Mehmet Özay 29.05.2024
Batı medeniyetinin geliştirdiği üçüncü büyük medeniyet
kuşağı olan Roma İmparatorluğu’nun Doğu’da uzantısı ve Roma’yı, Doğu’da temsil
gücüne erişmiş olan Bizans İmparatorluğu’nun başkenti Constantinople’ın 2.
Mehmet tarafından fethinin 571. yıldönümü...
Fetih sürecini, dini kaynaklar bağlamında açıklama
yönündeki iradenin tarihsel önemi olduğu ortadadır.
Bununla birlikte, Constantinople’ın önce İslambol ve
ardından, İstanbul’a dönüşmesi yani, bir Müslüman şehri haline gelmesinin
öncesindeki ve sonrasındaki gelişmeler de, hiç kuşku yok ki, bu tarihi an kadar
gayet önemlidir.
Bu noktada, önce İslamlaşmayla birlikte Arap
yayılmacılığına ve ardından, Osmanlı’ya kısaca bakmakta yarar var..
Beylik-devlet süreci
Osmanlı’nın bir Oğuz-Kayı topluluğu unsuru olarak, bir
‘beylik’ (principality) -kimi ifadelerle özellikle, Arapça
kavramsallaştırmayla ‘emirlik’ (amirate) düzeyinden, teritoryal ve
kurumsal olarak bir devlet ve küresel egemen güç haline gelmesinde, -biz
‘imparatorluk’ (empire) kelimesini kullanmıyoruz ve kullanılmasının da,
Osmanlı siyasal epistemolojisiyle (political epistemology) bizzat
çeliştiğini iddia ediyoruz-, sahip olduğu karakteristiklerden biri yani,
mücadeleci yapısıdır.
Bu yapının, Ortaasya’daki klâsik ve kadim Türk varlığının
bir devamı olması ile özellikle, sekizinci yüzyıldan başlayarak, Türk
toplumlarının Müslümanlaşmasıyla kendini, yeni bir kültür ve medeniyet evrenine
evirmesi ikinci karakteristiği oluşturur.
Bu yapı, özellikle Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu
yapısıyla, Batı Asya yani, Afganistan’ın bir bölümü ile İran’ın tamamı ile
Mezopotamya’nın neredeyse, tüm bölümünü içine alan coğrafi genişlemeciliğinin
ardından, Oğuz-Kayı’nın uzantısı olan Osmanlı ailesinin, tıpkı diğer aileler
gibi, Anadolu coğrafyasında edindiği tarihsel yeri, güçlü bir yapılaşma
sergilemesiyle yeni bir boyuta evrilmiştir.
Emevi Arapları, Akdeniz ve denizcilik
Osmanlı’nın Kuzey-batı Anadolu’dan başlayan ve
İstanbul’un fethinin öncesinde Balkanlara yoğunlaşan yayılmacılığının neden
olduğu tarihi ve coğrafi yapılaşma, Arap Emevi Devleti’nin Avrupa ile karşılaşmasının
ardından gerçekleşen ikinci büyük önemli karşılaşma anlamına geliyor.
Emevileri oluşturan Arap unsurların, yedinci yüzyıl
ortası ile sekizinci yüzyıl ortasında yaklaşık yüz yıllık süreçte, genel
itibarıyla Arap toplumlarının doğal varlık alanları olan Mısır’dan başlayarak
Fas’a kadar olan coğrafyada, -aralarında Bedeviler (Bedouin) denilen dağınık,
göçebe yapıları da içine alacak şekilde- bir anlamda, kendinde ve doğal bir
yaygınlaşma sergilemiştir.
Denizle bağı, İslam öncesine dayanan Arap toplumlarının,
Akdeniz bölgesinde özellikle, Adalar üzerinde kurduğu hakimiyeti, bu tarihsel
gerçeklik ile açıklamak gerekir.
Denizci Osmanlılar!
Osmanlıların ise, yine tarihsel ve geleneksel olarak,
sürekli kara toplumu ve devleti olma özelliği taşımıyor olan Türklerin devamı
olarak, Kuzey-batı Anadolu’daki varlığının karasal niteliğindeki belirleyicilik
her daim öne çıkmıştır.
Her ne kadar, adına uzman diyebileceğimiz Hocalarımız,
Osmanlı’yı bir ‘denizci imparatorluk’ olarak adlandırsalar da, bunda gayet
önemli ‘açıklar ve zaafiyetler’ olduğunu görmek ve anlamak gerekiyor.
Bununla Türk unsurlarını kastediyor ve bize Çaka Bey’i
misal veriyorlarsa, o zaman aşağı yukarı dünya toplumlarının önemli bir
bölümünün denizci millet olduğunu iddia etmek te o kadar kolaylaşır!....
Ya da, dönemin gereği olarak varlık süren, yarı otonom (semi-autonomous)
yapılar olarak Kuzey Afrikalı korsanlıktan kapudanlığa dönme denizci unsurların
varlığının, Osmanlı’ya aksettirdiği dönemsel başarıyı kastediyorlarsa, diğer
denizci milletlerin uzun dönemli (longue durèe) varlığıyla kıyaslama
götürmeyecek açıkları olduğu da ortadadır...
Elbette, kimilerinin benzeri konularda kolaycılığa
kaçarak söylediği üzere, “Geçelim efendim bunları... Bunlar, mevzu bahis dahi olamaz!”
demiyoruz. Ancak, böylesi bir tartışmanın yararına kuşku olmadığını kısaca
hatırlatmak istiyoruz...
Hangi ‘Hıristiyan’ Avrupa?
İstanbul’un fethinin Avrupa toplumlarında doğurduğu tesirleri
aşağı yukarı biliyoruz...
Ancak, bunun salt bir dini fenomenden kaynaklandığını
yani, İstanbul’un bir -Ortodoks- Hıristiyan şehri özelliğini barındırmasıyla
sınırlı olmadığını görmek gerekiyor.
Kaldı ki, Avrupa Hıristiyan toplumlarının ‘mezhepsel’
ayrışmaları dikkate alındığında, bir şehir olarak Constantinople’ın,
Katolikliğin ve/ya Protestanlığın değil, öncelikle ve bizatihi, ‘Ortodoksluğun’
merkezi olduğu ortadadır.
Bu durum, sanki Avrupa coğrafyasını ve toplumlarını yek-vücud,
mono-Hıristiyan (mono-Christian) bir yapı olarak görme eğilimleriyle
çelişmektedir.
Ya da, bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Avrupa
Hıristiyan tarihi bize, Avrupa’yı monolitik bir Hıristiyan coğrafyası olarak
gösterme çabalarını yanlışmamaktadır.
Burada Avrupa’yı genel itibarıyla yakından ilgilendiren
gelişme, İstanbul başta olmak üzere Anadolu coğrafyasısın önemli bir bölümünün,
Hıristiyanlık öncesi Batı tarihinin ve geleneklerinin yani, Hellen ve Yunan (Greek)
kadim varlığına ev sahipliği yapmasından kaynaklanmaktadır. Temelde,
Anadolu’nun Batı-Hellen ve Yunan ile Pers-Hint dünyası arasında bir kültürel
geçiş ve taşınma noktası olduğunu da hatırlatalım...
Malay dünyası bağlamı
Buradan, İstanbul’un fethinin Osmanlı-Türk dünyasının
kimi ölçülerde ilintili olduğu düşünülebilecek bir diğer boyutuyla yani, Hint
Okyanusu ve Malay Dünyası bağlamında değerlendirmekte yarar var.
Hint Okyanusu dediğimizde özellikle, İran’ın doğusunda
kalan Hint Alt Kıtası ile Batı Pasifik’te Takımadalar coğrafyasını yani, geniş
Malay dünyasını kastettiğimizi ifade edelim.
İlk dikkat çekilmesi gereken husus, Malay dünyasının
İslamlaşmasının on, on bir, on ikinci yüzyıllardan başladığı dikkate alınacak
olursa, İslam dünyasının ‘merkezi’ niteliğindeki Hicaz’la bağlarının gayet uzun
dönemli bir boyuta sahip olduğu ortadadır.
İkincisi, bölgenin -Türk tarih kitaplarında yer almasa
da- Asya-Pasifik bölgesinin tarihinde kayda değer bir yeri olan Sumatra
Adası’ndaki Samudra-Pasai’nin onikinci yüzyıldan başlatabileceğimize imkân
tanıyan veriler ve onüçüncü ve ondördüncü yüzyıllardaki somut kültürel, siyasal
gelişmeler, bölgenin geniş İslam dünyası içerisindeki yeri kadar, Müslüman
dünya dışında örneğin Hint ve Çin dünyasıyla ilişkileriyle dikkat çeker.
Bu noktada, cevap aranmakta olan birkaç soruyu gündeme
getirebiliriz: İlki, “Samudra-Pasai, Memlüklü Devleti’yle ne türden ilişkilere
sahipti?
Öyle ya, 1510’lu yıllara kadar varlığını devam ettirmiş
olan Samudra-Pasai’nin bu süreçte İslam coğrafyasının ‘merkezi’ ile ilişkileri
olması beklenir.
İkincisi, Samudra-Pasai, 1453’de İstanbul’un fethine
yönelik herhangi bir tepki vermiş midir?
Görebildiğim belgelerin ışığında söylemek gerekirse,
Osmanlı kaynaklarının bu soruya bir cevap vermiyor... Ne de, Samudra-Pasai ve/ya
ilintili kaynaklar bir şey söylüyor...
Mitoloji(k) gerçek!
Ancak, geniş Malay dünyasında devletleşme süreçlerinde
yer alan bir diğer yapı yani, Malaka Sultanlığı’nda (1411-1511), İstanbul’un
alınışıyla ilişkilendirilen bir boyut dikkat çekiyor.
Bugüne kadar tarihsel gerçekliği somut olarak
kanıtlanmamış, salt edebi – mitolojik bir figür olarak gündemde yer alan Hang
Tua’nın uzun deniz yolculuğunun ardından, İstanbul’a varmış olması zihinlerde
gayet olumlu bir imajın oluşmasına yol açıyor.
Tuhaf olan, bu olumlu imajın sıradan halk, kahvehane
müdavimleri vb. çevrelerde değil, akademi çevrelerinde karşılık bulması gayet
şaşırtıcı.
Evet, mitolojinin tarihe ve sosyolojiye kazandırdığı
olgular vardır...
Ancak, Malaka Sultanlığı’ndan bir ‘kahraman’ın uzun bir
deniz yolculuğunu kat ederek, İstanbul’un fethine ‘destek’ vb. yönlü söylemler
gayet çocuksu kalıyor...
Daha sosyolojik ifade etmek gerekirse, bu yaklaşımı ve
benzerlerini, bir tür aşağılık kompleksinin (inferiority complex)
yansımaları kabul etmek gerekir.
Kendimle çelişmeme adına, şunu da söyleyeyim. Evet,
neredeyse tüm Adalar’ın sahil şeritlerinde yaşam süren Malay toplumlarının
denizciliklerine kuşku yok...
Özellikle, bunlar arasında meselâ, Bugis, Riau, Açe gibi
bölgelerdeki toplumların sıkı denizcilikleri de tarihsel verilerle
ortada...
Ancak, Hang Tua’nın tarihsel somut kişiliği olup olmaması
bir yana, onbeşinci yüzyıl ortalarında denizci Malay dünyasında, Hint Okyanusu
gibi geniş ve derin bir suyolunu katetme sürecine dair elimizde bir veri
bulunmuyor.
Bu hususu, yukarıda gizli açık olarak Samudra-Pasai
örneğinde dile getirdim...
Hakkını verelim, Hang Tua’nın tarihsel bir figür
olmadığını, yukarıda dikkat çektiğim söylemin ‘safsata’dan ibaret olduğunu dile
getiren, gayet donanımlı tarihçi hocalar da var. Çok şükür...
Dini referansların varlığının, İstanbul’un fethine
getirdiği açıklık ortada.
Bunun yanı sıra, bu tarihsel gelişmenin, medeniyet
etkileşimleri üzerine etkisi de tartışılmaz.
Bu etkileşimin bir yandan Müslüman toplumların Avrupa
Hıristiyan toplumlarıyla, kültür ve medeniyetiyle etkileşimi kadar, Müslüman
toplumların birbirleriyle bağını sağlama ve bir anlamda küresel bir tesir
ortaya koyma noktasında da önemi bulunuyor.
Bununla birlikte, İstanbul’un fethi özelinde, tarihsel
gerçeklikler üzerinde yeniden ve özenle durulması gereken gayet dikkat çekici
hususlar olduğunu da kuşku bulunmuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder