27 Aralık 2021 Pazartesi

Kuala Lumpur Zirvesi’ne şans tanımak: yeni sorunlar ve imkânlar / Giving a chance to the Kuala Lumpur Summit: new challenges and opportunities

Mehmet Özay                                                                                                                            27.12.2021

18-21 Aralık 2019 tarihinde gerçekleştirilen Kuala Lumpur Zirvesi’nin üzerinden iki yıl geçti.

Söz konusu Zirve, o dönem sadece Batı ülkelerinde değin, Çin ve Myanmar gibi Doğu ülkelerinde de giderek artış göstermiş olan hatta sonuçları itibarıyla, dayanılmaz bir hale ulaşmış olan ‘İslam düşmanlığı’ (İslamofobi) merkezine almıştı.

Ancak o zaman da yazılarımızla ve bu konuda gerçekleştirdiğimiz webinar’da da uluslararası konuklarımızla birlikte gündeme getirdiğimiz üzere, sadece ‘İslam düşmanlığıyla’ sınırlı olmayan, gayet önemli siyasal ve toplumsal tıkanıklık içerisindeki İslam coğrafyasının veya küresel İslam toplumlarının sorunlarını etraflıca ele alabilecek bir platformun doğmakta olduğunu ve böylesi bir potansiyeli içinde barındırdığına değinmiştik.

Bu iki yıl, Zirve’nin hemen ardından, 2020 yılı başlarında ortaya çıkan kovid-19 sürecinin ağırlığı karşısında tıpkı diğer ikili ve bölgesel ilişkiler gibi etkisinin birdenbire gerilediği görüldü.

Bununla birlikte, ulus-devletlerin öncelikle bu salgınla mücadele politikalarında haklılık payı olduğu gibi, söz konusu zirvenin dikkat çekici özellikleri ele alındığında, en azından ortaya konulan görüşler ve yaklaşımlar çerçevesinde ilgili çevrelerle ilişkilerin sürdürülebilirliği gündeme getirilmeliydi.

İlgili ülkelerde, bu alanda aktör olduğu iddia edilen resmi, yarı-resmi kurumların birtakım çabalar göstermiş olabileceklerini de göz ardı etmiyoruz. Ancak katılımcı ülkeler kadar, katıl/a/mayan ülkelere de bakıldığında, karşımıza sadece, kovid-19 salgının bir bahane olarak ortaya çıkartılamayacağını ileri sürebiliriz.

Zirve’yi hatırla/t/ma

Zirve’nin Malezya’nın ev sahipliğinde gerçekleşmesi ve hazırlığı ve duyurusu gayet geç yapılmış olsa da, böylesi uluslararası planda ‘yenilikçi’ (innovative) bir bağlamın ortaya çıkması gayet önemliydi.

Niçin Malezya denilecek olursa, 2018 yılı Mayıs ayında yapılan seçimleri 1990’ların sonlarından itibaren ülkede reform hedefiyle siyaset yapan ve evrildiği çeşitli süreçlerin sonunda, Umut Koalisyonu (Pakatan Harapan-PH) adını alan muhalefetin, iktidarı ele geçirerek ülkeyi yönetmeye başlaması önemli bir dönemeçti.

PH hükümetinin reformcu politikalarını kabul ederek, ikinci başbakanlığına başlayan Dr. Mahathir Muhammed’in vizyon sahibi oluşu ve yeni hükümet bünyesinde yenilikçi politikalara açık bir eğilim sergilemesinin önemine vurgu yapılmalıdır.

Zirve süreci ve sırasında, gerek davetli ülkeler, gerekse davet edilmeyen ülkeler açısından, gayet dinamik bir tartışmanın ortaya çıkmasına neden olmuştu.

Ev sahibi Malezya ile Katar ve Türkiye’nin devlet ve hükümet başkanları düzeyinde katıldığı Zirve’ye Pakistan başbakanı İmran Khan, son anda katıl/a/mayacağını duyurmuştu.

Buna ilâve olarak, hem ev sahibi Malezya’nın ‘yakın’ komşusu hem de, bu tür uluslararası Müslüman toplumu yakından ilgilendiren gelişmelere gayet destekçi olan güçlü bir sivil topluma sahip olan Endonezya’dan, ne devlet başkanı ne de başkan yardımcısı düzeyinde katılım sergilenebildi.

Endonezya’da bazı çevreler tarafından seküler olmasıyla eleştirilen başkan Joko Widodo’nun, aslında sekülerlik/le pek de ilişkisi olmayan, haddi zatında Endonezya’nın, uluslararası bir aktörlük hedefi olmasa da, kendi bölgesinde yani, Güneydoğu Asya’daki gelişmelerde gayet önemli bir kanal olarak değerlendirilebilecek böylesi bir toplantıya katılmaması bir yana, yardımcısı ve Alimler Hareketi’nin (Nahd’at’ul Ulama-NU) gayet saygın isimlerinden Ma’ruf Hoca’nın sağlığını gerekçe göstererek katılmamış olması gayet yadırgatıcıydı.

Bu noktada, o dönem özellikle Türkiye ve Malezya ile ilişkileri, farklı nedenlerle olsa da, gayet sorunlu olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Pakistan ve Endonezya üzerinde nüfuzlarını/çıkar ilişkilerini kullanarak engelleyici bir konum aldıkları siyasal bir gerçeklik olarak ortadaydı.

Dış gerçeklik olarak küresel güçler

Bununla bağlantılı bir diğer husus sadece, Zirve’ye katılan/katılmayan halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan ülkeler üzerinde işbirliği ve engelleme süreçlerinde bir şekilde rol aldığı söylenebilecek gelişmeler olduğudur.

Bu noktada, küresel plânda da, bu gelişmeye karşı/etkili olabileceği düşünülebilecek gelişmeler olduğuna da işaret etmekte yarar var.

Bunların başında, Zirve’nin gerçekleştirildiği merkez olarak Kuala Lumpur dikkate alındığında Asya-Pasifik bölgesinde, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bu gelişmeye tarafsız-müdahalesiz kalabileceğini varsaymak pek makul gözükmüyor.

Bir diğer husus, yine Asya-Pasifik bölgesi ile bağlantılı ülke kabul ettiğimiz ABD’de, o dönem itibarıyla ‘sağcı’, ekonomik olarak içe kapanmacı, uluslararası ilişkiler de ise ‘ötekileştirici’ politikalarıyla Donald Trump rejiminin varlığıydı.

2020 Kasım seçimlerine giden süreçte, ABD’de aralarında Müslüman çevrelerin de olduğu farklı etnik gruplara, özellikle de Afrika kökenli Amerikalılara yönelik ayrıştırıcı/şiddet içerin politikaları; fiili eylemlere yönelik savunmacı yaklaşımları içselleştirmiş Trump yönetiminin aslında kendini tam da bu yönüyle görünür kıldığı gelişme, seçimlerin ardından bu yılın Ocak ayının hemen başında ABD yönetim merkezi Capitol baskınıyla ortaya konulmaya çalışılan sivil darbe girişimiydi.

Böylesi süreçlere konu olan ABD’nin, Kuala Lumpur Zirvesi gibi Müslümanlara ve diğerlerine yönelik şiddeti küresel plânda tanımlama ve önleme çabasına dair, bir siyasal/sivil inisiyatifi desteklemesinden bahsetmek mümkün değildi(r).

Zirve’ye devam (mı?)

Kuala Lumpur Zirvesi’nin başladığı yerden devam edebilmesinin imkânları ortaya konulmalı ve hatta zorlanmalıdır. Sorunlar olduğu gibi durduğu gibi, bazı açılardan Zirve’nin haklılığını bile kanıtlayacak yeni gelişmelere de, aradan geçen süre zarfında tanık olduk ve olmaya devam ediyoruz.

Örneğin, yukarıda bu zirvenin hakkıyla tartışılmasının da önüne geçtiğini dolaylı olarak söylediğimiz kovid-19 süreci bile aslında, Müslüman toplumların birbirleriyle doğrudan ve yakın ilişkiler kurmalarının ne denli zorunluluk arz ettiğini ortaya koymuştur.

Birbirinden kopuk/bağımsız süreçleri yönetmeye çalışan ulus-devletlerin kovid-19 sürecinde genel itibarıyla, nasıl tek tek ‘doğal afet’ karşısında mahkum oldukları, bugün yaşanan bir başka/benzeri süreç ile devam etmektedir.

Zirve’nin ana konusu olan ‘İslam düşmanlığı’nın örneğin, Çin’de Uygurlar başta olmak üzere neredeyse, tüm dini ve etnik yapıları hedef aldığı artık gayet belirgin.

Kimilerinin meşru bir gelişme olarak kabul edeceği üzere, uluslararası politikada belirleyici olarak görülen ABD yönetimin geçtiğimiz 23 Aralık’ta, “Uygur Zorla İşçi Çalıştırmayı Önleme Yasası”nı (The Uyghur Forced Labor Prevention Act) kabul etmesiyle ayrımcılık, doğrudan/dolaylı şiddet uluslararası olarak kanıtlanmış durumda.

Öte yandan, Myanmar’da son on yıla damgasını vuran Arakanlı Müslümanlar sorununun, 1 Şubat 2021 darbesinin ardından, belki de daha önce beklenemeyecek çevrelerin girişimiyle bir kez daha uluslararası bir boyuta taşınmış olmasıdır.

Myanmar’da sürgün hükümeti yani, Ulusal Birlik Hükümeti (Myanmar’s National Unity Government-NUG), geçtiğimiz 20 Ağustos’ta Uluslararası Suçlar Mahkemesi’ne (International Criminal Court-ICC) başvurarak, mahkemenin daha önce ulusal ordu (tatmadaw) hakkında verdiği kararlarını tanıma çağrısı yapması oldukça önemliydi.

Bu kararların içinde, Arakanlı Müslümanlara yönelik şiddetin de yer alması, tam da Kuala Lumpur Zirvesi’nin gündeminde yer alan konulardan biri olmasıyla örtüştüğünü hatırlatmakta yarar var.

Müslüman toplumların karşı karşıya kaldıkları sorunların sadece dış’tan gelen şiddetle sınırlı olmadığı, iç/erden toplumsal, ekonomik sorunların varlığıyla sabittir.

Bu noktada, Güneydoğu Asya’da Açe ve Mindanao gibi, barış süreçlerinin yaşandığı ve/ya Patani ve Arakan gibi barış sürecine ihtiyaç duyan bölgelerin varlığı bölgesel barışın tesisinde gayet önemli süreçler olarak karşımızda durmaktadır.

Barış süreçlerine rağmen, Açe’de ve Mindanao’da geniş toplum kesimlerinin ekonomik kalkınmadan/refahtan pay alamamış olması, Patani ve Arakan’da halkın barışa duyduğu büyük ihtiyaç acil eylem plânlarının icraata geçirilmesini gerektiriyor.

Bu çerçevede, başta bölgenin önemli ulus-devletleri Malezya ve Endonezya olmak üzere söz söyleme ve iş yapma becerisine sahip, halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin inisiyatifi ele alması ve Kuala Lumpur Zirvesi’ni gayet kapsamlı ve rasyonel olarak yeniden gerçekleştirmesini zorunlu kılıyor.

Tüm bu sorunlarla mücadelede ‘ehil ellerce’ yapısallaştırılmış ve sürdürülebilirliği tesis edilmiş kurumsal gelişmelerin, sadece Müslüman toplumlar ve ilgili ülkeler için değil, küresel barış için bir imkân olduğunu açıkça söylemek gerekiyor.

Bugün söz konusu Zirve’nin yeniden ve çekirdek katılımcıların yanı sıra diğer ülke ve aktör kurumların katılımlarıyla gerçekleştirilmesinde yarar/lar bulunmaktadır. Bunu, bir tür ‘İslamcı’ zirve olarak adlandırmak zorunda değil bazı çevreler…

Aksine, diğer bazı hususlarda olduğu gibi pragmatizmi önceleyerek de, bu tür gelişmelerin önünün açılması ve ortak yararın sağlanması adına gayet rasyonel bir çıkış olacaktır. Bundan da kimse rahatsız olmaz…

Ancak burada sorun atılacak atımların niyeti, sürdürülebilirliği açısından toplumların hangi kesimleriyle ilişkilerin geliştirileceği, ne tür bir vizyonla hareket edileceği türünden sorulara gayet anlamlı cevaplar verilmesi gerekiyor.

Bugünden başlayarak, yeni Miladi yılın ilk aylarında böylesi bir inisiyatifin ortaya konulması ümidiyle…

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/12/27/kuala-lumpur-zirvesine-sans-tanimak-yeni-sorunlar-ve-imkanlar-giving-a-chance-to-the-kuala-lumpur-summit-new-challenges-and-opportunities/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder