Mehmet Özay 24.02.2022
Rusya’nın bugün erken saatlerde
Ukrayna’yı işgal girişiminin, uluslararası arenada yargısız infaz olarak tarihe
geçeceğine kuşku yok.
Rusya’nın açık açık “geliyorum”
diyen bu işgal girişiminin NATO, Avrupa Birliği ve genel itibarıyla Batı
siyasal ideolojisine yönelik eleştirileri beraberinde getirdiği gibi, ortaya
çıkan kararsızlık/belirsizlik ortamında, örneğin Asya-Pasifik’te Rusya benzeri
teşebbüslerde bulunabilecek bazı ülkelere gayrete getirip getirmeyeceği de,
üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.
İlk akla gelen husus hiç kuşku yok
ki, Güney Çin Denizi’nde Tayvan sorunu… Çin’in bundan yaklaşık üç hafta önce
Rusya ile ‘dostluk antlaşması’ imzalamasını, Doğu-Batı ekseninde gizli/açık bir
ayrışma olarak görmek gerekir.
Kaldı ki, Çin yönetimi bugün
Rusya’nın girişiminin “istila” olarak tanımlamayı reddetmesi, olası bir benzeri
teşebbüsü kendi bölgesinde gerçekleştirebilmenin imkânına gönderme yapan bir yönelim
olarak görülmelidir.
Provokatör olan kim?
Saldırının hemen ardından Başkan
Biden, Rusya’nın saldırısını ortada, herhangi açık bir ‘provokasyon olmadan’ ve
‘meşruiyetten yoksun’ gelişme olarak nitelendirdi.
Aslında Vladimir Putin’in daha
önceleri olduğu gibi gün içerisinde de yaptığı açıklamada, saldırının gerekçesi
olarak NATO’nun Doğu Avrupa’daki eski SSCB bünyesindeki/uydu ülkeler/bölgelere
yönelik söylem ve icraatlarını hedef göstermesini açıkça, bir öz-savunma
niteliğinde görmek gerekir.
Kaldı ki, Putin yine aynı
açıklamalarında, Rusya’nın ulusal menfaatleri söz konusu olduğunda tartışılacak
bir konunu olmadığı anlamına gelen açıklamalarıyla bunu pekiştirmiş oldu.
Provakosyon olgusunun, benzer
şekilde İngiltere başbakanı Borris Johnson, Alman şansölyesi Olaf Scholz ve
NATO genel sekreteri Jens Stoltenberg tarafından da gündeme getirilmesi,
NATO’da öne çıkan güçlerin ve isimlerin Putin’in NATO’yu hedef alarak,
saldırıya meşruiyet kazandırma arayışının önüne geçmeyi hedeflediklerini
söyleyebiliriz.
Kara gün
Söz konusu bu saldırı, 2. Dünya
Savaşı’ndan sonra Avrupa sınırları içerisindeki en büyük askeri operasyon
niteliği taşımasıyla, Avrupa Birliği’nin ve de bu birliğin taşıdığı varsayılan
değerlerin ne denli kırılgan hale geldiğinin bir göstergesidir.
Bu durum aslında tam da, bazı
liderlerin “Avrupa’nın kara günü” tanımlamasına tekabül ediyor.
Batılı uluslar nezdinde, Ukrayna
örneğinde olduğu gibi, bağımsız bir ulus devlete yönelik böylesi bir adaletsizce
girişimin nasıl çözüme kavuşturulacağı konusu, şimdilik meçhul olmakla
birlikte, söz konusu bu yargısız infaz küresel çapta, zaten var olan
güvensizlik ortamını daha da derinleştirecektir.
ABD Başkanı Joe Biden yaptığı
açıklamalarda Batı’yı tek blok olarak ittifak gücü bağlamında zikretse de, böylesi
bir ittifakın etkinliği sorgulanmayı hak edecek zaafiyetler taşıyor. Öte
yandan, Rusya’nın böylesi bir saldırı için herhangi bir mazereti gündeme
getirmesinin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğine şüphe yok.
Ancak bugün yaşananların Batı için
iki açıdan önemli olduğunu söyleyebiliriz. İlki, Rusya’nın Ukrayna istilası ile
başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin kendi iç anlaşmazlıklarıyla yüzleşmeleri
gerektiğinin ortaya çıkmış olmasıdır.
İkincisi, bağımsız ve demokratik
bir devlet olarak Ukranya’nın bugün içinde bulunduğu durumdan çıkmasına acilen yardımcı
olmalarıdır. Birbirinden bağımsız ele alınamayacak bu iki husus, hiç kuşku yok
ki Batı siyasal ve ideolojik olarak yükünün iki kat artması anlamına geliyor.
NATO kararlı (mı?)
Perşembe günü erken saatlerde
Putin’in saldırı emri açıkçası, NATO’nun söylem gücünün Rusya üzerinde
etkisizliğini kanıtlamıştır. Bununla birlikte, NATO’dan ve NATO üyesi
ülkelerden yapılan ilk açıklamalara bakıldığında, iki farklı cevabın ortaya
çıktığı görülüyor.
İlki, ABD ve İngiltere’den gelen
açıklamalar, Rusya’nın dünya kamuoyu önünde sorumlu tutulacağı ve yaptırımların
ekonomik boyutta sürdürülebileceği vurgu yapıyor. İkincisi ise, NATO genel
sekreteri Jens Stoltenberg’in açıklaması ki, sanki NATO’nun her an bir askeri
girişime kapı aralayabileceği ihtimalini güçlü bir şekilde akla getiriyor.
Mevcut durumda, Rusya’nın kendi
arzusuyla geri çekilme ve masaya oturma kararı vermesi çok düşük bir ihtimal
olsa da, böylesi bir durum Batılı ülkeler açısından gelişmeleri farklı yöne
döndürebilir.
Aksi halde, masum Ukraynalıları
korumak amacıyla Rusya’ya karşı aynı tonda yani, askeri olarak bir karşılık verilmemesi
halinde, Batılı ülkelerin uluslararası arenada hem, siyasal ideolojilerinin hem
de, siyasal iktidarlar olarak inandırıcılıklarının önemli ölçüde erozyona
uğrayacaktır.
Böylesi bir karşılığın olmamasının
Rusya açısından anlamı ise, benzer bir girişimi zamana yayarak diğer eski Doğu
Bloku ülkelerine doğru genişletmesi imkânını bir moral güç olarak elde etmiş
olacaktır.
NATO’nun bu meydan okumaya
hazırlıklı olup olmadığını ya da kararlılığını, Rusya tehdidine maruz kalan
ülkelerin doğrudan NATO’nun ana/çekirdek ülkeleri olmamasında görmek mümkün.
Örneğin, bugün saldırıma maruz
kalan Ukrayna… Ya da bu ülkeyi çevreleyen Polanya, Moldova, Romanya, Slovakya,
Macaristan gibi komşu ülkeler…
Bu noktada, NATO’nun özellikle,
kurucu üye ülkeler ile bu ülkelere yanaşık birincil ülkelerin Ukrayna’ya komşu
olmamasının meydana getirdiği bir tereddüt ve durağanlıktan söz etmek mümkün.
Tarihi geriye saymak
Bu saldırının tüm dünya kamuoyuna
hatırlattığı önemli bir gerçek Rusya’nın kayda değer güç edinimidir.
Öyle ki, 1989 yılında başlayan
SSCB’nin çözülme sürecinden sonra, Varşova Paktı’nın bugün de facto
lideri konumundaki Rusya’nın, aradan geçen otuz yılın ardından mevcut
ulus-devletler üzerinde şu veya bu şekilde sağlamayı düşündüğü egemenlik
süreçleriyle dünya kamuoyunun önündedir.
Ukrayna işgali, Batı merkezli
ideolojik çatışmaya konu olan Soğuk Savaş döneminin ardından, Doğu Bloku’nun
çözülüşüne ve dağılmasına rağmen, bitmediğinin bir kanıtıdır.
Bununla birlikte, ABD öncülüğündeki
Batı’nın, kendini siyasi ideolojik temelleriyle tanımladığı liberal, demokratik
değerlere karşın, bugünün Rusya’nın hangi siyasal ideolojik temellere sahip
olduğu sorgulanmayı hak etmektedir.
Ancak şu kadar var ki, Soğuk Savaş
yetiştirmesi Vladimir Putin’in devlet başkanlığındaki Rusya’nın komünist
değerler ve idealler etrafında örüntülenmemekle birlikte, bir siyasi yönetim
biçimi olarak neye tekabül ettiği belirsizliğini korumaktadır.
Rusya’daki yönetimi salt “otoriter”
(autocrat) olarak nitelemek, olan biteni bize yeterince aktarmıyor,
aksine muğlaklık derecesini daha da artırıyor.
Nihayetinde Batılı liberal, demokratik
ulus-devletlerin başında gelen ABD’de, 2016-2020 yılları arasında başkan Donald
Trump iç ve dış politikalarının ortaya koyduğu siyasal yönetim anlayışı da, en
az Putin’ine atfedilen kadar otoriter olarak tanımlanmasını gerektirecek boyuttaydı.
ABD öncülüğünde NATO’nun
sergilediği söylem ile Rusya’nın 21. yüzyılın bu evresinde beklenmeyen girişimi
akıllara 20. yüzyılın Soğuk Savaş yıllarını hatırlatıyor. Olumsuz
addedilebilecek bu gelişmenin en büyük tesiri ise kendini Batı Avrupa üzerinde
gösterdiğine şüphe yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder