Mehmet Özay 19.05.2024
Osmanlı’da reform denildiğinde akla, genel itibarıyla
Tanzimat Fermanı (1839) ve devamı mahiyetindeki Ishalat Fermanı (1856) gelir.
Yabancılara da bu öğretilir...
Adına, ‘reform’ denilen olgudan hareket edilecek olursa,
burada gayet temel bir yanlışlık olduğu ortadadır.
Öyle ki, Osmanlı’da kurumsal değişimlerin gündeme
getirilmesi bağlamında, reform sürecinin erken dönemlerde başladığına kuşku
yok.
Her ne kadar, bu dönemlerdeki reform eğilimlerinin ortak
yönü, ‘askeriye kurumu’ merkezli olsa da, en azından Osmanlı saray çevresinde
bürokrasisinde, -burada askeri bürokrasi olarak anlamak gerekir- adına ‘reform’
denilen olgunun yer ettiği görülür.
Diğer bazı alanlarda olduğu üzere, 19. yüzyıla yönelik
ağırlıklı eğilim bizatihi eleştirilmeyi hak ediyor.
Ve yukarıda dikkat çektiğim üzere, ‘yabancılara öğretilen
bu hususta yanlışlık olduğunu söylemek gerekir. Bunu şimdilik, bir hatırlatma
olarak gündeme getiriyorum.
Cevdet Paşa: iyi bir gözlemci
Burada, birkaç gün önce Cevdet Paşa okumalarıma yönelik,
bazı görüşleri gündeme getirmiştim. Bu hususa devam etmekte fayda var.
Nihayetinde, Cevdet Paşa’nın kaleme aldığı ‘Tezakir’lerinin
ilklerini, Tanzimat ile bu dönemin aktörlerine ayırması hem, onun nazarında hem
de, tüm 19. yüzyıl -ve kısmen 20. yüzyıl başlarındaki- reform çabalarının doğru
okunabilmesine olanak tanımaya imkân veriyor.
Cevdet Paşa’nın, aktörlerine yakınlığıyla dikkat çeken bu
dönemde, öne çıkan figür -yine onun nazarında Reşid Paşa’dır. Cevdet Paşa,
‘Mustafa’ ön ismini kullanmıyor ve kısaca Reşid Paşa diyor.
Aktör: Reşid Paşa
Cevdet Paşa’nın, Harici nazırı, elçilik derken ardından,
Sadaret’e kadar çıkan Mustafa Reşid üzerinde bu denli durmasında onun,
Tanzimat’ın mimarı olması kadar, Tanzimat sürecini yönetme konusunda diğer
devlet erkanından çok daha ‘profesyonel’ davranması olduğunu söylemek gerekir.
Tezakirlerin
altıncısındaki ifadelerden anlaşıldığı üzere, Reşid Paşa’nın yeni bir politika
yapıcı unsur olarak ortaya çıkmasının yanı sıra, Tanzimat değerleri arasında, “can
ve mal emniyetinin sağlanmasında kamuya yaptığı hizmete”[1]
yönelik vurgu birbirini destekler mahiyettedir.
Buradan Reşid Paşa’ya yönelik, sadece Cevdet Paşa
nezdinde değil, Osmanlı kamuoyunda da -ne ölçüdedir söylemek güç-, “can ve mal
güvenliği” meselesinden hareketle olumlu bir intibaın hasıl olduğu görülüyor.
Politika yapıcılığını ise Mısır sorununda ortaya
koymuştur...
Mısır sorunu: merkezde ‘bek-gör’ politikacıları
Daha Tanzimat sürecinin başlarından itibaren, Mehmet Ali
Paşa ile birlikte Mısır bir sorun olarak ortaya çıkarken, bu sorunun çözümü
konusunda Batılı çevrelerle görüşmelerdeki rolüyle yani, diplomasi uslübuyla,
Bab-ı Ali’de diğerleri nezdinde hüsnü kabul görmesi önemlidir.
Bu durum, yani, Mısır sorununun halline yönelik öncelik
ve bu süreçte Reşid Paşa’nın rolü ile onun Tanzimatçılığı arasında öncelik –
sonralık ilişkisi kuran rakipleri, Mısır sorununun hallini beklemeleri, genel
itibarıyla Tanzimat görüş ve düşüncesinin aslında merkezde, pek de yer
etmediğinin işaretidir.
Merkezdeki bu durum karşılık, taşra’da edinilmiş
memuriyetlerde -öyle anlaşılıyor ki, kraldan çok kralçı kesilenlerin de
Tanzimat’ın düzenlemelerinden hoşnut olmadıkları görülüyor.
Eski düzen-yeni düzen: Nerede Maqasıd al Shar?
Merkez ve çevrede, Reşid Paşa’ya yönelik tepkilerdeki
ortaklık, reform denilen sürecin, yeni bir ‘düzene’ tekabül etmesiyle, ‘eski
düzen’ yanlılarının çekinikliklerini ortaya koyuyor.
Burada durup şu soruyu sormakta yarar var: Osmanlı
sisteminde şerikat ile örf (sivil) başlıkları altında yer alan hukuki yapıya
rağmen, örneğin, şeriat’in hedefleri (maqasıd al shar’) gibi gayet
belirli prensiplerinin bile uygulamadan azade olduğunu dair bir görüntü ortaya
çıkıyor. Yanılıyor muyum?
Tam da burada, Müslüman toplumlarda reformcular ile
gelenekselciler arasındaki tartışmayı Osmanlı zeminine taşıdığımızda, ‘geri
kalmışlığı’ İslami prensiplerden uzaklaşmaya bağlayanlar ile, Osmanlı sistemini
mükemmelliyetçilikle anma konusunda yarışanların durup düşünebilecekleri gayet
önemli bir alanın olduğunu zannediyorum.
Bu hususu burada şimdilik burada kesiyorum...
Reşit Paşa: Zik zak!
Cevdet Paşa’nın gözdesi diyebileceğimiz Reşit Paşa’nın,
bizatihi kendi bireysel tarihinin bile, Osmanlı reform sürecinin ne şekilde bir
yapılanma sergilediğini anlama konusunda bir ölçüt niteliğinde.
Yukarıda dikkat çektiğim üzere, merkezde ondan
hazzetmeyenlerin çabasıyla Hariciye, Edirne Valiliği’ne atanması sürecin ilk
basamağını oluşturuyor. Paşa, bu atamayı reddederken, belki de, çok arzu ettiği
bir Avrupa başkentine yani, Paris’e elçi olarak gönderildi.
Onun ardından Tanzimat sürecinin pek de yönetilememesi
onun sadarete atanması gibi, yeni bir sürecin başlatılmasına neden oldu.
Geçen günkü yazıda yer verdiğim, “... Bu devrin ricali
güzel ömür geçirdiler. Hoş geçindiler. Pek çok irad ve akar edindiler...”[2]
yaklaşımı tam da bu süreçte ortaya çıkmış... Tanzimat’la ilgili kalıcı çözümler
yerine, birşeyler yapmaya çalışanların kurumsal sürece yansıyan
beceriksizliğine rağmen, kendi hal ve ehvallerini gayet geliştirme konusunda
becerikli oldukları ortada...
İlginçtir, Tanzimatın mimarı Reşid Paşa’nın dönüşü, hem
de gayet ‘onurlu’ ve kurumsal dönüşüne rağmen, Cevdet Paşa’nın ifadesiyle “... evvelki
salabet ve rasanet kalmamıştır”...
Peki, bunu nasıl anlamamız gerekiyor?...
Reşid Paşa bürokratik, politik karizmasından fire mi
vermiştir?...
Avrupa başkentinde geçirdiği yıllar ona yaramamış mıdır?
Yoksa, döndüğünde bulduğu bürokratik ortama adapte olma konusunda cömertlik mi
etmiştir? Bu husus, gayet ilginç bir sorgulama gerektiriyor.
Cevdet Paşa’nın incelikli eleştirisini o da hak etmiş:
“... Sadrazam olduğu halde o kadar büyük işlere muvaffak olamadı. O dahi ali
binalar yapmak ve irad ve akar edinmek hevesine düştü...”
Önceki yazıda hitap ettiğim, ‘Üstadım’a bu gelişmeyi
aktarsaydım: “Üstad’ım, sen ne dersin bu işe?” diye sorardım herhalde!
Reşit Paşa bununla da kalmamış... “... Oğlu Ali Galip
Paşa’yı Padişah’a damak etmek için kadınlara ve harem-ağalarına müdahane eder
oldu...”[3]
Tanzimat’ın mimarının yani, Reşid Paşa’nın kamusal alana,
bürokrasiye, kurumsallaşmaya nizam intizam verme çabasından geriye bunlar
kaldıysa, hak o dur ki, Tanzimat Osmanlı’da sisteme pek de vaziyet verememiş
demektir.
Tek kelimeyle burada söylenmesi gereken, Tanzimatçılık
demek ki onu başlatana yaramış, ümmete pek hayrı olmamış!...
Vazgeçilmezlik mi niteliksizlik mi?
Şimdi burada, bir başka önemli süreci ortaya koymakta
yarar var. Kısmen yukarıda geçmişti...
O da Reşit Paşa’nın hali pür melâli...
Bürokraside var olan kayırmacılık, histeri halini almış
olan ayak oyunlarından Reşit Paşa’nın ikinci kez nasibini alması 1864’e
rastlıyor.
Seraskerlik makamındaki Damat Said Paşa’nın
girişimleriyle yerinden olan Reşit Paşa, bir süre sonra yeniden Sadaret’e
getiriliyor. Bu onun üçüncü kez sadareti görmesi anlamına geliyor.
Süreç bitmiyor... Aksine, baş döndürücü bir şekilde devam
ediyor... Reşid Paşa bir daha azl edilip, 1.5 ay sonra yeniden Sadaret’e
atanıyor... Ve ardından, bir süre sonra yeniden azl yaşıyor Reşid Paşa...
Karşımızda, Tanzimat’ın mimarı ve beş azl görmüş bir
Reşit Paşa var...
Osmanlı sisteminin, 19. yüzyıl ikinci çeyreğinden
başlayarak, dönüşüme ne kadar aday olduğu sorusuna verilebilecek sağlıklı
cevapların pek de kolay olmadığını gösteriyor.
Şayet, Tanzimat ve Islahat üzerinden devlete ve topluma
nizam ve intizam vermek hedeflenmiş ise, bunu salt bir aktörün çabasıyla ortaya
koymak ve/ya gerçekleştirileceğini varsaymak büyük bir hata.
Reşit Paşa’nın tüm bu süreçteki rolüne karşın, hem kendi
bireysel tutumlarının hem de onu yönetem üst yapının önemli açmazlarla karşı
karşıya olduklarını Cevdet Paşa gizli açık ortaya koyuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder