Mehmet Özay 27.01.2022
Bir süredir, Doğu Avrupa’da yaşanan gelişme, Rusya’nın Kırım işgali sonrasında gözlerin yeniden ve büyük bir dikkatle bölgeye çevrilmesine neden oluyor.
Bir yanda Rusya’nın Belarus’u ve Ukrayna’daki ayrılıkçı
veya Rusya yanlısı güçlerle işbirliği öte yandan, ABD öncülüğünde NATO’nun
Ukrayna’da demokratik yönetim başta olmak üzere Baltık bölgesinin savunmasına
dair attığı adımlar ortada, tam da bir Soğuk Savaş sorununun var olduğuna
işaret ediyor.
Dün’ün işgalleri
Rusya’nın Doğu Avrupa barış bölgesine halel getirecek
yaklaşımı, Soğuk Savaş günlerinin sıcak günlerini hatırlatıyor. O dönemki
adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) özellikle, yaklaşık on
yıl arayla Macaristan ve Çekoslavakya işgali Batı’da bir şok etkisi yaratmıştı.
Ancak, gelişmeler karşısında, Batı herhangi ciddi bir girişimde
bulun/a/mamıştı.
Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in, Soğuk Savaş
dönemi yetiştirmesi olduğu hatırlandığında, bugün Rusya’nın Ukrayna üzerinde
sergilemek istediği siyasi kontrol, belirli bir anlama oturmaktadır. Yani Rusya
açısından bakıldığında ortada, gayet önemli bir tecrübeden bahsetmek mümkün
gözüküyor.
Soğuk Savaş dönemi ideolojisi zihninde yer etmiş olan Putin
özelinde bu tecrübe, komşu ülkelerdeki demokratikleşmeye yönelik kuşku şeklinde
karşılık bulurken, Batı’nın siyasal ideolojisi ile bütün bir eski SSCB
toplumlarını dönüştürme ve/ya kendine eklemleme arzusuna tepkisellik ile
somutlaşıyor.
Ukrayna bir ‘çıkış’ kapısı
Bu noktada, sorun tek başına Ukrayna’ymış gibi gözükse de
aslında, bundan çok daha geniş ve büyük bir alanı kapsıyor. Bugünkü gelişmede,
“Niçin Ukrayna?” sorununun cevabı ise, 2013 yılındaki benzer bir egemenlik
hakkını gasp girişimi sonrasında Ukrayra’da, Batı ile entegrasyon konusunda hem
kamuoyunda hem de siyasi çevrelerde önemli bir gelişmenin ortaya çıkmış olmasıdır.
Rusya cephesinden bakıldığında, hiç kuşku yok ki, yanı
başındaki bir ülkenin, yani Ukrayna’nın Batı kulübü- yandaşlığına çekilmekte
oluşuna tahammül gösterememesi sorunun görünür yönünü oluşturuyor.
Şayet Moskova yönetimi, Ukrayna’daki siyasal ve toplumsal
değişimi bu şekilde değerlendiriyor ise, mevcut sorunu tastamam 1989 dağılma
sürecinde yaşanan değişime karşı olmasıyla ortaya koyuyor demektir. Bu noktada,
güvenlik meselesinin sadece Ukrayna ile sınırlı olmadığını, aksine Doğu
Avrupa’da ve Kuzey Avrupa’da eski SSCB’nin güdümündeki tüm ülkelerde, Putin
etkisinin göründüğünü gizli/açık ortaya koyuyor demektir.
Çelişkili açıklamalar ya da bekle-gör politikası
Öte yandan, Moskova’dan yapılan açıklamalarda, Ukrayna’ya
yönelik bir işgal niyetinde olunmadığı yönündeki yaklaşıma karşın, böylesi bir
işgalin olmayacağını bir şarta bağlamış olması gözlerden uzak tutulmamalı. O
şart da, Ukrayna’nın olası bir AB üyeliğinin ve/ya NATO üyeliğinin
gerçekleşmesidir.
Rusya’nın işgale yanaşmayacağı yönündeki söylemine
karşın, Ukrayna’nın ve Batı ülkelerinin tedbiri elden bırakmamakta ısrarcı
oldukları görülüyor. Bu tedbir, Rusya’nın fiziki olarak askeri gücünü,
Batı’sındaki Ukrayna sınırına taşımasıyla, gayet rasyonel bir temele
dayandığını söylemek gerekiyor.
Moskova yönetiminin, sayısı 100 bin’i bulan askeri gücü
sınıra hareketlendirmesi karşısında Putin’in, Ukrayna’da ulusal egemenliği işgale
yönelik bir teşebbüsümüz olmayacak açıklaması çelişkili bir duruma işaret
ediyor.
Söz konusu bu yaklaşım, Rus yönetiminin, hele bir de ağır
kış şartlarında askeri birliklerinin hareketliliğiyle, orduyu dayanıklılık
testine tabi tutmak gibi bir amacı olduğu yönünde naif bir yaklaşıma
sürükleyebilir.
Belki de, şimdilik bu ikinci görüşün haklılığını, Ukrayna
yönetim çevrelerince yapılan açıklamalardaki, Rus birliklerinin ‘savaş
konumunda olmadıkları’ yönündeki görüşle kendini ortaya koyuyor. Ancak, her
halükârda ortada bir tehdit algısının gayet yüksek olduğunu da söylemek
gerekiyor.
Söz konusu tehdidin gerçekliği ile hissedilen boyutu
arasındaki fark, Kuzey Avrupa’da yani, Finlandiya ve Baltık ülkeleri Litvanya,
Estonia, Latviya gibi ülkelerde bile askeri hareketliliğin ortaya çıkmasında
kendini ortaya koyuyor.
Bu yaşananlar, sorunun salt Ukrayna ile ilgili
olmadığını, aksine, yukarıda dikkat çekildiği üzere, Avrupa’da Soğuk Savaş
döneminin sancılı günlerini anımsatan bir dönemin yaşanmakta olduğunu ortaya
koyuyor.
Görüşmeler ve talepler
Rusya’yı, Ukrayna üzerinde askeri bir harekâta
girişmekten men edecek siyasi görüşmelerin bugüne kadar sonuçsuz kalmasında ABD
ve NATO bağlamının inandırıcılığındaki zafiyet kadar, bu sürece eşlik eden bir
başka boyutun yani, yaptırımlar meselesinin ne denli ciddi bir karara tekabül
ettiğiyle alâkalıdır.
Bu çerçevede, ABD liderliğindeki NATO veya Batı
ittifakının Rusya’ya yönelik yaptırım söyleminin, daha önce bazı ülkelere
benzer yaptırımlarla ortaya konduğunu hatırlamakta yarar var. Örneğin
Myanmar’a, Kuzey Kore’ye, İran’a uygulanagelen ve halen devam eden yaptırımlara
rağmen, söz konusu bu ülkelerdeki rejimlerin ve liderlerin bu yaptırımlardan –bir
ölçüde, İran hariç olmak üzere- pek de etkilendiklerini söylemek mümkün
gözükmüyor.
ABD’nin bu yöndeki uluslararası politikalarını yakından
takip eden Moskova yönetiminin, kendine yönelik böylesi bir tehdidi ciddiye almayacağı
ortadadır. Kaldı ki, adı geçen ülkeler ile Rusya’yı yaptırımlar konusunda aynı
kefeye koymak da, pek mümkün gözükmüyor.
Küresel bir siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın yeni bir
göstergesi olarak dikkat çeken gelişme, ABD açısından, Afganistan sonrası
NATO’nun düştüğü durumun, yeniden ve ciddi bir şekilde değerlendirilmesini
gerektirdiğini söylemekte yarar var.
Öte yandan, Doğu Avrupa’daki bu gelişmenin, ABD’nin
müttefik ülkelerle Güney Çin Denizi’nde Çin’e karşı askeri hareketliliği
hatırlandığında Joe Biden yönetiminin birden fazla cephede özellikle askeri
açıdan güç sergileme arzusu ve buna yeter bir kabiliyetinin de üzerinde
durulmasını gerektiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder