Mehmet Özay 26.01.2022
Sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası çalışmalarımda ve derslerimde, başta Osmanlı Devleti olmak üzere, içinde bulunduğumuz coğrafyadaki toplumlar ile bu coğrafyaya, şu veya bu şekilde, uzun bir tarihi geçmiş ve ilişkiler boyutuna bağlı olarak dini-kültürel ve siyasi olarak eklemlenmiş toplumlar arasında belirgin bir farkın olduğunu ifade etmeye çalışıyorum.
Dini-kültürel birlikteliğin, benzerliğin olduğu toplumlar
kadar, bunların dışında tam da, dersin başlığında dile getirilen sömürgecilik
süreçleri noktasında paylaşılan, bir başka grup coğrafya ve toplumun
varlığından söz etmek mümkün.
Bu kısa yazıda dikkat çekmek istediğim husus, içinde
bulunulan coğrafyanın hangi tarihsel süreçlerine bakılmalıdır ki, sömürgecilik
ilişkilerini doğru bir şekilde anlaşılabilsin.
Sömürgecilik ve emperyalizm zıtlığı
Burada, hemen şunu hatırlatmakta fayda var. Özellikle,
Türkiye’deki akademi dünyasında -görebildiğim kadarıyla- sömürgeciliği, 19. yüzyıl
ikinci yarısı ve 20. yüzyıl ilk yarısı ile sınırlandıran ve bunu ilgili
akademisyenlerin ideolojik tercihi/bağlılığı veya belki de, edindikleri yanlış
bilgi üzerine emperyalizm olarak adlandırma gibi bir tuhaflıktan da söz etmek
gerekiyor. Çünkü, sömürgecilik ve emperyalizm arasında gayet önemli bir fark
var…
Bunu belki de, sömürgecilik sürecini doğrudan tecrübe
etmemiş bir geçmişin varlığı ve dolayısıyla bu alanı detaylı bir şekilde anlama
çabasının sergilen/e/memesiyle açıklamak mümkün.
İkincisi yani, emperyalizmin ise Soğuk Savaş yıllarının
odağındaki ideolojik ayrışmaların belirleyiciliğinde, Batı ve özelde Amerikan
karşıtlığını ifadede, bu kavramın popüler çekiciliğine sığınılan bir yaklaşımın
ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Tabii bu tartışma, bir başka yazının/çalışmanın
konusu.
Osmanlı, diğerleri ve sömürgecilik
Bu çerçevede, örneğin, Osmanlı Devleti’nin diyelim ki
Hint Alt Kıtası, Malay Dünyası ve Afrika’nın belirli bölgelerinde yaşandığı
şekliyle, sömürgeleştirilmediği olgusu üzerine vurgunun öne çıktığına tanık
oluyoruz. Bununla birlikte, sömürgeciliği Batı Avrupa güçlerinin siyasi, idari,
dini ve askeri varlıklarının bütünü olarak anladığımızda, bu yaklaşımda pek de bir
yanlışlıktan söz edilemeyeceği söylenebilir.
Bununla birlikte, Osmanlı Devleti’nin
sömürgeleştirilmemiş olmasını ya da öteki coğrafyaların sömürgeleştirilme süreçlerini
nereden nasıl başlatmak gerektiğine değinmek gerekir. Öyle ki, bu süreci, Portekizlilerin
1498’de Hindistan’ın batı sahillerindeki liman şehirlerinden Kalikut’a
çıkışlarıyla beraber, 15. yüzyılın son birkaç yılından başlayan, 16. yüzyılın
ilk yıllarından itibaren giderek ivme kazanan tarihsel süreçler çerçevesinde
değerlendirmek gerekiyor.
Bu tarihsel gerçeklik ile Osmanlı Devleti’nin ve/ya diğer
benzeri coğrafyaların, 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren ve 20. yüzyılın ilk
on yılları boyunca sırasıyla Rusya ile olan savaşlar, Balkanlar, Kuzey Afrika
ve Hicaz bölgesi ile 1. ve 2. Dünya Savaşları’yla farklı bir belirlenime konu
olan toprak kayıplarıyla somutlaşan sömürgeci güçlerin varlığının çeşitli
boyutlarına maruz kalması arasında, gayet önemli farklar bulunmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin, sömürgeciliğin -yukarıda kısaca
dikkat çekilen- erken yüzyıllarında toprak bütünlüğünü ve hatta dönem dönem toprak
kazanım süreçlerini devam ettirebildiği görülür.
Buna karşın, Osmanlı Devleti’nde giderek savaş
meydanlarındaki kayıpları ve bunun ordu sistemindeki bozulmayla ilişkisini; bu
askeri süreçlerdeki değişimin devletin geniş topraklarındaki tarım (tımar
sistemi) ve ticaret dünyasına doğrudan etkisinin ve etkileşiminin önemini
temelde sürekli vurgulanagelen hususlardır.
Osmanlı’nın var ol/a/madığı alan
Bununla birlikte, Kara İpek Yolu’ndan ziyade, giderek
daha çok Batı Avrupa sömürgeciliğinin belki de, çıkış nedeni olarak
gösterebileceğimiz şekilde, geleneksel Deniz İpek Yolu’nun (maritime / Silk
Road) veya Baharat Yolu’nun (spice route), yeni küresel ticaret
dünyasında olağanüstü denilebilecek ekonomik ve siyasi kazanımları ve bunlara
eklemlenen politik-ekonomik sistemlerin değişimine/evrimine yol açtığını akılda
tutmak gerekiyor. Bu iki temel ticaret güzergâhının özellikle, denizler
boyutunda Osmanlı Devleti’nin coğrafi yakınlığının ve ticari bağlılığının ne
denli hayati olduğunu unutmamak gerekir.
Sömürgeciliğin başladığı 16. yüzyıl başlarından, Osmanlı Devleti’nde
gerilemeye mani olmak üzere Batılılaşmanın kaçınılmazlığının ortaya çıktığı, 19.
yüzyıl ikinci yarısına kadar geçen sürede olan bitenin sadece Osmanlı’nın siyasi,
ekonomik ve askeri alanda yapıp edemedikleriyle ilişkili olmadığı, daha da
ötesi ve aksine, Osmanlı siyasi eliti tarafından Batı Avrupa sömürgeciliğinin süreçte,
nereden nereye evrildiğinin fark edilememiş olmasında aramak gerekir.
Sömürgecilik ve Batı Avrupa’da yeni bir
ekonomik yapılaşma
Bu noktada, sadece bir görüşle yani, Harold J. Laski’nin Avrupa
sömürgeciliğinde yaşanan dönüşümlerle bağlantılı olarak dile getirdiği, “… yeni
maddi koşullar, yeni toplumsal ilişkileri doğurdu.” ifadesine vurgu yapmakta
yarar var.
Batı Avrupa nasıl ki, sadece uzun erimli ticaret
süreçleriyle hazinelerini doldurmakla kalmamış, Doğu ticaret dünyasının
gerçekliklerinden, zorluklarından, karşılaşmalarından da hareketle, yeni bir
politik-ekonomi sistemini -yani, bütün sistemik unsurlarıyla Batı Avrupa
kapitalizmini- ortaya çıkartabilmişler ise, Osmanlı Devleti’nin -şayet
kayıplarından bahsedeceksek-, askeri, siyasal ve ekonomik gerçekliğini sırasıyla
sadece Orta Avrupa, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Hicaz gibi bölgelerden
başlayarak toprak kayıpları ile açıklamak bizi pek bir yere getirmeyecektir.
Halen yapılmakta olan çalışmaların da, var olan bu izden hareket etmesi, yakın
gelecekte de bir yere ulaşılamayacağının alametidir.
Osmanlı Devleti’nin asıl neyi kaybettiği ya da neyi fark
edemediği olgusu, kanımca mevcut çalışmalarda yukarıda kısaca dikkat çekilen,
askeri gerileme, toprak kayıpları, siyasi çöküş süreçleri ile sınırlandırılmış
gözüküyor.
Oysa bunun dışında ve ötesinde, Batı Avrupa özellikle,
Doğu denizleri ki, burada geniş Hint Okyanusu’nun Doğu Afrika sahillerinden
başlayan ve çeşitli boğazlar ve ara denizler ile bir yandan Japonya’ya öte
yandan, Takımadalar’ın en doğusunda Banda Adaları’na, -günümüzdeki
Endonezya’nın doğusuna tekabül eden topraklar- bağlanan eklemli yapısını
dikkate almak gerekiyor.
Biraz cesurca bir yaklaşımla, Atlantik’teki sürecin
aksine, Hint Okyanusu bağlantılı ticaret yapılanmalarının Batı Avrupa’nın
ekonomik ve siyasi var oluşuna zemin hazırladığı gibi, kapitalizmin
kurumsallaşmasında da gizli/açık, bilinçli/bilinçsiz önemli bir etkisi olduğunu
söylemek istiyorum.
Hatta, bu etkinin bugün nasıl sürdürülmekte olduğuna
tanıklık ediyor oluşumuzu belki de, bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Weber ne diyordu ya da ne demiyordu?
Max Weber, kapitalizmin rasyonalitesinin nasıl ortaya
çıktığı yönünde ortaya attığı sorusu karşısında gündeme getirdiği ‘bilimsel’
tezini, Protestan Ahlâkı’na dayanırken, buna alternatif olarak Werner Sombart, -hemen
hemen aynı dönemde-, kapitalizmin gelişimini bir başka dini grubun dini inanç
yapısıyla yani, Yahudi Ahlâkı ile açıklama gayreti ile karşılaşılır.
Bugün belki, Weber’in tezi -kanımca bambaşka nedenlerle-
genel bir kabul görmüşse de, aslında tartışma ilk günden bu yana devam
etmektedir. Öyle ki, Weber’in tezini Felemenk (Hollanda) dünyasının
örneğin, Amsterdam gibi erken sömürgecilik evrelerinden itibaren, küresel bir
ticaret şehri unvanına sahip olmuş şehrin demografik yapısı, bu yapının ticaret
dünyasıyla ilişkileri vb. gibi tarihsel verileriyle çeliştiği gerekçesiyle
karşı çıkan Hollandalı tarihçiler bulunmaktadır.
Bir yandan Weber, öte yandan Weber’e alternatif olarak
gündeme getirilen Batı Avrupa kapitalizminin kökenine dair yaklaşımlarda eksik
olan noktanın Batı Avrupa sömürgeciliğinin önemidir. Amsterdam konusu da
aslında, tam da bununla ilintilidir. Bu noktada, Hint Okyanusu özelinde
gerçekleştirilen Hollanda sömürgeciliğinin Amsterdam’ı nasıl bir küresel
kapitalizmin merkezi yaptığını iyi anlamak gerekiyor.
Öte yanda, yine genel bir kabul olarak kapitalizm ile
ilişkilendirilen İngilizlerin belirli dönemlerdeki tartışmalarda ortada
olmaması da, gayet ilginç. İngilizlerin sömürgecilik sürecinde Hollandalılar
ile rekabeti sadece, kimin daha çok sömürü gerçekleştirileceğiyle ilintili
değildir. Aksine, ticaret dünyasının yapılaşması, kurumsallaşması ve bir
politik-ekonomi olarak ortaya konmasındaki rolleriyle Hollandalıların
belirleyiciliği üzerinde durulmaya değerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder