sınırlı tutmamak gerekir.
ABD dış
politikasında söylemlerin ötesinde, son bir yıla yakın bir süredir ortaya çıkan
ve belki de, ‘niyetlenilmemiş eylemlerin sonuçları’ kabul edilebilecek
gelişmeler, ABD’nin küresel sistemde karşısında bulduğu ülkenin aslında Çin
olduğuna işaret etmektedir.
Başkan Biden,
Japonya başbakanı Fumio Kishida ile yaptığı görüşmede Rusya’nın Ukrayna’yı
istila girişimi bağlamında dile getirdiği, “küresel sistemde hakim statükonun,
tek taraflı girişimlerle değiştirilmesine müsaade etmeyecekleri” yolundaki söyleminin
nihai hedefinde Çin bulunmaktadır.
Pekin
yönetiminin özellikle Doğu Avrupa’daki gelişmelerden hareketle Tayvan’a yönelik
askeri bir icraata girişmesi halinde sonucun farklı olacağı mesajını Başkan
Biden gayet açık bir şekilde verdi.
Burada akıllara
hiç kuşku yok ki, “ABD, Doğu Avrupa krizinde Ukrayna’yı niçin yalnız bıraktı?”
sorusu gelse de, Avrupa ile Asya-Pasifik jeo-politiğinin öyle anlaşılıyor ki,
ABD açısından gayet farklı olduğunu söylemek gerekir.
NATO ve AB vurgularının
da dikkate alınabildiği bir Avrupa siyasetinin aksine, ABD’nin Asya-Pasifik’te hem
bölgedeki müttefikleri hem de uluslararası sistem için doğrudan tehdit unsuru
olabilecek gelişmelere yönelik tepkisi gayet açık gibi gözüküyor. Bu noktada, Biden’ın,
Tokyo’da kendisine yöneltilen, “Çin güç kullanarak Tayvan’da kontrolü ele geçirirse,
Washington askeri olarak müdahale bulunur mu?” sorusuna verdiği “Bu, bizim verdiğimiz
bir taahhüt” cevabını yabana atmamak gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder