Mehmet Özay 07.12.2021
Modern dünyanın savaşlarla içli dışlı geçen tarihinde, 2. Dünya Savaşı ayrı bir önem taşır. Bu önem, o güne kadarki dünya savaşı olgusunun başta Avrupa olmak üzere, Atlantik bölgesinden Pasifik bölgesine geçmesiyle bağlantılıdır.
Pasifik
bölgesinde bir başka deyişle, bugün yaygın olarak kullanıldığı şekliyle
Asya-Pasifik coğrafyasında 1. Dünya Savaşı yaşanmadığından, 2. Dünya Savaşı
terminolojide yer almazken, bunun yerine tam da gerçekliğe uygun olarak Pasifik
Savaşı adına yer verilir.
Bu savaşın
ortaya çıkmasında, bundan tam seksen yıl önce yani, 7 Aralık 1941 Pazar günü
Japon İmparatorluk hava kuvvetlerinin, Pasifik Okyanusu’nda ABD’ye bağlı Hawaii
Adası’nda Pearl Harbor adıyla anılan
Pasifik deniz komutanlığı karargâhını hedef alan ve yaklaşık iki saat süren
saldırıları belirleyici oldu.
ABD’nin savaşa katılımı
Saldırının,
tıpkı ilerleyen dönemlerde ABD’nin maruz kalacağı benzer saldırılarda
gözlemleneceği üzere, o dönem için var olan belgelerin, bilgilerin ve hatta,
daha 7 Aralık sabahı Amerikan karargâhındaki radarlarda ortaya çıkan bazı
görüntülerin saldırı ihtimali olacağını yadsıyan üst düzey yetkililerin
hatalarını da içeren bir boyutu olduğunu söylemek gerekiyor.
Bu yadsımanın
ardında, Hawaii Adası’nın Japon Adaları’na uzaklığı, o dönemin koşullarında bir
anlamda, pek de işlevsiz olan dev okyanusta böylesine güçlü bir hava
saldırısının olanaksızlığına duyulan inanç bulunuyordu.
Söz konusu bu
saldırı, donanma karargâhındaki yaklaşık üç bin askerin hayatını kaybetmesi ve
Pasifik donanmasının yok olması anlamına gelirken, bundan daha da önemlisi,
savaş boyunca izlemede kalan ABD’nin, 11 Kasım 1918’den sonra yeni bir savaşa girmesinin
kaçınılmazına işaret ediyordu.
Pearl Harbor
saldırısının hemen ardından, 2. Dünya Savaşı’na girmesiyle sınırlı olmayan,
giderek kendini daha da savaşa akredite eden ABD’nin, bu saldırıdan yaklaşık üç
buçuk yıl sonra, Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atom bombası atmasına neden
olacaktı.
Pearl Harbor saldırısı
ve devamında ortaya çıkan süreçler, birbirinden bağımsız gelişmelere yol
açmasıyla, gayet önemli bir tarihsel döneme işaret eder.
Batı karşısında yükselen Japon
Pasifik Savaşı,
Japonlar için Batı modernleşmesine rakip bir gücün egemen devletler arasında
yer alma mücadelesini ortaya koyma ve hatta kanıtlama olarak görülürken, modern
savaş paradigmasının da baştan aşağı değişmesi anlamına geliyordu.
Savaşın iki
yanındaki güçlere bakıldığında bir yanda, Batı kapitalizmine meydan okuyan
Japonya öte yandan, İngiltere’nin yerine dönemin küresel gücü merkezine doğru
evrilen ABD olduğu görülür. 19. yüzyılın ortalarından itibaren, ABD’nin Batı
dünyasında kapitalizmin merkezi olma özelliğini çoktan edinmeye başladığını
söylemek mümkün. Örneğin, bu konuda Fransız Alexis de Tocquiville’ın 1830’lu
yılların başında, Alman Max Weber’in de
1904’deki ziyaretleriyle gayet önemli sosyal bilimci gözlemlerine de konu olmuştur.
Japonya ise, iç-öz
modernleşmesi olarak adlandırdığımız ve savaştan neredeyse bir yüzyıldan daha
az bir sürede sergiledi kalkınmacı modernleşme sürecinin bir sonucu olarak,
Asya-Pasifik’te yeni bir güç merkezi olma iddiasındaydı. Bu iddiasını, siyasal
ve toplumsal yapısında pek de büyük denmeyecek değişikliklerle ortaya koyarken,
değişimin en önemli yapılaşmasını sanayileşme ve askeri güçte ortaya koyuyordu.
Bir anlamda
kutsal addedilen imparatorluğun mevcudiyetini yeniden tanımlayan ve yeni bir
güç edinimi ile kendini ortaya koyan kalkınmacı modernleşme, siyasal ve
ideolojik olarak kendini Japon milliyetçiliği sömürge-karşıtlığında
belirginleştiriyordu.
Japonya bu
iddiasını, yine aynı bölgede yani, Asya-Pasifik’teki coğrafya üzerinde Burma’dan
Doğu Takımadaları’na/Endonezya’ya; Filipinler’den Ceylon/Sri Lanka’ya kadar
uzanan topraklarda İngiliz, Hollanda, Fransız ve de Amerikan sömürge yapılarına
karşı, Asya-Asyalılarındır söylemi üzerine temellenen bir karşı çıkış veya
sömürge karşıtlığı ile fiiliyata geçirmişti.
ABD pasifizmi ve gerçeklik çatışması
Savaştan yıllar
sonra, ABD sivil çevrelerince yapılan incelemelerde ve analizlerde, saldırının
kaçınılabilir olmasına rağmen, dönemin ABD yönetiminin sanki bu saldırının
yapılmasını arzu edermişçesine bir politika izlediği konusunda görüşler ortaya
konulmuştur.
Tabii, bu gayet
önemli bir iddia... ABD’li sivil kesimlerin savaştan epeyce bir zaman sonra
değişen Amerika ve dünya şartlarından konuya yaklaşmalarının tarihsel
gelişmeleri anlama ve algılamada bir tür distortion’a
yol açabileceğini akıldı tutmakta yarar var. Bu noktada, tam da bunu
destekleyecek karşı argümanların ortaya konduğu da görülebilir.
Söz konusu bu ve
benzeri tartışmaların ardında yatan gerçekliğin, ABD gibi liberal-demokratik
değerler üzerine inşa edilen bir devlette, devlet organlarının, hele savaş gibi
böylesine önemli icraatlarını geniş kamuoyu önünde savunabilecek argümanlarını,
bir dizi gerçekler üzerine inşa etmelerinin zorunlu olmasıdır.
Bu çerçevede,
şayet iddiaların bir yanında yer aldığı şekliyle, ABD’li yetkililer bazı
gerçekleri manipüle etmek suretiyle, savaş koşullarının gelişmesine bizatihi
katkıda bulunmuş iseler, bu tarihsel bir sorumluluk anlamına gelmektedir.
Ancak bu
bireysel ve kurumsal sorumluluk o günden bu yana, ABD’nin Asya-Pasifik
bölgesinde Batı’nın koruyucu ve kollayıcı gücü olmaklığını ortaya çıkarmasıyla
gayet belirleyici olmuştur. Ve o yıllardaki pasifizme karşın ‘şahin bakışı’
sergileyen çevrelerin de bir anlamda kendi adlarına haklılığını ortaya
koymuştur denilebilir.
Tarafsızlıktan
savaş meydanına
Bu yaklaşımın
belki de, bir tür sağlaması olacağı düşüncesiyle, ABD kamuoyunun özellikle, 1.
Dünya Savaşı yıkımının ardından, Avrupa siyasetindeki çatışmacı bağlamın
dışında kalma eğilimleri ve bunu temsilcileri vasıtasıyla, Kongre’de ortaya
koymaları gayet önemli bir sürece tekabül eder. Bunun somut ve yasal çerçevesi
ise, 1930 yılında Kongre’de kabul edilen “Tarafsızlık Yasası’dır (Neutrality Act).
Öte yandan, 1939
yılında Avrupa’da patlak veren savaşta Almanların teritoryal egemenlikleri
karşısında, İngiliz başbakanı Winston Churchill’in neredeyse ‘yalvararak’
Franklin Delano Roosevelt’den aktif müdahale talebine uzunca bir süre yanıt
alamamasına karşın, ABD’nin “tamam savaşa giriyorum” dediği anın, Pearl Harbor
saldırısı sonrasında olması arasında bir bağlantı olup olmadığı tartışmaya
açıktır.
ABD hükümetinin
savaş ilânı karşısında, Amerikan halkının desteğinin ortaya çıkması niyetin
hasıl olduğunu ortaya koyuyor. Bu gelişme karşısında, 1945 yılı Ağustos ayında
ortaya çıkan savaşın sonuna bakıldığında, ABD kazanımı sonrasında yeniden
pasifizme dönmek yerine, aksine ABD yönetimi Pasifik bölgesinde kalıcı olmanın
gerekliliğine kendini ve de Amerikan toplumuna inandırmıştı.
Gerçekte, bir
yandan sömürgecilik öte yandan, argümanları arasında Asya-Pasifik’deki
sömürgeciliğe karşı çıkan Japonların güç yapılaşmasının sona ermesi bölgede bir
güç boşluğuna yol açarken, ABD’nin önünde gayet önemli bir politika yapma
sürecinin oluşmakta olduğunu da gösteriyordu.
Japonlar başta
olmak üzere bölgedeki eski sömürgelerin, bazı istisnalarıyla birlikte büyükçe
bir bölümünde, yeni modernleşmeci ulus-devletler ve bunların kapitalist dünya
sistemine akreditasyonu ABD öncülüğünde gerçekleştiriliyordu.
Aslında bu
süreç, yukarıda dikkat çekildiği üzere, 1930’lu yıllarda pasifizmi benimsemiş
gözüken Amerikan halkının, siyasal liderleri sayesinde 20. yüzyılın ikinci
yarısı boyunca giderek kendilerini küresel bir güç yapılaşması içinde
görmelerine yol açmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder