Mehmet Özay 07.01.2022
Japonya ve Avustralya iki ülkesi dün yani, 6 Ocak Perşembe günü, ‘tarihi’ olarak adlandırılan, “Karşılıklı Erişim Antlaşması (Reciprocal Access Agreement) adıyla anılan, ‘savunma ve güvenlik işbirliği’ antlaşması imzaladı.
Yeni yılın daha bu ilk haftasında Asya-Pasifik bölgesinde
biri, bölgenin kuzeyinde diğeri ise, güneyinde Japonya ve Avustralya gibi iki
önemli ülkesi arasında, sanal ortamda gerçekleştirilen toplantı ile bir
güvenlik antlaşmasının imzalanması küresel kamuoyunda dikkat çekici bir gelişme
olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.
Japonya başbakanı Fumio Kishida ile Avustralya başbakanı
Scott Morrison arasında imzalanan antlaşmanın, Çin’in yayılmacı eğilimleri
karşısında ‘caydırıcı’ niteliğiyle öne çıkarken, aynı zamanda, ‘bölgesel
işbirliğine’ katkı yapmasının amaçlandığı belirtiliyor.
İki taraf askeri birliklerinin karşılıklı egemenlik
alanlarında faaliyetlerine olanak tanıyan söz konusu anlaşma, bir buçuk yıldır
süren görüşmelerin sonuçlandırılması anlamı taşıyor.
Burada sorulması gereken soru, böylesi bir antlaşmaya
niye ihtiyaç duyulduğudur. Antlaşma vesilesiyle liderlerin yaptıkları
açıklamalar kulak kabartıldığında ortada yine ‘Çin faktörü’ olduğu
görülmektedir.
Antlaşmanın gerekçelerine dair
Birbirine sınır teşkil etmeyen, Asya-Pasifik bölgesinin
kuzey-güney hattında yer alan iki ülkesi arasında imzalanması hiç kuşku yok ki,
hedefte Çin’e karşı yeni bir ittifak oluşumuna işaret ediyor.
Çin’in özellikle, 2013 yılından başlayarak Güney Çin
Denizi’nin yüzde 90’ında teritoryal hak iddiası ve bu yönde attığı askeri ve
ekonomik yapılaşma adımları, bu geniş suyoluna komşu ülkeler kadar, bu
suyolunun uluslararası öneminden ötürü ABD, Japonya ve Avustralya gibi ülkeler
tarafından da yakından takip ediliyor.
Sadece geçen yıl dörtlü ittifak Quad (ABD,
Japonya, Hindistan ve Avustralya) ile üçlü ittifak Aukus’a (ABD,
İngiltere ve Avustralya) bakılarak acaba, Japonya ve Avustralya arasında niye
böylesi bir savunma işbirliği anlaşmasına gerek vardı diye soru gündeme
getirilebilir.
Bunun bazı açık gerekçeleri olduğunu söylemek mümkün. Birincisi
bölgenin yani, Asya-Pasifik’in, ABD’den bağımsız olarak Çin’e karşı, ‘… Asıl ev
sahipleri olarak bizler…’ mesajının iki ülke lideri tarafından verilmek
istenmektedir.
Bu anlaşma, Pekin yönetiminin, son on yıldaki bölgenin
güvenlik eksenli yeniden yapılaşmasında sorunlu güç olarak ABD’yi hedef almasına
ve ABD yönetimlerini bölgede istikrarsızlığı ve güvensizliği tetiklemekle itham
etmesine verilmiş bir cevaptır.
Bu durum, bir şekilde ABD’nin savunulması anlamı
taşımıyor elbette. Aksine, bölge ülkelerinin karar alma ve gelişme konusundaki
siyasal aktörlüklerini ortaya koyuyor.
Bu noktada, söz konusu güvenlik anlaşması ile bölge
ülkelerinin bizzat kendilerinin Çin’e karşı bir inisiyatif geliştirmede
kararlılıkları ve bu noktada gizli/açık ABD’den bağımsız hareket
edebileceklerini ortaya koymaktadır.
Bu gelişme, hiç kuşku yok ki, Çin yönetimince yukarıda
dikkat çekilen argümanını ortadan kaldırmaya yeter bir hususa işaret
etmektedir.
İkincisi, Japonya açısından önem taşımaktadır. Japonya, sabık
başbakan Şinzo Abe döneminde gündeme getirilen, ülkenin savunma ve ordu
yapılanmasını ulusal sınırların dışına taşıma ve askeri teknolojik ve alt yapı
süreçlerini, kendine yeter bir düzeye çıkarmak arzusunda olduğunun
göstergesidir.
Çeşitli kaynaklarda dikkat çekildiği üzere, Japonya’nın
son dönemde genel bütçede askeri harcamalara ayırdığı paydaki tedrici artış, bu
yönde ‘istikrarlı’ adımlar atmakta olduğunun işaretidir. Bunun teyidi ise,
2022-23 bütçe taslağında askeri harcamaların rekor düzeye çıkmasıdır.
Japonya’yı bu yönde yeni politikalara sevk eden hiç kuşku
yok ki, kendisini Çin ve Kuzey Kore’nın potansiyel saldırı tehdidi altında
hissetmesidir. Bu noktada, Japon savunma bakanlığı yetkilileri de bu durumu
açıkça dile getirmekten çekinmiyorlar.
Dolayısıyla söz konusu bu antlaşmanın, Japonya’nın
herhangi bir ülkeyle imzaladığı, askeri anlamda “Karşılıklı Erişim”e dayanması
yukarıda dikkat çekildiği üzere, Japonya’yı uluslararası arenada bağımsız bir askeri
aktör konumuna getirmenin de bir adımıdır.
Üçüncüsü, Avustralya’nın Pasifikler’de Çin’in yayılmacılığıyla
karşı karşıya kalmasıdır. Son dönemde, Çin’in Pasifik’de Adalar ülkeleriyle
çeşitli alt yapı yatırımları yöntemiyle yakınlaşma çabaları, Çinli turistlerin
yeni tatil destinasyonları olarak hizmet görmesi Avustralya tarafından yakından
takip ediliyor.
Dördüncüsü, ABD dışında ve genel itibarıyla Batı siyasal dünya
görüşünün yani demokrasi, liberal politikalar, serbest ticaret, uluslararası
ulaşım ve güvenlik, şeffaflık, vb. değerlerin Japonya ve Avustralya tarafından
paylaşıldığının bir kez daha teyidi anlamına geliyor.
Bu, daha önceki süreçlerde de karşılaşılan
kavramsallaştırılması, “Hint-Pasifik bölgesinde ulaşım dahil ticaretin
serbestiyeti’ ile ortaya konulmaktadır.
Beşincisi, Avustralya başbakanının demecinde ifade ettiği üzere, bölge
için bir dönüm noktası olarak da adlandırılan bu antlaşma, diğer benzeri
anlaşmalardan farklı olarak, “iki ülke arasında karşılıklı işbirliği konusunda
gayet açık bir çerçeve” sunmaktadır. Bu durum, bir başka ifadeyle Japonya ve
Avustralya’nın ortak askeri hareket kabiliyetleri sergileyebilecekleri anlamına
geliyor.
Japonya ve Avustralya arasındaki savunma ve güvenlik
işbirliği anlaşması, yılın ilk günü yürürlüğe giren Bölgesel Kapsamlı Ekonomik
İşbirliği (Regional Cooperation of Economic Partnership-RCEP) ile
çeliştiği yönünde bir düşünceyi akla getirebilir.
Ticaret ve yatırım gibi ekonomik işbirlikleri, ülkelerin
birbirleriyle olan güvene dayalı ilişkilerinin varlığı kadar, bunun
geliştirilmesine yönelik bir algının olduğuna işaret etmektedir.
Bununla birlikte, dünkü antlaşma, bu ekonomik blok
içerisindeki aktör ülkelerin aralarında, güvenlik gibi farklılaşan bağlamların
var olduğunu ortaya koymaktadır.
Asya-Pasifik özelinde, aslında taraflardan birinin Çin
ile -kayda değer bir genellemeyle söylemek gerekirse-, bütün üye ülkelerin
‘öteki’ olduğu bir güvenlik farklılaşmasının var olduğunu da bir kez daha dünya
kamuoyuna göstermiş durumdadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder