5 Aralık 2021 Pazar

Mehmet Said Halim Paşa’nın vefatının 100. yıldönümü vesilesiyle / 100th anniversary of demise of Mehmet Said Halim Pasha

Mehmet Özay                                                                                                                            05.12.2021

Said Halim Paşa adıyla bilinen ancak, tam adı Mehmet Said Halim olan siyasetçi ve düşünce adamının vefat yıldönümü… 6 Aralık 1921’de Roma’da sürgünde yaşadığı bir dönemde, Ermeni komitacılar tarafından suikaste maruz kalarak vefat etti.

İlk etapta şunu söylemekte yarar var. Paşa’nın, aşağıda kısaca değinileceği üzere, pek de ilişkisi olmadığı anlaşılan bir süreçten ötürü, Ermeni komitacılar tarafından yargılanıp infaz edilmesi üzerine çalışmalar yapılmış mıdır? Paşa’nın, ailesinin, mensubu bulunduğu toplumun bu cinayet karşısında var olduğu kabul edilebilecek hakkı aranmış mıdır? Yoksa, Paşa tıpkı kendisi gibi aynı grup tarafından infaz edilen, diğer bazı İttihat ve Terâkki lider kadrosu mensuplarıyla aynı kefeye konulup unutulmuş mudur/unutturulmuş mudur?

Siyaset adamı ve entelektüel

Paşa’nın eğitimli-bilgiliği bunun yanı sıra, entelektüel kalibresinin yüksek oluşu ve dönemin Osmanlı bürokrasisinde yer alan ender kişiliklerden biri olduğuna kuşku yok.

Genç yaşında, Şura-ı Devlet’te görev alan ve bununla da kalmayan, ardından hariciye başkanlığı yani, dışişleri bakanlığı ile sadrazamlığı yani, başbakanlığı da kaldırabilecek bir siyasi birikimi, tanınırlığı ve beceri sahibi olduğunu ortaya koyuyor. Paşa’nın böylesi bir kişiliğe sahip olmasında hiç kuşku yok ki, Mısır kökenli ‘saraylı’ ailesinin onu yetiştirme tarzının önemli bir payı olsa gerek.

Paşa, gençlik yıllarında İsviçre’deki eğitim yıllarından olsa gerek, Fransız toplum ve siyasal sisteminden haberdarlığı, hukuk öğrenimi görmesi, ilerleyen yıllarda Osmanlı topraklarında hukukun var olduğu haliyle neye benzeyip benzemediği konusunda karşılaştırmalı süreçlerden sonra bir fikir sahibi olacağının habercisi gibidir.

Özgürlükçülük ve İttihad

Bu çerçevede, bazı yaklaşımlardan hareketle, hem Paşa’nın hem de içinde yer aldığı İttihat ve Terâkki’ye dair bir iki görüşü paylaşmakta yarar var diye düşünüyorum. 

Said Halim Paşa’yı, İttihat ve Terâkki içinde ve bünyesinde anlamak önemlidir. Bununla birlikte, İttihat ve Terakki’nin ona dar gelen bir bünyesi olduğunu da söylemekte yarar var.

Bir yandan, İslamcılığı ile öne çıkan ve/ya çıkartılan öte yandan, dönemin halifesi 2 Abdülhamid tarafından, Young Turks bağlantısı keşfedilen ve bunun ardından, tıpkı benzerleri gibi Avrupa’ya kendi sürgününe giden bir Said Halim Paşa var karşımızda.

Said Halim Paşa’nın çıktığı kendi sürgününden dönüşü, 1908 yılında yani, 2. Meşrutiyet ilânı ile birlikte olması, onun tıpkı İttihat ve Terâkki’nin diğer öncü isimleri gibi, Meşrutiyet’in sağladığı ‘özgürlükçü’ ortamın imkânlarıyla İstanbul’a dönebildiğini ortaya koyuyor. Bir başka ifadeyle, 2. Abdülhamit’e jurnallenen Said Halim Paşa’nın gerçek bu siyasi yapıyla ilişkisinin bir anlamda teyidi anlamına geldiği söylenebilir.

Bu gerçekliğe karşın, bazı çalışmalarda, Paşa’yla ilgili olarak “İttihat ve Terâkki ile ilişkisi ileri sürülerek…” tarzında şüphe içeren veya gerçeklikle payı olmadığı imasında bulunulan ifadelere yer veriliyor. “İleri sürülmesinden’ kasıt, Paşa ile ilgili jurnallerin Yıldız Sarayı’na aktarılması kastediliyor olmalı. Paşa İttihat ve Terakki’nin içindedir, ancak ‘Yedi Başlılar’ olarak anılan (Şimşir, 2009: 158) yedi lider arasında ismi geçmez.

Sadece 2. Abdülhamit döneminin değil, onun ardından iktidarı elinde tutan İttihat ve Terâkki döneminde de jurnalciliğin dönemin başat bir özelliği olması örneğin, Ahmet İzzet Paşa gibi gayet itibarlı insanların bile başının ağrıyabileceği düşünüldüğünde, “dönemin normali” kabul etmek gerekir. Ancak, Said Halim Paşa’nın görevden alınmasının ardından, Avrupa yollarına düşmesi oradaki ilişkileri ve 1913’de İttihat ve Terâkki’nin güçlü desteğine sahip bir hükümetin başbakanı ve dışişleri bakanı olması herhalde tarihi gerçeklerle örtüşmedi denilemez.

Bugünden bakıldığında, İttihat ve Terâkki gibi bir yandan, gayet muammalı öte yandan, içinde barındırdığı siyasetçi, entelektüel, bürokrat, gazeteci, edebiyatçı vb. hem yerli hem azınlıklardan çevrelerin varlığıyla gayet kozmopolit bir ‘gizli’ yapıdan bahsediyoruz.

Bu gizlilik olgusu da, kendi başına aslında tuhaf bir durum. O kadar gizli ki… Ancak bununla beraber, Osmanlı’nın en bildik köşelerinde adamları olan, kaçak göçek yaşayanların sığınabileceği ve zamanı geldiğinde hareket, isyan, partileşme,  mebusluk gibi süreçlerde birer birer sökün edecek üyeleri olan bir devasa yapı… İstibdatcılıkla itham edilen 2. Abdülhamit döneminin onca “baskıcılığına ve hafiyeciliğine” rağmen, kendi ayakları üstünde durabilmiş bir örgüt... İnsan durup düşününce acaba 2 Abdülhamit’in hafiyeleri mi, İttihatçıların hafiyeleri mi daha mahir diye sormaktan kendini alamıyor.

Üstüne üstlük iktidarı ele geçirmiş bir İttihat ve Terakki vardır… Said Halim Paşa’nın da içinde yer aldığı bu yapı, iktidar yıllarında acaba elinden geleni yapabildi mi? Ya da dönemin koşulları dikkate alındığında, “Acaba, İttihat ve Terâkki daha başka ne yapabilirdi? diye sorulabilir. Bu noktada, iç politikada yapabileceğinin tümünü yapmış ve Osmanlı Devleti’ni ‘istibdatçı’ denilen sultandan kurtarmıştır.

Bununla birlikte, -bir araştırmacının dile getirdiği üzere-, İttihat ve Terâkki siyasal duruşuyla ve talepleriyle çelişecek denli, hem de Said Halim Paşa’nın sadrazamlığa getirildiği dönemde, “muhalefetsiz tek parti döneminin” (Ahmet İzzet, 2017: 80), bir iktidar döneminin yaşandığı yönündeki ifadeler dikkat çekicidir.

Öte yandan, özgürlükçü ve gelişimci yönelimiyle büyük bir çelişki doğuracak şekilde ülkede birlik ve beraberliği tesis etmek için, ne kendi başına istikrarlı bir siyasi parti haline gelebilmiş ne de -diğer tartışmalar bir yana-, dönemin Avrupa politikaları karşısında savaşmamayı öngören bir yaklaşım sergileyebilmiştir.

Said Halim Paşa’nın, 2. Abdülhamit karşıtlığı -veya en azından yanlısı olmama diyelim-, Fransız toplum ve siyaset sistemine yatkınlığı -hadi hayranlığı demeyelim-, kendi sürgününe giderken, dönemin diyelim ki, Doğu’da ya da Afrika’da bir Müslüman coğrafyaya değil de, tıpkı Young Turks ve öncesinde Young Ottomans mensupları gibi Avrupa ülkelerinden özellikle Fransa’dan, İngiltere’den birine gitmeyi tercih eden bir Said Halim Paşa olmasına rağmen, İttihat ve Terâkki’nin Cumhuriyet dönemi takipçilerinin ve/ya yine, Cumhuriyet döneminin Batıcı beyinleri tarafından dikkate pek de alındığına rastlanmayan bir Said Halim Paşa var karşımızda.

Herhalde bu çevreler nezdinde, Paşa’nın benimsenmemiş ve hatırlanmamış olmasında onun ‘İslamcı’ argümantasyonun belirleyici olduğunu düşünmek mümkün. Bir diğer husus, acaba böylesi bir muameleye maruz kalmasında, İttihat ve Terâkki mensubu olmakla birlikte, ayrışan klikler arasında öncü kadro olarak bilinen Enver, Talat ve Cemal Paşaların doludizgin politikalarını yönetebilme mahareti sergilemiş olmasının rolü var mıdır?

İslamcılık düşüncesine dair

Said Halim Paşa ve onun öncüsü olduğu söylenen, ‘İslamcılık’ düşüncesine bazı hususlarıyla sınırlı olarak değineceğim. İslamcılık, şayet Osmanlı sınırları içerisinde ortaya çıkan siyasi hareketlerden biri olarak değerlendirilerek sınırlandırılıyor ise, bunda şaşılacak bir şey yok aslında.

Ancak, İslamcılık bir siyasi hareket ise ve anlamı, içeriği noktasında ele alındığında, bunun yeri ve konumu ile aktörlerinin nerede kimler olduğu konusu kanımca tartışmaya açıktır. Ve bu noktada, İstanbul veçhesinde konuya sınırlandırmamakta fayda var. Bu, aynı zamanda Said Halim Paşa’nın ‘İslamcılık’ düşüncesine kaynaklık eden olguları, fikirleri zamanla nasıl devşirdiğiyle de yakından ilintilidir. Bu noktada, birincisi içerden, ikincisi dışardan iki temel açılımı gündeme getirmekte yarar var.

Birincisiyle ilgili olarak… Örneğin aynı İttihat ve Terâkki içinde yer almış Mehmed Ziya Gökalp’in “İslamcılık” kavramını ortaya atan ilk düşünür olduğu dikkate alındığında (Aksoy, 2017: 247), acaba Said Halim Paşa ile Gökalp arasında düşünce ikliminde ne tür etkileşimler olmuştur. Gökalp’in diğer düşünce ve kavramlarını açıklama gereğiyle gayet kapsamlı eserler verirken, Said Halim Paşa’nın sadece bazı risalelerle yetinmiş olmasının nedeni ne olabilir?

Bir başka husus, Gökalp’in kendini ‘Türklük’ unsuru ile özdeşleştirmesiyle İslam’a yaklaştırması ile Said Halim Paşa’nın -kökeni itibarıyla Arnavut olmakla birlikte- Mısır’ın siyasal ve toplumsal atmosferinde yer almış bir ailenin ve bu ailenin İstanbul’da yetiştirdiği bir siyaset adamı ve entelektüel olması arasında bir tür farklılaşmadan söz edilebilir mi vb. soruları da entelektüel tartışmanın boyutlarını genişletme adına gündeme getirmekte yarar var.

Said Halim Paşa ve Gökalp karşılaştırmasında karşımıza bir veri olarak çıkan durumdan yararlanmak mümkün. Örneğin, Said Halim Paşa’ya atfen ifade edilen, Osmanlı’da batıyı tanıması ve anlaması için gönderilen kişilerin dönüşlerinde tamamen batıcı olup, halktan kopukluklarına gönderme yapmasıdır. Bu noktada, “aydın sınıfı halka yeterince ulaşmadığından halkla bağı koptu ve bu aydınlarda yeniliğe karşı derin tepkilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur” (Akyol, 2018: 256) söylemi bize, Gökalp’in aydınların bir şekilde halka dönmesi düşüncesini hatırlatıyor.

İkincisiyle ilgili olarak… İslamcılık düşüncesinin, salt Osmanlı Devleti ve toplumunun maruz kaldığı kuşatılmışlığı aşmakla sınırlı olmayan aksine, dönemin sömürgeciliğe maruz kalmış tüm İslam toplumlarının bu siyasal idarelerden ve bunun ortaya koyduğu kültür/medeniyet baskısından kurtulma anlamına geldiği düşüncesinin (Akyol, 2018: 247), örneğin Said Halim Paşa gibi 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyılın hemen başlarında yaşamış Osmanlı düşünürlerince ortaya atılan bir düşünce olduğunu söylemek ve bununla sınırlandırmak gayet güç. Kaldı ki, bu yaklaşımın, diğer bazı toplumlardaki düşünce yapılarıyla ve bizatihi icraatlarla bu yönde ortaya konmuş çabaların göz ardı edilmesi gibi bir haksızlığı içinde barındırdığını açık yüreklilikle söylemekte yarar var.

İkinci hususla ilgili olarak dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta, genel itibarıyla söylemek gerekirse, Osmanlı toplumu gibi toptan fiili işgale maruz kalmamış bir devlet ile fiili işgale maruz kalmış diğer bazı Müslüman toplumların İslamcılık ve/ya bunun fiili açılımları noktasında sergiledikleri yaklaşımların birbirinden farklılaşabileceğini de unutmamak gerekir.

Öyle ki, şayet İslamcılık bir siyasi düşünce olarak sömürge karşıtlığından, bunun ürettiği Batı hegemonyasından kurtulmanın yollarını aramanın ve bu yolları entelektüel ve siyasal bağlamıyla ortaya koymak kadar, fiili olarak da mücadele anlamı taşıyor ise, her halükârda farklı coğrafyalarda bu tanıma uygun Müslüman toplumların olduğu açıkça söylenmelidir.

İttihat ve Terâkki: kaos dönemi mi?

İttihat ve Terâkki mensubu olan ve sadrazamlık makamına kadar çıkan Said Halim Paşa’nın hukukçu kimliğiyle 2. Meşrutiyet Anayasası’nı kabul etmemesi gayet anlamlıdır. Ancak bu metni kıyasıya eleştirmesine rağmen, bu metnin ortaya çıkmasında Young Ottomans ve Young Turks katkısını ve Paşa’nın bu gruptan ikincisinde yer aldığını görmezlikten gelmek mümkün mü diye sormak gerekiyor.

Paşa’nın sadrazamlığa getirilişinde hiç kuşku yok ki, bir türlü dikiş tutturamayan ve sürekli yeni hükümetlerle gayet zorlu bir dönemden geçmekte olan Osmanlı Devleti’ni, belki de kasıtlı denmeyecek bir şekilde uçurumun eşiğine getiren İttihat ve Terâkki egemenliğinin rolü yadsınamaz.

Paşa’yı 1913 yılında sadrazamlığa çıkışından kısa bir süre sonra yani, 1914’de 1. Dünya Savaşı’na girilmesi, dönemin çelişkiler yumağının tam da odağında bulunduğunu gösteriyor. Bu noktada, örneğin paşanın dönemin kabinesinde başta harbiye nazırları gibi savaşa katılıp katılmama konusunda karar merciinde olan paşalarıyla ne tür bir görüş birliğine vardığı da gayet önemlidir.

Üstüne üstlük savaş döneminin zorlukları, anlaşmazlıkları, kaosu, iç ve dış saldırılara maruz kalınması karşısında yaşanan sözde Ermeni soykırım iddialarından payını alması da onun bir anlamda İslamcılığından öte, İttihat ve Terâkki yapılanmasının merkezi düşünceleriyle örtüştüğüne işaret ediyor.

Savaşın sona ermesiyle, İtilaf Devletleri’nin İstanbul hükümeti nezdindeki girişimleri Mondros süreci, sadece Avrupalıların değil, aynı zamanda İstanbul hükümetlerinin de İttihat ve Terâkki üyelerini, birer ‘vatan haini’ olarak yargılama arzusunda olmaları gayet manidardır. Bu noktada, Ermeni çetelerinin İttihat ve Terâkki içindeki öncü unsurları ‘ortadan kaldırma girişimi’ Said Halim Paşa’yı da içermektedir.

Osmanlı toplumuna uymayan anayasa

Tüm bu çelişkiler içerisinde bir Paşa, Said Halim… Zamanının özelliklerini maharetle bünyesinde taşımayı bilmiş bir siyaset adamı ve düşünür.

Dönemin Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük hareketlerine mensup düşünürlerin, siyasetçilerin, eylem adamlarının ortak noktasını içinde yaşadıkları devletin varlığını devam ettirebilmeye katkı olduğu düşünüldüğünde bir İslamcı olarak Said halim Paşa’nın gayet kozmopolit bir İttihat ve Terâkki bünyesinde var olması anlamlı addedilebilir.

Bu yöndeki çabaların önemli bir bölümünde kamu idaresinde, kurumsal alt yapıların tesisinde, bu kurumları idare edecek yeterlilikle bireylerin yetiştirilmesinde vb. gibi süreçlerde olduğu görülürken, öyle anlaşılıyor ki, Said Halim Paşa’nın bu noktadaki katkısı, 1876 Anayasa’nın (Kanun-i Esasi) yetersizliği, Osmanlı devlet ve toplum yapısına uyumsuzluğuna vurgu yapması ve düşüncesini bu bağlamda ortaya koymasıdır. 

Said Halim Paşa’nın 1913’de Sadrazam olduğu ve 1917 yılına kadar bu görevi yerine getirdiği dikkate alındığında, 2. Meşruiyet anayasasını değiştirme yönünde elinde gayet önemli bir mekanizma olduğu anlaşılıyor. Bununla birlikte, Paşa sadrazamlığı sırasında veya İttihat ve Terâkki yönetimi döneminde, bu Anayasa’yı revizyondan geçirme imkânı bulmadığı belki de, dönemin savaşlarla dolu gerçekliğinin engeline takılmış olmalıdır.

Ancak ne anayasanın değiştirilmesi, ne de bir ileri bir geri yapan İttihat ve Terâkki yönetiminin örneğin, bir Batılı siyasi parti unsuru gibi tüm topluma ve siyasal yaşama açıklığıyla kendini tanıtacak ve ülkeye hizmet edecek bir nitelik kazandırılması konusunda Paşa’nın katkısı olup olmadığını da sormak gerekiyor.

İttihat ve Terâkki içinde yer almasına rağmen, o dönem azınlıklara karşı ortaya konulduğu belirtilen icraatlardan sorumlu olmayan ve İslamcı kimliğiyle tanınan ve devletin son döneminde sadrazam olarak görev almış olan Mehmet Said Halim Paşa’nın, 1. Dünya Savaşı sonrasının galip devletleri ve dönemin İstanbul hükümetinin talebiyle Malta’ya sürgün edilmesine rağmen, özellikle Ermenilere karşı girişildiği ileri sürülen süreçte yer almadığı belirlense de, İstanbul’a dönmesine izin verilmedi. Belki de Paşa’ya karşı alınan hak etmediği bu karar onun sonunu hazırlayan sürecin başlangıcı oldu.

 

Vefatının yüzünü yılında Mehmet Said Halim Paşa’yı rahmetle anıyorum.

 

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/12/05/mehmet-said-halim-pasanin-vefatinin-100-yildonumu-vesilesiyle-100th-anniversary-of-demise-of-mehmed-said-halim-pasha/

 

Kaynaklar

Ahmet izzet paşa. (2017). Feryadım: İstiklal Harbi’nin Gerçekleri, (Yay. Haz.: Süheyl İzzet Furgaç; Yüksel Kanar), Cilt, II. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları.

Aygün Akyol. (2018). “Bir Yenileşme Hareketi Olarak İslamcılık ve Analizi-Said Halim Paşa Merkezli Bir İnceleme”, (ed.), Özgür Önder vd., II. Türk İslam Siyasi Düşüncesi Kongresi Bildiriler Kitabı, 26-28 Ekim 2017, Kütahya. (241-262).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder