29 Mayıs 2024 Çarşamba

Bir Tarihi dönemecin izinde: Constantinople, Osmanlılar ve Malaka / In the footsteps of a historical turning point: Constantinople, the Ottomans and Malacca

Mehmet Özay                                                                                                                            29.05.2024

Bugün, yani 29 Mayıs günü sadece, Osmanlı-Türk toplumu için değil, dünya Müslümanları için de gayet önemli bir gün...

Batı medeniyetinin geliştirdiği üçüncü büyük medeniyet kuşağı olan Roma İmparatorluğu’nun Doğu’da uzantısı ve Roma’yı, Doğu’da temsil gücüne erişmiş olan Bizans İmparatorluğu’nun başkenti Constantinople’ın 2. Mehmet tarafından fethinin 571. yıldönümü...

Fetih sürecini, dini kaynaklar bağlamında açıklama yönündeki iradenin tarihsel önemi olduğu ortadadır.

Bununla birlikte, Constantinople’ın önce İslambol ve ardından, İstanbul’a dönüşmesi yani, bir Müslüman şehri haline gelmesinin öncesindeki ve sonrasındaki gelişmeler de, hiç kuşku yok ki, bu tarihi an kadar gayet önemlidir.

Bu noktada, önce İslamlaşmayla birlikte Arap yayılmacılığına ve ardından, Osmanlı’ya kısaca bakmakta yarar var..

Beylik-devlet süreci

Osmanlı’nın bir Oğuz-Kayı topluluğu unsuru olarak, bir ‘beylik’ (principality) -kimi ifadelerle özellikle, Arapça kavramsallaştırmayla ‘emirlik’ (amirate) düzeyinden, teritoryal ve kurumsal olarak bir devlet ve küresel egemen güç haline gelmesinde, -biz ‘imparatorluk’ (empire) kelimesini kullanmıyoruz ve kullanılmasının da, Osmanlı siyasal epistemolojisiyle (political epistemology) bizzat çeliştiğini iddia ediyoruz-, sahip olduğu karakteristiklerden biri yani, mücadeleci yapısıdır.

Bu yapının, Ortaasya’daki klâsik ve kadim Türk varlığının bir devamı olması ile özellikle, sekizinci yüzyıldan başlayarak, Türk toplumlarının Müslümanlaşmasıyla kendini, yeni bir kültür ve medeniyet evrenine evirmesi ikinci karakteristiği oluşturur.

Bu yapı, özellikle Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu yapısıyla, Batı Asya yani, Afganistan’ın bir bölümü ile İran’ın tamamı ile Mezopotamya’nın neredeyse, tüm bölümünü içine alan coğrafi genişlemeciliğinin ardından, Oğuz-Kayı’nın uzantısı olan Osmanlı ailesinin, tıpkı diğer aileler gibi, Anadolu coğrafyasında edindiği tarihsel yeri, güçlü bir yapılaşma sergilemesiyle yeni bir boyuta evrilmiştir.

Emevi Arapları, Akdeniz ve denizcilik

Osmanlı’nın Kuzey-batı Anadolu’dan başlayan ve İstanbul’un fethinin öncesinde Balkanlara yoğunlaşan yayılmacılığının neden olduğu tarihi ve coğrafi yapılaşma, Arap Emevi Devleti’nin Avrupa ile karşılaşmasının ardından gerçekleşen ikinci büyük önemli karşılaşma anlamına geliyor.

Emevileri oluşturan Arap unsurların, yedinci yüzyıl ortası ile sekizinci yüzyıl ortasında yaklaşık yüz yıllık süreçte, genel itibarıyla Arap toplumlarının doğal varlık alanları olan Mısır’dan başlayarak Fas’a kadar olan coğrafyada, -aralarında Bedeviler (Bedouin) denilen dağınık, göçebe yapıları da içine alacak şekilde- bir anlamda, kendinde ve doğal bir yaygınlaşma sergilemiştir.

Denizle bağı, İslam öncesine dayanan Arap toplumlarının, Akdeniz bölgesinde özellikle, Adalar üzerinde kurduğu hakimiyeti, bu tarihsel gerçeklik ile açıklamak gerekir.

Denizci Osmanlılar!

Osmanlıların ise, yine tarihsel ve geleneksel olarak, sürekli kara toplumu ve devleti olma özelliği taşımıyor olan Türklerin devamı olarak, Kuzey-batı Anadolu’daki varlığının karasal niteliğindeki belirleyicilik her daim öne çıkmıştır.

Her ne kadar, adına uzman diyebileceğimiz Hocalarımız, Osmanlı’yı bir ‘denizci imparatorluk’ olarak adlandırsalar da, bunda gayet önemli ‘açıklar ve zaafiyetler’ olduğunu görmek ve anlamak gerekiyor.

Bununla Türk unsurlarını kastediyor ve bize Çaka Bey’i misal veriyorlarsa, o zaman aşağı yukarı dünya toplumlarının önemli bir bölümünün denizci millet olduğunu iddia etmek te o kadar kolaylaşır!....

Ya da, dönemin gereği olarak varlık süren, yarı otonom (semi-autonomous) yapılar olarak Kuzey Afrikalı korsanlıktan kapudanlığa dönme denizci unsurların varlığının, Osmanlı’ya aksettirdiği dönemsel başarıyı kastediyorlarsa, diğer denizci milletlerin uzun dönemli (longue durèe) varlığıyla kıyaslama götürmeyecek açıkları olduğu da ortadadır...

Elbette, kimilerinin benzeri konularda kolaycılığa kaçarak söylediği üzere, “Geçelim efendim bunları... Bunlar, mevzu bahis dahi olamaz!” demiyoruz. Ancak, böylesi bir tartışmanın yararına kuşku olmadığını kısaca hatırlatmak istiyoruz...

Hangi ‘Hıristiyan’ Avrupa?

İstanbul’un fethinin Avrupa toplumlarında doğurduğu tesirleri aşağı yukarı biliyoruz...

Ancak, bunun salt bir dini fenomenden kaynaklandığını yani, İstanbul’un bir -Ortodoks- Hıristiyan şehri özelliğini barındırmasıyla sınırlı olmadığını görmek gerekiyor.

Kaldı ki, Avrupa Hıristiyan toplumlarının ‘mezhepsel’ ayrışmaları dikkate alındığında, bir şehir olarak Constantinople’ın, Katolikliğin ve/ya Protestanlığın değil, öncelikle ve bizatihi, ‘Ortodoksluğun’ merkezi olduğu ortadadır.

Bu durum, sanki Avrupa coğrafyasını ve toplumlarını yek-vücud, mono-Hıristiyan (mono-Christian) bir yapı olarak görme eğilimleriyle çelişmektedir.

Ya da, bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Avrupa Hıristiyan tarihi bize, Avrupa’yı monolitik bir Hıristiyan coğrafyası olarak gösterme çabalarını yanlışmamaktadır.

Burada Avrupa’yı genel itibarıyla yakından ilgilendiren gelişme, İstanbul başta olmak üzere Anadolu coğrafyasısın önemli bir bölümünün, Hıristiyanlık öncesi Batı tarihinin ve geleneklerinin yani, Hellen ve Yunan (Greek) kadim varlığına ev sahipliği yapmasından kaynaklanmaktadır. Temelde, Anadolu’nun Batı-Hellen ve Yunan ile Pers-Hint dünyası arasında bir kültürel geçiş ve taşınma noktası olduğunu da hatırlatalım...

Malay dünyası bağlamı

Buradan, İstanbul’un fethinin Osmanlı-Türk dünyasının kimi ölçülerde ilintili olduğu düşünülebilecek bir diğer boyutuyla yani, Hint Okyanusu ve Malay Dünyası bağlamında değerlendirmekte yarar var.

Hint Okyanusu dediğimizde özellikle, İran’ın doğusunda kalan Hint Alt Kıtası ile Batı Pasifik’te Takımadalar coğrafyasını yani, geniş Malay dünyasını kastettiğimizi ifade edelim.

İlk dikkat çekilmesi gereken husus, Malay dünyasının İslamlaşmasının on, on bir, on ikinci yüzyıllardan başladığı dikkate alınacak olursa, İslam dünyasının ‘merkezi’ niteliğindeki Hicaz’la bağlarının gayet uzun dönemli bir boyuta sahip olduğu ortadadır.

İkincisi, bölgenin -Türk tarih kitaplarında yer almasa da- Asya-Pasifik bölgesinin tarihinde kayda değer bir yeri olan Sumatra Adası’ndaki Samudra-Pasai’nin onikinci yüzyıldan başlatabileceğimize imkân tanıyan veriler ve onüçüncü ve ondördüncü yüzyıllardaki somut kültürel, siyasal gelişmeler, bölgenin geniş İslam dünyası içerisindeki yeri kadar, Müslüman dünya dışında örneğin Hint ve Çin dünyasıyla ilişkileriyle dikkat çeker.

Bu noktada, cevap aranmakta olan birkaç soruyu gündeme getirebiliriz: İlki, “Samudra-Pasai, Memlüklü Devleti’yle ne türden ilişkilere sahipti?

Öyle ya, 1510’lu yıllara kadar varlığını devam ettirmiş olan Samudra-Pasai’nin bu süreçte İslam coğrafyasının ‘merkezi’ ile ilişkileri olması beklenir.

İkincisi, Samudra-Pasai, 1453’de İstanbul’un fethine yönelik herhangi bir tepki vermiş midir?

Görebildiğim belgelerin ışığında söylemek gerekirse, Osmanlı kaynaklarının bu soruya bir cevap vermiyor... Ne de, Samudra-Pasai ve/ya ilintili kaynaklar bir şey söylüyor...

Mitoloji(k) gerçek!

Ancak, geniş Malay dünyasında devletleşme süreçlerinde yer alan bir diğer yapı yani, Malaka Sultanlığı’nda (1411-1511), İstanbul’un alınışıyla ilişkilendirilen bir boyut dikkat çekiyor.

Bugüne kadar tarihsel gerçekliği somut olarak kanıtlanmamış, salt edebi – mitolojik bir figür olarak gündemde yer alan Hang Tua’nın uzun deniz yolculuğunun ardından, İstanbul’a varmış olması zihinlerde gayet olumlu bir imajın oluşmasına yol açıyor.

Tuhaf olan, bu olumlu imajın sıradan halk, kahvehane müdavimleri vb. çevrelerde değil, akademi çevrelerinde karşılık bulması gayet şaşırtıcı.

Evet, mitolojinin tarihe ve sosyolojiye kazandırdığı olgular vardır...

Ancak, Malaka Sultanlığı’ndan bir ‘kahraman’ın uzun bir deniz yolculuğunu kat ederek, İstanbul’un fethine ‘destek’ vb. yönlü söylemler gayet çocuksu kalıyor...

Daha sosyolojik ifade etmek gerekirse, bu yaklaşımı ve benzerlerini, bir tür aşağılık kompleksinin (inferiority complex) yansımaları kabul etmek gerekir.

Kendimle çelişmeme adına, şunu da söyleyeyim. Evet, neredeyse tüm Adalar’ın sahil şeritlerinde yaşam süren Malay toplumlarının denizciliklerine kuşku yok...

Özellikle, bunlar arasında meselâ, Bugis, Riau, Açe gibi bölgelerdeki toplumların sıkı denizcilikleri de tarihsel verilerle ortada... 

Ancak, Hang Tua’nın tarihsel somut kişiliği olup olmaması bir yana, onbeşinci yüzyıl ortalarında denizci Malay dünyasında, Hint Okyanusu gibi geniş ve derin bir suyolunu katetme sürecine dair elimizde bir veri bulunmuyor.

Bu hususu, yukarıda gizli açık olarak Samudra-Pasai örneğinde dile getirdim...

Hakkını verelim, Hang Tua’nın tarihsel bir figür olmadığını, yukarıda dikkat çektiğim söylemin ‘safsata’dan ibaret olduğunu dile getiren, gayet donanımlı tarihçi hocalar da var. Çok şükür...

Dini referansların varlığının, İstanbul’un fethine getirdiği açıklık ortada.

Bunun yanı sıra, bu tarihsel gelişmenin, medeniyet etkileşimleri üzerine etkisi de tartışılmaz.

Bu etkileşimin bir yandan Müslüman toplumların Avrupa Hıristiyan toplumlarıyla, kültür ve medeniyetiyle etkileşimi kadar, Müslüman toplumların birbirleriyle bağını sağlama ve bir anlamda küresel bir tesir ortaya koyma noktasında da önemi bulunuyor.

Bununla birlikte, İstanbul’un fethi özelinde, tarihsel gerçeklikler üzerinde yeniden ve özenle durulması gereken gayet dikkat çekici hususlar olduğunu da kuşku bulunmuyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/bir-tarihi-donemecin-izinde-constantinople-osmanlilar-ve-malaka-in-the-footsteps-of-a-historical-turning-point-constantinople-the-ottomans-and-malacca/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder