Mehmet Özay 28.01.2022
Geçtiğimiz 23 Ocak günü, İttihat ve Terakki Fırkası’nca gerçekleştirilen 1913 darbesinin 109. yılıydı.
23 Ocak 1913’te İttihad ve Terakki Fırkası tarafından,
dönemin hükümetine bir başka deyişle, Kamil Paşa kabinesine yönelik olarak
yapılan darbe, hiç kuşku yok ki, Trablusgrap Savaşı ile Balkan Savaşları’nın ilk
safhası gibi dönemin şartları içerisinde değerlendirilmelidir.
Bununla birlikte, bir cemiyet olarak Meşrutiyet gibi
büyük ideallerle başlayan İttihat ve Terakki’nin, aradan geçen süre zarfında
bir siyasi partiye evrilmesiyle, ideallerle–reel politik arasındaki denge
yerine, ikincisi lehine gelişme gösteren bir sürecin ortaya çıktığı
görülmektedir.
Bu noktada, bir siyasi partinin salt bir eylem biçimi
olarak değil, bunun ötesinde büyük ideallerle başlanan ve nihayetinde
gerçekleştirilen Meşrutiyet yönetimine karşı da söz konusu bu darbe, bir yok
edici girişim olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir.
Her halükârda, söz konusu bu darbe, 1908, 1909
süreçlerinde belirleyici olmasına rağmen, iktidarı kendi tekeline alamayan
İttihadçıların, aradan geçen yaklaşık beş yıllık süre sonrasında, bir darbe ile
yönetimi ele geçirmeleri anlamına geliyordu.
İyi niyetle veya objektif bir yaklaşımla ele alındığında,
darbe/ler süreci ve bu süreci yöneten yöntemlerin, İttihad ve Terakki’nin
başlangıçtaki Meşrutiyet talebi ve böylesi bir rejimi getireceği özgürlüklerle
ve buna dair sahip olduğu tüm ilkeleriyle çeliştiğini söylemek gerekiyor.
Bu noktada, hiç kuşku yok ki, ortada, birbirinden gayet
farklı siyasal unsurları bünyesinde barındıran bir ‘Cemiyet’ten ‘Fırka’ya
(siyasi partiye) dönüşen yapının, kendi iç bütünlüğünde yaşanan bozulmaların,
kırılmaların belirleyici olduğu ortadadır.
Öyle ki, İttihad ve Terakki’nin bu iki farklı dönemi
yani, iktidar öncesi (cemiyet) ve iktidar sonrası (parti) olarak
değerlendirildiğinde, Meşrutiyet’le birlikte ortaya konulması beklenebilecek bir
siyasal ve toplumsal gelişmeden ziyade, siyasal bir yozlaşmanın giderek hakim
olduğu anlaşılıyor.
Bu dönüşümü, gizli bir cemiyetin ‘ulvi denilen emelleri’
ile ardından, dahil olunan aktif siyasal yaşamın gerçeklikleri veya imkânları
karşısında siyasal ahlâka direnememe gibi bir durumla karşılaşılır. İktidar
olma arzusu, ilkelere bağlı siyaset yapmanın önüne geçer.
Bazı çalışmalarda dile getirildiği üzere, iktidar olmanın
sağladığı doğal denilebilecek imkânları, “gayri meşru istifadeler temin etmek isteyenlerin
entrikalarına kapılarak, bünyesinde zaaflar ve tefrikalar baş göstermesi” gayet
manidardır.[1]
Dönemin meşru kabinesine yönelik bu darbenin, bir iç
siyaset gelişmesinde dönemin siyaset yapma biçimlerine uygun olmak yerine,
tıpkı 1890’lerin ikinci yarısından itibaren oluşmaya ve gelişmeye başlayan
İttihadçıların zihinlerinde, devrim olgusunun gayet kullanışlı bir model
olduğunu ortaya koyduğunu iddia etmek mümkün.
Meşrutiyetle birlikte, İttihadçıların karşısında artık,
2. Abdülhamid olmamasına karşın, Osmanlı Devleti’nde bir anlamda, rejimin
Meşrutiyet’e dönüştürülmesini sağlamakla gurur duymalarına rağmen, temelde
hedefin tüm iktidar aygıtını ele geçirmek ve bunu her şeye rağmen, sürdürülebilir
kılmak olduğu anlaşılıyor.
Darbenin ardından Said Halim Paşa’nın sadrazamlığı ve
ardından 1. Dünya Savaşı yılları gelir…
Bununla birlikte, içerisinde gayet farklı ideolojik
fraksiyonları bünyesinde barındırmakla birlikte, İttihadçıların yegâne
özelliğinin bu olmadığı da, diğerleri bir yana, 1913 darbesinde, ‘dış
unsurların aktif katılımıyla’ kendini ortaya koyuyor.
Öyle ki, 1913 yılı Ocak ayında, dönemin sadrazamı yani,
başbakanı konumundaki siyasetçisi Kamil Paşa’ya yönelik suikast plânının arkasında,
Almanya’nın İstanbul
büyükelçisi baron Mareşak Dö Biyberştayn ile Müşir Golç Paşa’nın bulunduğu
yönündeki yaklaşımlar dikkat çekicidir.
Kamil Paşa, o gün meclise
gelmemekle suikasttan kurtulmasının ötesinde, aslında İttihadçıların sahip
oldukları ve adına ‘fedailer’ denilen ve o gün meclis binasında ve hatta
yakındaki Ayasofya Meydanı’ndaki varlıklarıyla, ne denli önemli bir teşkilat
unsuru olduğunu ortaya koyuyor.[2] Öyle
ki, fedailerin varlığı, artık bir siyasi partiye evrilmiş olan İttihadçıların,
dönemin resmi ve meşru güvenlik sisteminin dışında kendine özgü bir ‘güvenlik’
yapısını, gayri-resmi olarak sürdürmekte olduğuna işaret ediyor.
Bu gayri-resmi yapı,
İttihadçıların başından beri eleştirdikleri, 2. Abdülhamid dönemi otokrasisi ve
belki de bunun uzantısı kabul edilen ‘hafiyelik’ sistemini bilinçli veya
bilinçsiz olarak, bir model olarak ele alıp almadıklarını sorgulatacak bir
nitelik taşıdığını söylemek mümkün.
Bir başka açıdan
değerlendirildiğinde, “inkılapçı olarak adlandırılan” İttihad ve Terakki
Cemiyeti/Fırkası,[3]
bu özelliğini dönemin sivil ve meşru siyasetiyle birlikte değiştirme gereği
duymamıştır.
23 Ocak darbesinin, 1. Dünya
Savaşı’nın eli kulağında olduğu bir zaman diliminde gerçekleşmesi ve yukarıda
dikkat çekildiği üzere, payitaht’daki Alman unsurlarınca desteklenen bir
nitelik arz etmesiyle, İttihad ve Terakki Fırkası’nın iktidarı ele
geçirmesinden kısa bir süre sonra savaşa katılınması arasındaki ilişki
incelenmeye değerdir.
Belki de, bu konuda önemli
ipuçlarından biri, darbenin ardından İttihat ve Terakki Fırkası’nın askeri
kanadı lideri Enver Paşa’nın, darbeden sadece aylar sonra yani, 7 Temmuz
1913’te bir Alman dostuna yazdığı mektuptaki ifadelerde bulmak mümkün gibidir:
“… Sizin defne yaprağınızı henüz hak etmedim, ama dört koldan
çalışıyor, çok ciddi hazırlanıyoruz. Eğer Balkanlar’daki anlaşmazlık devam
ederse harp çıkar. Bu da, Türkiye için hayat demek.”[4]
İttihad ve Terakki’nin 1908 yılında Meşrutiyet’i getiren siyasi vizyonunun
inkılâpçı bir tutum sergilemesi, bu yeni rejimin imkânlarının Osmanlı siyasal
sisteminin sağlıklı bir şekilde devamlılığı sağlayacağı yönündeki düşüncelerin
gerçekleş/e/mediğinin en önemli kanıtlarından biri 23 Ocak 1913 darbesidir.
Darbe, öncesi ve sonrası gelişmeleriyle sadece Osmanlı siyasetinin
belirleyiciliğinin de dışında olgularla yüklüdür. Ancak, her halükârda,
darbeler ve bunları izleyen süreçler sadece İttihad ve Terakki Fırkası’nı
değil, kurtarma emeliyle ortaya çıktıkları Osmanlı Devleti’nin de sonunu
getiren süreçlere konu olmuştur.
[1]
Enver Paşa. (2017). Enver Paşa’nın Anıları (1881-1908),
(Yayına Haz.: Halil Erdoğan Cengiz), 9. Baskı, İstanbul: İş Bankası Kültür
Yayınları, s. xix. (ix-xxv).
[2]
Metin Hasırcı. (2016). Abdülhamid’in
Şifre Katibi Mehmet Selahattin Efendi’nin Anıları: İttihat ve Terakki
Cinayetleri, İstanbul: Parola Yayınlar, s. 35.
[3] Funda Selçuk Şirin. (2014). İmparatorluk’tan
Cumhuriyet’e bir Aydın: Falih Rıfkı Atay, İstanbul: Tarihçi Kitabevi
Yayınları, s. 33.
[4] Beşir Ayvazoğlu. (2017). Siretler ve Suretler, 5. Baskı,
İstanbul: Kapı Yayınları, s. 29.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder