Mehmet Özay 24.05.2024
Yarın yani, 25 Mayıs onun 129. ölüm yıldönümü... Allah
Rahmet eylesin...
1823 yılında doğan Cevdet Paşa, Osmanlı’nın en önemli
yüzyıllarından biri olmayı hak eden 19. yüzyılın büyük bir bölümüne tanık
olmasıyla ve bu tanıklığını, eserlerine yansıtmış bir bürokrat olarak önem
taşıyor.
Tarihe tanıklık
Cevdet Paşa’nın önemi, birbirine yakın addedilen iki
eseriyle gündeme geliyor...
Bunlardan ilki, Tezâkir-i Cevdet ve ikincisi, Cevdet
Tarihi (Tarih-i Cevdet). İlkinin resmi görevi sürecinde kaleme aldığı
ikincisini ise, kendi inisiyatifiyle ortaya koyduğu düşünülecek olursa, ilki
daha öncelikli bir konumda değerlendirilebilir.
Bunlara ilâve olarak, ‘Maruzat’ ve ‘Kavaid-i Osmaniye’yi
dile getirmek gerekir.
Özellikle, 2. Abdülhamit’in bizzat kendisinden, Abdülmecid
ve Abdülaziz dönemlerine dair gelişmeleri yazmasını istemesinin ürünü olan
‘Maruzat’ı -Cevdet Baysun’un ifadesini aktararak söylemek gerekirse-, ayrı bir
eser olarak telâkki etmek mümkünse de, çokça Tezâkir-i Cevdet’teki ilgili
bölümleri daha detaylı ele almasıyla farklılık taşıyor.[1]
Merhum’un bu iki önemli eseri yani, ‘Tezâkir’ ve
‘Tarihi’, Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılın büyük bölümündeki gelişmelerini ele
almasıyla, tarihsel ve sosyolojik açıdan oldukça önemli eserler.
Daha önce yazdığım kısa yazıda dile getirdiğim üzere,
dönemin tarih yazıcılarının işi aksatması ile elde bulunan verilerin
profesyonel şekilde korunamaması gibi nedenler bize, dönemin ve belki de,
önceki dönemlere ait bazı önemli hususlara ulaşılamayacağını gösteriyor.
Bununla birlikte, Cevdet Paşa’nın özellikle, ‘Tezâkir’
adlı çalışması bir yandan, 19. yüzyılın kronoloik ve genel bir değerlendirmesi
öte yandan da, 19. yüzyılın Osmanlı’nın
ayakta kalıp kalamayacağına dair, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı gibi
önemli siyasal girişimleri ve bu süreçlere dair görüşleriyle önem arz ediyor.
Döneminin adamı!
Cevdet Paşa’nın, ‘yaşadığı dönemin adamı olması’
yaklaşımının getirdiği özellikleri, olumlu mu yoksa olumsuz mu değerlendirmek
gerektiği üzerinde iyi durmak gerekiyor.
Bu çerçevede, Paşa’nın ‘Tezâkir’de -en azından okumakta
olduğum bölümler üzerinden söylemek gerekirse-, dönemin aktörlerine,
gelişmelerine dair yaklaşımının pek de, iç açıcı olduğunu söylemek güç.
Bürokrasiyi ve Saray’ı yakından bilen bir isim olması
onun, her iki alandaki ‘aktörleri’ değerlendirmebilmek imkânı tanıdığı ortadadır.
Bu durumda, Paşa’nın ‘ötekiler’ gibi, dönemin öne çıkan
sivil ve askeri bürokraside en yükseğe çıkma hırsından uzak durup duramadığı
konusu tartışmaya açık gözüküyor.
19. yüzyılda olan bitene dışardan bakabilme özelliğini,
sahip olduğu bireysel karakteristikleri, eğitim süreçleri, meslek ahlâkı gibi
nitelikleriyle ortaya koyduğuna şüphe olmayan Cevdet Paşa’nın, ‘... Diğerleri
oluyor da ben niye olmayayım!’ hissi ve düşüncesiyle niyetinin Sadaret’de yani,
Sadrazamlıkta olduğunu söyleyen bizatihi onun eserini Latince’ye kazandıran
Cavid Baysun Hoca: “Cevdet Paşa’nın sadaret ve Meşihat gibi en büyük makamlara
yükselmek için nihayetsiz bir arzu beslediği ve kendisi için ilmiyeden geldiği
halde vezir ve bilahare sadrazam olan Şirvanizade Rüşdi Paşa misalinden pek
dilgir olduğu muhakkaktır.”[2]
Bu ifadeyi yabana atmamak gerekir...
Bu son yaklaşım, ‘onun döneminin adamı olma özelliğinin
bir parçasıdır’ demek, kanımca yanlış olmayacaktır.
Bu ‘olumsuz’ addedilebilecek intibaın dışında, Cevdet
Paşa’nın gözünün Sadaret’te olmasına dair başka bir açılım da getirmek mümkün...
O da, ‘Tezâkir’ başlıklı eserinde gözlemlendiği üzere,
dönemin öne çıkan aktörlerinde ortaya çıkan çıkar ilişkileri, birbirini çekememezlik,
kendi çıkarına düşkünlük, Fransa-İngiltere arasında gidiş gelişleri, -örneğin,
19. yüzyıl reform sürecinin mimarı Reşid Paşa’nın İngiliz yanlısı, şakirtleri
Ali ve Fuat Paşaların -veya Serasker Rüşdi Paşa’nın- Fransız yanlısı olmaları
gibi[3] veya
bunlardan birine yamanmaları vb. gibi hem bireysel ve bürokrasi için hem de,
genel itibarıyla Osmanlı Devleti için gayet olumsuz addedilebilecek
yönelimlerin önüne geçme adına, ‘kendisi gibi’ işleri beceriyle halledebilecek
bir kişi arayışına karşılık geldiğini söylemek mümkün gözüküyor.
Devlet’e dair
Yukarıda dikkat çekildiği üzere, Osmanlı sivil ve askeri
bürokrasinin içinde bulunduğu hâl’in, reform çabalarına rağmen, devletin
gidişatı üzerine ne denli etkisi olduğu üzerinde düşünülmeye değerdir.
Öyle ki, bir yabancı gözlemcinin ve bu gözlem üzerine,
Cevdet Paşa’nın yaklaşımını burada zikretmekte yarar var.
Avusturya İçişleri bakanı Klemens von Metternich’in
(1773-1859) Osmanlı’da reform dönemine dair sarf ettiği birkaç cümlesi var.
En azından ilgili metinde buna atıf bu şekilde:
“... Devleti aliyyece terâkki için bunun gibi bir vakti
fırsat olamaz. Amma aksine hareket olunduğu taktirde dahi bunun gibi fena vakit
olmaz. Bu müsaadeli eyyamı iki sene kadar tahmin ederim. Bu müddet zarfında,
esbab-ı terâkkiye teşebbüs olunmaz ise fırsat fevt olur” demiş.[4]
Metternich’in vurgusunun, Tanzimat-Islahat dönemlerine
dair olduğu ortada. Ya reformları yaparsınız ya da akibet ‘çöküş ve bitiş’
diyor...
Bu noktada, diğer bazı Avrupalı aydınlar gibi,
Metternich’in de Osmanlı’yı seven isimlerden olsa gerek. Öyle ya, yoksa ne diye
Osmanlının kurtuluşu için görüş beyan etsin!
Reform sürecini, Osmanlı’nın ‘kurtuluşu’ için yegâne
dönem addeden ve buna iki yıl zaman biçen Metternich’in bildiği hususlar olsa
gerek.
Bu noktada, örneğin, kendi ülkesi Avusturya ile Avrupa
geneline dair reform süreçlerinin neye tekabül ettiğine dair gayet donanımlı
bir tarih anlayışı olsa gerekir.
Metternich’in bu görüşü üzerine düşüncesini gündeme
getiren Cevdet Paşa, bu yaklaşımın Osmanlı’daki durumu izah ettiğini bununla
birlikte, “iki sene”yle sınırlı olmayacak denli önemli bir vaktin Osmanlı
yönetiminin eline geçtiğini söylüyor.
Ardından, acı gerçeği de eklemekten geri kalmıyor:
“... Ne çare ki, biz adam olup da istifade edemedik ve
belki ol vakit bütün bütün fenalığa yüz tuttuk. Reşid Paşa damad paşalarla
uğraşırken muahharen kendisinin yetiştirmiş olduğu Ali ve Fuad Paşalar ondan
ayrılıp Reşid Paşa, öteden beri İngiliz politikasına meyl ederken anlar Fransız
politikasını iltizam eylediler ve iki taraf dahi yekdiğerine galebe için her
türlü vesaile teşebbüs ederek...”[5]
Yani, bizzat devleti düzlüğe çıkartma niyetindeki,
Tanzimat sürecinin mimarlarının ve devam ettiricilerinin birbirleriyle olan
tutarsızlıkları süreçte, hak edilen kurumsal değişikliklerin ortaya
konulamadığını gösteriyor.
Yukarıda dikkat çekmiştim... Muhtemelen bu nedenledir ki,
Cevdet Paşa Sadaret’e gelmeyi istemesi belki de, bu süreçleri yönetebileceğine
olan düşüncesinden kaynaklanıyordu.
Osmanlı’da yönetimi elinde tutan çevrelerin ne hale
geldiğini, Cevdet Paşa ilerleyen sayfalarda şöyle dile getiriyor:
“... Reşit Paşa, taraf-ı padişahiden ara sıra külliyetli
atiyeler alıp diğer vechile temettüe tenezzül etmezdi. Amma, mensubanından bu
iltizamat işine girişmeyen pek az kaldı ve havass-ı mensubanından bazıları,
böyle na-meşru yollar ile defaden binlerce keseler alıp sefihane sarf
ederlerdi.”[6]
Devleti kurtarmakla sorumlu olan başta Reşid Paşa olmak
üzere özellikle, ona bağlı olan kadroların “... iddiaları eğitim ve medeniyetin
gelişmesine hizmet etmek iken, çirkin temettüata girişmeleri efkar-ı ammenin
tagyirine badi oldu”, diyor Cevdet Paşa.
Ve ekliyor “Haydan gelen huya gitti”.[7]
Vefatının 129. yılında Cevdet Paşa’yı rahmetle anıyorum.
Makamı cennet olsun...
[1] Baysun, Cavid. (1953). “Tezakir-i Cevdet Hakkında”, Tezakir (1-12),
(Yayınlayan: Cavid Baysun), Ankara: Türk
Tarih Kurumu, p. xviii.
[2] Baysun, Cavid. (1953). “Tezakir-i Cevdet
Hakkında”, Tezakir (1-12), (Yayınlayan: Cavid Baysun), Ankara: Türk Tarih Kurumu, p. xiv (f.n.8).
[3] Cevdet Paşa. (1953). Tezakir (1-12), (Yayınlayan:
Cavid Baysun), Ankara: Türk Tarih
Kurumu, s. 26, 40.
[4] Cevdet Paşa. (1953). Tezakir (1-12), s.
xxi.
[5] Cevdet Paşa. (1953). Tezakir (1-12), s.
xxi.
[6] Cevdet Paşa. (1953). Tezakir (1-12), s. 19-20.
[7] Cevdet Paşa. (1953). Tezakir (1-12), s. 20.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder