31 Ocak 2022 Pazartesi

Japonya-Singapur sempozyumunda Asya-Pasifik ilişkileri / Asia-Pacific relations in the symposium between Japan and Singapore

Mehmet Özay                                                                                                                            30.01.2022

Japonya-Singapur arasında geçtiğimiz 26 Ocak günü, 15.si gerçekleştirilen sempozyumda, iki ülkenin son dönemde Asya-Pasifik bölgesindeki ekonomi-politik ve güvenlik alanlarındaki gelişmeler konusundaki politikaları ele alındı.

İki ülkeden, alanlarında uzman ve aralarında eski bakan ve bürokratlarında bulunduğu, yaklaşık 280 kişinin katılımıyla çevrim içi gerçekleştirilen toplantılarda, temelde iki alan öne çıktı.

Bunlardan ilki, bir anlamda her iki ülkenin varoluş nedenini teşkil eden serbest ticaretin önündeki engeller ve bunların kaldırılmasına yönelik yaklaşımlardı.

İkincisi ise, genel itibarıyla ABD ve Çin arasında var olan ve tüm Asya-Pasifik bölgesinde etkisini gösteren çatışmacı ilişki yapılaşması karşısında siyasi tavır alışlarla ilgiliydi.

Küresel tedarik zinciri ortak alan

İki ülkenin, ekonomi modeli ve bunun alt yapısını oluşturan serbest ticaret uygulamaları konusunda benzerlikleri paylaşmaları, hem ikili ilişkiler hem de özellikle, son on yıl içerisinde bölgesel ekonomi birliklerinin oluşturulması ve geliştirilmesi noktasında ortak görüşlerde buluşmalarına olanak sağladığını söylemeliyiz.

Küresel liberal ekonominin vazgeçilmez unsuru olan, serbest ticaret ve bu mekanizmanın sürdürülebilirliğine yönelik son dönemde, özellikle kovid-19 sürecinde Çin merkezli tedarik zincirinde yaşanan sorunlar karşısında çözüm arayışlarında, Japonya ve Singapur’un yakın işbirliğine dikkat çekildi.

Bu noktada, sempozyuma daha önceden yapılan video kayıtlarıyla katılan Japonya dışişleri bakanı Yoshimasa Hayshi ile Singapur dışişleri bakanı Vivian Balakrishnan küresel tedarik zincirinde iki ülkenin rolüne vurguları önemliydi. Aslında bu durum, sadece iki ülke ile sınırlı olmayan, aksine iki ülkenin ekonomi modeli çerçevesinde, Batılı liberal ekonomi modeli ile birlikte hareket ettiğinin bir göstergesi.

İki ülke arasında ekonomi alanında var olan benzerlik ve yakınlaşma süreçlerinin, bölgesel güvenlik sorunları ve gelişmeleri bağlamında ortaya konulacak politikalar noktasında ne kadar geçerli olabildiğini söylemek, en azından var olan sorunlar karşısında, pek mümkün gözükmüyor.

Bu noktada, ABD’nin doğrudan ve açık müttefik konumundaki Japonya ile genel itibarıyla içinde yer aldığı bölgesel birlik ASEAN’ın politikaları uyarınca ‘tarafsızlığı’ ile dikkat çeken Singapur arasında, Asya-Pasifik güvenlik ve ekonomik kalkınmaya odaklı serbest ticaret politikaları konusunda ayrımlar dikkat çekiyor.

Bölgesel güvenlik ekseni veya NATO’laşma eğilimi

Asya-Pasifik denildiğinde akla hiç kuşku yok ki, Çin’in geliştirdiği ve Çin üzerinden bölge ülkelerinin ve Batılı ülkelerin geliştirdikleri söylemler geliyor.

Sempozyuma katılan Japonya dışişleri eski bakanı Taro Kono, uluslararası kurallara vurgu yaparak bölgesel güvenliği tehdit etme sürecinde atılması gereken adımların önemine dikkat çekerken, tahmin edileceği üzere hedefte yine Çin vardı.

Kono, bu çerçevede geçen yıl ABD öncülüğünde ve Japonya, Avustralya ve Hindistan’ın katılımıyla kurulan ve çevrim içi olarak liderler toplantısına konu olan Quad’ın önemi kadar, ASEAN’ın ve bu anlamda Singapur’un bu oluşuma desteklerini açıkça dile getirmesi dikkat çekiciydi.

Asya-Pasifik perspektifini, jeo-politik ve jeo-stratejik olarak genişletilmesi anlamına gelen ve bu noktada Hint-Pasifik kavramının yerleştirilmesine hizmet eden Quad’ın, yeni bir NATO oluşumu olduğu yönündeki söylemin Çin yetkililerince zikredilmesi önemliydi. Quad’ın gerçekte, böylesi bir askeri yapı olarak ortaya çıkıp çıkmayacağı konusunda güçlü bir alt yapının olduğu en azından şimdilik söylenmese de, Çin’in gelişmeyi güvenlik eksenli algılaması yanlış değil.

ASEAN’ın tarafsızlığı vurgusu

Aslında tam da bu askeri yapı olgusu, Singapur ve mensubu olduğu ASEAN bölgesel birliğinin kuruluş temelleriyle tamamen çelişen bir durum.

ASEAN’ın “tarafsızlık” ilkesini 1960’lı yılların ikinci yarısındaki gelişmeler çerçevesinde gündemine almış olmasına rağmen, bugüne değin bu ilkeden vazgeçilmemiş olması, olası benzer süreçlere karşı bir tür savunma iklimi oluşturuyor.

Ancak bu durum, ASEAN ülkelerini tek tek ve birlik olarak Çin’in özellikle 2013’den bu yana Güney Çin Denizi özelinde sergilemekte olduğu teritoryal egemenlik söylemi ve bu yöndeki çeşitli icraatları karşısında sessiz kalması anlamı taşımıyor.

Japonya-Singapur sempozyumunda da gündeme geldiği üzere, söz konusu bölgesel güvenlik sorununun askeri çözümleri öncelleyen bir yapıdan ziyade, görüşmelerle süreci yönetme çabasına vurgu dikkat çekiyor.

ASEAN’ı ve bu bölgesel birlik özelinde Singapur’u Japonya nezdinde önemli kılan husus hiç kuşku yok ki, Çin-ASEAN ilişkilerinin boyutu. Son otuz yıllık süreçte ASEAN üye ülkelerinin önemli bir bölümünün imalât sanayii ile başlayan ticaret odaklı ekonomik kalkınma ve teknolojik gelişme süreçlerinin Çin’le yakınlaşması sağladığına kuşku yok.

Bu durum, bir yandan Japonya ve Avustralya gibi bölge ülkeleri ile ABD ve AB gibi küresel güçlerin ASEAN ile yakınlaşmalarına ve ASEAN üzerinden Çin’e bir tür baskı kurma çabası sergilemelerine de yol açtığı ortada.

Ancak, tam da bu noktada, ASEAN’ın gizli/açık bir merkezilik vasfı kazandığına şahit olunuyor. Bugün, çeşitli vesilelerle ASEAN’ın ve yukarıda dikkat çekilen sempozyumda Singapur tarafının gayet net bir şeklide ortaya koyduğu üzere söz konusu bu merkeziliğin, tarafsızlık çerçevesinde sürdürülmesi üzerinde duruluyor.

Bu durum, hem Japonya ve diğer benzeri ülkelere hem de Çin’e verilen açık bir mesaj hükmünde olduğuna ise şüphe yok.

Güven tesisi ve şeffaflık

Sempozyum’da Japon tarafının Singapur’u, yukarıda dikkat çekilen yeni güvenlik eksenlerine katılmasına yönelik gizli/açık davet ve/ya sorgulama yaklaşımları olduğu ortada.

Buna karşılık, Singapurlu katılımcılardan Quad ve Aukus gibi ABD’de Joe Biden yönetiminin geniş Asya-Pasifik güvenlik oluşumunda stratejik adımlarının tam anlamıyla neye tekabül ettiği konusunda belirsizliğin hakim olduğu sorgulaması da sadece Japonya’ya yönelik değil, aslında işin başındaki ABD’ye yönelik bir eleştiri niteliği taşıdığını söyleyebiliriz.

Biri Doğu Asya’nın önemli ülkesi ve küresel ekonominin üçüncü sırasındaki Japonya ile ASEAN’ın teritoryal ve nüfus olarak küçük ancak, ekonomik gelişmişlik bakımından en önde gelen ülkesi Singapur arasında, bölgesel güvenlik konusunda ortak görüşler kadar farklılıklar bulunuyor.

Söz konusu farklılıkların hiç kuşku yok ki, iki ülkenin yakın tarihsel gelişmelerden kaynaklanan dış özelliklerinin belirleyici olduğunu söylemek mümkün.

Bu çerçevede, 2. Dünya Savaşı’nın mağlubu olarak ortaya çıkan Japonya’nın yeniden kalkınmasında anayasanın yeniden yazılmasından, eğitim ve ekonomik yatırımlara kadar farklı alanlarda ABD’nin belirleyiciliği dikkat çekiyor.

Öte yandan, ASEAN’ın kuruluşundan sadece birkaç yıl önce (1965) bağımsızlığını kazanan Singapur ise, iki temel noktada tarafsızlık politikası konusunda o günden bu yana ısrarcı konumda. Bunlardan ilki, bağımsızlık sürecinde kendisini kuşatılmış olarak algıladığı siyasi ortamın varlığıydı.

İkincisi ise, 1967’den itibaren ASEAN’ın kuruluşuyla birlikte, tüm bölgenin dönemin Doğu-Batı çekişmesi, bir başka deyişle Soğuk Savaş süreçlerinin dışında kalabilmek adına tarafsızlık konusunu temel bir çıkış noktası yapmasıydı.

Aradan geçen süre zarfında Japonya ve Singapur ile içinde yer aldığı ASEAN’ın yanı sıra, örneğin Çin gibi yeni bölgesel aktörlerin varlığı ikili işbirliklerinin geliştirilmesini gerekli kılıyor. Japonya-Singapur arasında 15.si gerçekleştirilen sempozyumu da bu bağlamda değerlendirmek ve bölgesel barışa bir katkı olarak kabul etmek gerekir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/01/30/japonya-singapur-sempozyumunda-asya-pasifik-iliskileri-asia-pacific-relations-in-the-symposium-between-japan-and-singapore/

İttihad ve Terakki’nin 1913 darbesi üzerine bazı görüşler / Some ideas upon the coup of the Union and Progress in 1913

Mehmet Özay                                                                                                                           28.01.2022

Geçtiğimiz 23 Ocak günü, İttihat ve Terakki Fırkası’nca gerçekleştirilen 1913 darbesinin 109. yılıydı.

23 Ocak 1913’te İttihad ve Terakki Fırkası tarafından, dönemin hükümetine bir başka deyişle, Kamil Paşa kabinesine yönelik olarak yapılan darbe, hiç kuşku yok ki, Trablusgrap Savaşı ile Balkan Savaşları’nın ilk safhası gibi dönemin şartları içerisinde değerlendirilmelidir.

Bununla birlikte, bir cemiyet olarak Meşrutiyet gibi büyük ideallerle başlayan İttihat ve Terakki’nin, aradan geçen süre zarfında bir siyasi partiye evrilmesiyle, ideallerle–reel politik arasındaki denge yerine, ikincisi lehine gelişme gösteren bir sürecin ortaya çıktığı görülmektedir.

Bu noktada, bir siyasi partinin salt bir eylem biçimi olarak değil, bunun ötesinde büyük ideallerle başlanan ve nihayetinde gerçekleştirilen Meşrutiyet yönetimine karşı da söz konusu bu darbe, bir yok edici girişim olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir.

Her halükârda, söz konusu bu darbe, 1908, 1909 süreçlerinde belirleyici olmasına rağmen, iktidarı kendi tekeline alamayan İttihadçıların, aradan geçen yaklaşık beş yıllık süre sonrasında, bir darbe ile yönetimi ele geçirmeleri anlamına geliyordu.

İyi niyetle veya objektif bir yaklaşımla ele alındığında, darbe/ler süreci ve bu süreci yöneten yöntemlerin, İttihad ve Terakki’nin başlangıçtaki Meşrutiyet talebi ve böylesi bir rejimi getireceği özgürlüklerle ve buna dair sahip olduğu tüm ilkeleriyle çeliştiğini söylemek gerekiyor.

Bu noktada, hiç kuşku yok ki, ortada, birbirinden gayet farklı siyasal unsurları bünyesinde barındıran bir ‘Cemiyet’ten ‘Fırka’ya (siyasi partiye) dönüşen yapının, kendi iç bütünlüğünde yaşanan bozulmaların, kırılmaların belirleyici olduğu ortadadır.

Öyle ki, İttihad ve Terakki’nin bu iki farklı dönemi yani, iktidar öncesi (cemiyet) ve iktidar sonrası (parti) olarak değerlendirildiğinde, Meşrutiyet’le birlikte ortaya konulması beklenebilecek bir siyasal ve toplumsal gelişmeden ziyade, siyasal bir yozlaşmanın giderek hakim olduğu anlaşılıyor.

Bu dönüşümü, gizli bir cemiyetin ‘ulvi denilen emelleri’ ile ardından, dahil olunan aktif siyasal yaşamın gerçeklikleri veya imkânları karşısında siyasal ahlâka direnememe gibi bir durumla karşılaşılır. İktidar olma arzusu, ilkelere bağlı siyaset yapmanın önüne geçer.

Bazı çalışmalarda dile getirildiği üzere, iktidar olmanın sağladığı doğal denilebilecek imkânları, “gayri meşru istifadeler temin etmek isteyenlerin entrikalarına kapılarak, bünyesinde zaaflar ve tefrikalar baş göstermesi” gayet manidardır.[1]

Dönemin meşru kabinesine yönelik bu darbenin, bir iç siyaset gelişmesinde dönemin siyaset yapma biçimlerine uygun olmak yerine, tıpkı 1890’lerin ikinci yarısından itibaren oluşmaya ve gelişmeye başlayan İttihadçıların zihinlerinde, devrim olgusunun gayet kullanışlı bir model olduğunu ortaya koyduğunu iddia etmek mümkün.

Meşrutiyetle birlikte, İttihadçıların karşısında artık, 2. Abdülhamid olmamasına karşın, Osmanlı Devleti’nde bir anlamda, rejimin Meşrutiyet’e dönüştürülmesini sağlamakla gurur duymalarına rağmen, temelde hedefin tüm iktidar aygıtını ele geçirmek ve bunu her şeye rağmen, sürdürülebilir kılmak olduğu anlaşılıyor.

Darbenin ardından Said Halim Paşa’nın sadrazamlığı ve ardından 1. Dünya Savaşı yılları gelir…

Bununla birlikte, içerisinde gayet farklı ideolojik fraksiyonları bünyesinde barındırmakla birlikte, İttihadçıların yegâne özelliğinin bu olmadığı da, diğerleri bir yana, 1913 darbesinde, ‘dış unsurların aktif katılımıyla’ kendini ortaya koyuyor.

Öyle ki, 1913 yılı Ocak ayında, dönemin sadrazamı yani, başbakanı konumundaki siyasetçisi Kamil Paşa’ya yönelik suikast plânının arkasında, Almanya’nın İstanbul büyükelçisi baron Mareşak Dö Biyberştayn ile Müşir Golç Paşa’nın bulunduğu yönündeki yaklaşımlar dikkat çekicidir.

Kamil Paşa, o gün meclise gelmemekle suikasttan kurtulmasının ötesinde, aslında İttihadçıların sahip oldukları ve adına ‘fedailer’ denilen ve o gün meclis binasında ve hatta yakındaki Ayasofya Meydanı’ndaki varlıklarıyla, ne denli önemli bir teşkilat unsuru olduğunu ortaya koyuyor.[2] Öyle ki, fedailerin varlığı, artık bir siyasi partiye evrilmiş olan İttihadçıların, dönemin resmi ve meşru güvenlik sisteminin dışında kendine özgü bir ‘güvenlik’ yapısını, gayri-resmi olarak sürdürmekte olduğuna işaret ediyor.

Bu gayri-resmi yapı, İttihadçıların başından beri eleştirdikleri, 2. Abdülhamid dönemi otokrasisi ve belki de bunun uzantısı kabul edilen ‘hafiyelik’ sistemini bilinçli veya bilinçsiz olarak, bir model olarak ele alıp almadıklarını sorgulatacak bir nitelik taşıdığını söylemek mümkün.

Bir başka açıdan değerlendirildiğinde, “inkılapçı olarak adlandırılan” İttihad ve Terakki Cemiyeti/Fırkası,[3] bu özelliğini dönemin sivil ve meşru siyasetiyle birlikte değiştirme gereği duymamıştır.

23 Ocak darbesinin, 1. Dünya Savaşı’nın eli kulağında olduğu bir zaman diliminde gerçekleşmesi ve yukarıda dikkat çekildiği üzere, payitaht’daki Alman unsurlarınca desteklenen bir nitelik arz etmesiyle, İttihad ve Terakki Fırkası’nın iktidarı ele geçirmesinden kısa bir süre sonra savaşa katılınması arasındaki ilişki incelenmeye değerdir.

Belki de, bu konuda önemli ipuçlarından biri, darbenin ardından İttihat ve Terakki Fırkası’nın askeri kanadı lideri Enver Paşa’nın, darbeden sadece aylar sonra yani, 7 Temmuz 1913’te bir Alman dostuna yazdığı mektuptaki ifadelerde bulmak mümkün gibidir: “… Sizin defne yaprağınızı henüz hak etmedim, ama dört koldan çalışıyor, çok ciddi hazırlanıyoruz. Eğer Balkanlar’daki anlaşmazlık devam ederse harp çıkar. Bu da, Türkiye için hayat demek.”[4]

İttihad ve Terakki’nin 1908 yılında Meşrutiyet’i getiren siyasi vizyonunun inkılâpçı bir tutum sergilemesi, bu yeni rejimin imkânlarının Osmanlı siyasal sisteminin sağlıklı bir şekilde devamlılığı sağlayacağı yönündeki düşüncelerin gerçekleş/e/mediğinin en önemli kanıtlarından biri 23 Ocak 1913 darbesidir.

Darbe, öncesi ve sonrası gelişmeleriyle sadece Osmanlı siyasetinin belirleyiciliğinin de dışında olgularla yüklüdür. Ancak, her halükârda, darbeler ve bunları izleyen süreçler sadece İttihad ve Terakki Fırkası’nı değil, kurtarma emeliyle ortaya çıktıkları Osmanlı Devleti’nin de sonunu getiren süreçlere konu olmuştur.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/01/28/ittihad-ve-terakkinin-1913-darbesi-uzerine-bazi-gorusler-some-ideas-upon-the-coup-of-the-union-and-progress-in-1913/



[1] Enver Paşa. (2017). Enver Paşa’nın Anıları (1881-1908), (Yayına Haz.: Halil Erdoğan Cengiz), 9. Baskı, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, s. xix. (ix-xxv).

[2] Metin Hasırcı. (2016). Abdülhamid’in Şifre Katibi Mehmet Selahattin Efendi’nin Anıları: İttihat ve Terakki Cinayetleri, İstanbul: Parola Yayınlar, s. 35.

[3] Funda Selçuk Şirin. (2014). İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e bir Aydın: Falih Rıfkı Atay, İstanbul: Tarihçi Kitabevi Yayınları, s. 33.

[4] Beşir Ayvazoğlu. (2017). Siretler ve Suretler, 5. Baskı, İstanbul: Kapı Yayınları, s. 29.

ABD-Rusya arasında Ukrayna sorunu: Yeni bir Soğuk Savaş olgusu / The issue of Ukraina between the U.S. and Russia: A new Cold War phenomenon

Mehmet Özay                                                                                                                            27.01.2022

Bir süredir, Doğu Avrupa’da yaşanan gelişme, Rusya’nın Kırım işgali sonrasında gözlerin yeniden ve büyük bir dikkatle bölgeye çevrilmesine neden oluyor.

Bir yanda Rusya’nın Belarus’u ve Ukrayna’daki ayrılıkçı veya Rusya yanlısı güçlerle işbirliği öte yandan, ABD öncülüğünde NATO’nun Ukrayna’da demokratik yönetim başta olmak üzere Baltık bölgesinin savunmasına dair attığı adımlar ortada, tam da bir Soğuk Savaş sorununun var olduğuna işaret ediyor.

Dün’ün işgalleri

Rusya’nın Doğu Avrupa barış bölgesine halel getirecek yaklaşımı, Soğuk Savaş günlerinin sıcak günlerini hatırlatıyor. O dönemki adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) özellikle, yaklaşık on yıl arayla Macaristan ve Çekoslavakya işgali Batı’da bir şok etkisi yaratmıştı. Ancak, gelişmeler karşısında, Batı herhangi ciddi bir girişimde bulun/a/mamıştı.

Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in, Soğuk Savaş dönemi yetiştirmesi olduğu hatırlandığında, bugün Rusya’nın Ukrayna üzerinde sergilemek istediği siyasi kontrol, belirli bir anlama oturmaktadır. Yani Rusya açısından bakıldığında ortada, gayet önemli bir tecrübeden bahsetmek mümkün gözüküyor.

Soğuk Savaş dönemi ideolojisi zihninde yer etmiş olan Putin özelinde bu tecrübe, komşu ülkelerdeki demokratikleşmeye yönelik kuşku şeklinde karşılık bulurken, Batı’nın siyasal ideolojisi ile bütün bir eski SSCB toplumlarını dönüştürme ve/ya kendine eklemleme arzusuna tepkisellik ile somutlaşıyor.

Ukrayna bir ‘çıkış’ kapısı

Bu noktada, sorun tek başına Ukrayna’ymış gibi gözükse de aslında, bundan çok daha geniş ve büyük bir alanı kapsıyor. Bugünkü gelişmede, “Niçin Ukrayna?” sorununun cevabı ise, 2013 yılındaki benzer bir egemenlik hakkını gasp girişimi sonrasında Ukrayra’da, Batı ile entegrasyon konusunda hem kamuoyunda hem de siyasi çevrelerde önemli bir gelişmenin ortaya çıkmış olmasıdır.

Rusya cephesinden bakıldığında, hiç kuşku yok ki, yanı başındaki bir ülkenin, yani Ukrayna’nın Batı kulübü- yandaşlığına çekilmekte oluşuna tahammül gösterememesi sorunun görünür yönünü oluşturuyor.

Şayet Moskova yönetimi, Ukrayna’daki siyasal ve toplumsal değişimi bu şekilde değerlendiriyor ise, mevcut sorunu tastamam 1989 dağılma sürecinde yaşanan değişime karşı olmasıyla ortaya koyuyor demektir. Bu noktada, güvenlik meselesinin sadece Ukrayna ile sınırlı olmadığını, aksine Doğu Avrupa’da ve Kuzey Avrupa’da eski SSCB’nin güdümündeki tüm ülkelerde, Putin etkisinin göründüğünü gizli/açık ortaya koyuyor demektir. 

Çelişkili açıklamalar ya da bekle-gör politikası

Öte yandan, Moskova’dan yapılan açıklamalarda, Ukrayna’ya yönelik bir işgal niyetinde olunmadığı yönündeki yaklaşıma karşın, böylesi bir işgalin olmayacağını bir şarta bağlamış olması gözlerden uzak tutulmamalı. O şart da, Ukrayna’nın olası bir AB üyeliğinin ve/ya NATO üyeliğinin gerçekleşmesidir.

Rusya’nın işgale yanaşmayacağı yönündeki söylemine karşın, Ukrayna’nın ve Batı ülkelerinin tedbiri elden bırakmamakta ısrarcı oldukları görülüyor. Bu tedbir, Rusya’nın fiziki olarak askeri gücünü, Batı’sındaki Ukrayna sınırına taşımasıyla, gayet rasyonel bir temele dayandığını söylemek gerekiyor.

Moskova yönetiminin, sayısı 100 bin’i bulan askeri gücü sınıra hareketlendirmesi karşısında Putin’in, Ukrayna’da ulusal egemenliği işgale yönelik bir teşebbüsümüz olmayacak açıklaması çelişkili bir duruma işaret ediyor.

Söz konusu bu yaklaşım, Rus yönetiminin, hele bir de ağır kış şartlarında askeri birliklerinin hareketliliğiyle, orduyu dayanıklılık testine tabi tutmak gibi bir amacı olduğu yönünde naif bir yaklaşıma sürükleyebilir.

Belki de, şimdilik bu ikinci görüşün haklılığını, Ukrayna yönetim çevrelerince yapılan açıklamalardaki, Rus birliklerinin ‘savaş konumunda olmadıkları’ yönündeki görüşle kendini ortaya koyuyor. Ancak, her halükârda ortada bir tehdit algısının gayet yüksek olduğunu da söylemek gerekiyor.

Söz konusu tehdidin gerçekliği ile hissedilen boyutu arasındaki fark, Kuzey Avrupa’da yani, Finlandiya ve Baltık ülkeleri Litvanya, Estonia, Latviya gibi ülkelerde bile askeri hareketliliğin ortaya çıkmasında kendini ortaya koyuyor.

Bu yaşananlar, sorunun salt Ukrayna ile ilgili olmadığını, aksine, yukarıda dikkat çekildiği üzere, Avrupa’da Soğuk Savaş döneminin sancılı günlerini anımsatan bir dönemin yaşanmakta olduğunu ortaya koyuyor.

Görüşmeler ve talepler

Rusya’yı, Ukrayna üzerinde askeri bir harekâta girişmekten men edecek siyasi görüşmelerin bugüne kadar sonuçsuz kalmasında ABD ve NATO bağlamının inandırıcılığındaki zafiyet kadar, bu sürece eşlik eden bir başka boyutun yani, yaptırımlar meselesinin ne denli ciddi bir karara tekabül ettiğiyle alâkalıdır.

Bu çerçevede, ABD liderliğindeki NATO veya Batı ittifakının Rusya’ya yönelik yaptırım söyleminin, daha önce bazı ülkelere benzer yaptırımlarla ortaya konduğunu hatırlamakta yarar var. Örneğin Myanmar’a, Kuzey Kore’ye, İran’a uygulanagelen ve halen devam eden yaptırımlara rağmen, söz konusu bu ülkelerdeki rejimlerin ve liderlerin bu yaptırımlardan –bir ölçüde, İran hariç olmak üzere- pek de etkilendiklerini söylemek mümkün gözükmüyor.

ABD’nin bu yöndeki uluslararası politikalarını yakından takip eden Moskova yönetiminin, kendine yönelik böylesi bir tehdidi ciddiye almayacağı ortadadır. Kaldı ki, adı geçen ülkeler ile Rusya’yı yaptırımlar konusunda aynı kefeye koymak da, pek mümkün gözükmüyor.

Küresel bir siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın yeni bir göstergesi olarak dikkat çeken gelişme, ABD açısından, Afganistan sonrası NATO’nun düştüğü durumun, yeniden ve ciddi bir şekilde değerlendirilmesini gerektirdiğini söylemekte yarar var.

Öte yandan, Doğu Avrupa’daki bu gelişmenin, ABD’nin müttefik ülkelerle Güney Çin Denizi’nde Çin’e karşı askeri hareketliliği hatırlandığında Joe Biden yönetiminin birden fazla cephede özellikle askeri açıdan güç sergileme arzusu ve buna yeter bir kabiliyetinin de üzerinde durulmasını gerektiriyor. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/01/27/abd-rusya-arasinda-ukrayna-sorunu-yeni-bir-soguk-savas-olgusu-the-issue-of-ukraina-between-the-u-s-and-russia-a-new-cold-war-phenomenon/

26 Ocak 2022 Çarşamba

Osmanlı Devleti, Sömürgecilik ve Batı Avrupa’da yapısal değişim / Ottoman State, colonialism and structural change in Western Europe

Mehmet Özay                                                                                                                            26.01.2022

Sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası çalışmalarımda ve derslerimde, başta Osmanlı Devleti olmak üzere, içinde bulunduğumuz coğrafyadaki toplumlar ile bu coğrafyaya, şu veya bu şekilde, uzun bir tarihi geçmiş ve ilişkiler boyutuna bağlı olarak dini-kültürel ve siyasi olarak eklemlenmiş toplumlar arasında belirgin bir farkın olduğunu ifade etmeye çalışıyorum.

Dini-kültürel birlikteliğin, benzerliğin olduğu toplumlar kadar, bunların dışında tam da, dersin başlığında dile getirilen sömürgecilik süreçleri noktasında paylaşılan, bir başka grup coğrafya ve toplumun varlığından söz etmek mümkün.

Bu kısa yazıda dikkat çekmek istediğim husus, içinde bulunulan coğrafyanın hangi tarihsel süreçlerine bakılmalıdır ki, sömürgecilik ilişkilerini doğru bir şekilde anlaşılabilsin.

Sömürgecilik ve emperyalizm zıtlığı

Burada, hemen şunu hatırlatmakta fayda var. Özellikle, Türkiye’deki akademi dünyasında -görebildiğim kadarıyla- sömürgeciliği, 19. yüzyıl ikinci yarısı ve 20. yüzyıl ilk yarısı ile sınırlandıran ve bunu ilgili akademisyenlerin ideolojik tercihi/bağlılığı veya belki de, edindikleri yanlış bilgi üzerine emperyalizm olarak adlandırma gibi bir tuhaflıktan da söz etmek gerekiyor. Çünkü, sömürgecilik ve emperyalizm arasında gayet önemli bir fark var…

Bunu belki de, sömürgecilik sürecini doğrudan tecrübe etmemiş bir geçmişin varlığı ve dolayısıyla bu alanı detaylı bir şekilde anlama çabasının sergilen/e/memesiyle açıklamak mümkün.

İkincisi yani, emperyalizmin ise Soğuk Savaş yıllarının odağındaki ideolojik ayrışmaların belirleyiciliğinde, Batı ve özelde Amerikan karşıtlığını ifadede, bu kavramın popüler çekiciliğine sığınılan bir yaklaşımın ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Tabii bu tartışma, bir başka yazının/çalışmanın konusu.  

Osmanlı, diğerleri ve sömürgecilik

Bu çerçevede, örneğin, Osmanlı Devleti’nin diyelim ki Hint Alt Kıtası, Malay Dünyası ve Afrika’nın belirli bölgelerinde yaşandığı şekliyle, sömürgeleştirilmediği olgusu üzerine vurgunun öne çıktığına tanık oluyoruz. Bununla birlikte, sömürgeciliği Batı Avrupa güçlerinin siyasi, idari, dini ve askeri varlıklarının bütünü olarak anladığımızda, bu yaklaşımda pek de bir yanlışlıktan söz edilemeyeceği söylenebilir.

Bununla birlikte, Osmanlı Devleti’nin sömürgeleştirilmemiş olmasını ya da öteki coğrafyaların sömürgeleştirilme süreçlerini nereden nasıl başlatmak gerektiğine değinmek gerekir. Öyle ki, bu süreci, Portekizlilerin 1498’de Hindistan’ın batı sahillerindeki liman şehirlerinden Kalikut’a çıkışlarıyla beraber, 15. yüzyılın son birkaç yılından başlayan, 16. yüzyılın ilk yıllarından itibaren giderek ivme kazanan tarihsel süreçler çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor.

Bu tarihsel gerçeklik ile Osmanlı Devleti’nin ve/ya diğer benzeri coğrafyaların, 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren ve 20. yüzyılın ilk on yılları boyunca sırasıyla Rusya ile olan savaşlar, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Hicaz bölgesi ile 1. ve 2. Dünya Savaşları’yla farklı bir belirlenime konu olan toprak kayıplarıyla somutlaşan sömürgeci güçlerin varlığının çeşitli boyutlarına maruz kalması arasında, gayet önemli farklar bulunmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin, sömürgeciliğin -yukarıda kısaca dikkat çekilen- erken yüzyıllarında toprak bütünlüğünü ve hatta dönem dönem toprak kazanım süreçlerini devam ettirebildiği görülür.

Buna karşın, Osmanlı Devleti’nde giderek savaş meydanlarındaki kayıpları ve bunun ordu sistemindeki bozulmayla ilişkisini; bu askeri süreçlerdeki değişimin devletin geniş topraklarındaki tarım (tımar sistemi) ve ticaret dünyasına doğrudan etkisinin ve etkileşiminin önemini temelde sürekli vurgulanagelen hususlardır.

Osmanlı’nın var ol/a/madığı alan

Bununla birlikte, Kara İpek Yolu’ndan ziyade, giderek daha çok Batı Avrupa sömürgeciliğinin belki de, çıkış nedeni olarak gösterebileceğimiz şekilde, geleneksel Deniz İpek Yolu’nun (maritime / Silk Road) veya Baharat Yolu’nun (spice route), yeni küresel ticaret dünyasında olağanüstü denilebilecek ekonomik ve siyasi kazanımları ve bunlara eklemlenen politik-ekonomik sistemlerin değişimine/evrimine yol açtığını akılda tutmak gerekiyor. Bu iki temel ticaret güzergâhının özellikle, denizler boyutunda Osmanlı Devleti’nin coğrafi yakınlığının ve ticari bağlılığının ne denli hayati olduğunu unutmamak gerekir.

Sömürgeciliğin başladığı 16. yüzyıl başlarından, Osmanlı Devleti’nde gerilemeye mani olmak üzere Batılılaşmanın kaçınılmazlığının ortaya çıktığı, 19. yüzyıl ikinci yarısına kadar geçen sürede olan bitenin sadece Osmanlı’nın siyasi, ekonomik ve askeri alanda yapıp edemedikleriyle ilişkili olmadığı, daha da ötesi ve aksine, Osmanlı siyasi eliti tarafından Batı Avrupa sömürgeciliğinin süreçte, nereden nereye evrildiğinin fark edilememiş olmasında aramak gerekir.

Sömürgecilik ve Batı Avrupa’da yeni bir ekonomik yapılaşma

Bu noktada, sadece bir görüşle yani, Harold J. Laski’nin Avrupa sömürgeciliğinde yaşanan dönüşümlerle bağlantılı olarak dile getirdiği, “… yeni maddi koşullar, yeni toplumsal ilişkileri doğurdu.” ifadesine vurgu yapmakta yarar var.

Batı Avrupa nasıl ki, sadece uzun erimli ticaret süreçleriyle hazinelerini doldurmakla kalmamış, Doğu ticaret dünyasının gerçekliklerinden, zorluklarından, karşılaşmalarından da hareketle, yeni bir politik-ekonomi sistemini -yani, bütün sistemik unsurlarıyla Batı Avrupa kapitalizmini- ortaya çıkartabilmişler ise, Osmanlı Devleti’nin -şayet kayıplarından bahsedeceksek-, askeri, siyasal ve ekonomik gerçekliğini sırasıyla sadece Orta Avrupa, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Hicaz gibi bölgelerden başlayarak toprak kayıpları ile açıklamak bizi pek bir yere getirmeyecektir. Halen yapılmakta olan çalışmaların da, var olan bu izden hareket etmesi, yakın gelecekte de bir yere ulaşılamayacağının alametidir.

Osmanlı Devleti’nin asıl neyi kaybettiği ya da neyi fark edemediği olgusu, kanımca mevcut çalışmalarda yukarıda kısaca dikkat çekilen, askeri gerileme, toprak kayıpları, siyasi çöküş süreçleri ile sınırlandırılmış gözüküyor.

Oysa bunun dışında ve ötesinde, Batı Avrupa özellikle, Doğu denizleri ki, burada geniş Hint Okyanusu’nun Doğu Afrika sahillerinden başlayan ve çeşitli boğazlar ve ara denizler ile bir yandan Japonya’ya öte yandan, Takımadalar’ın en doğusunda Banda Adaları’na, -günümüzdeki Endonezya’nın doğusuna tekabül eden topraklar- bağlanan eklemli yapısını dikkate almak gerekiyor.

Biraz cesurca bir yaklaşımla, Atlantik’teki sürecin aksine, Hint Okyanusu bağlantılı ticaret yapılanmalarının Batı Avrupa’nın ekonomik ve siyasi var oluşuna zemin hazırladığı gibi, kapitalizmin kurumsallaşmasında da gizli/açık, bilinçli/bilinçsiz önemli bir etkisi olduğunu söylemek istiyorum.

Hatta, bu etkinin bugün nasıl sürdürülmekte olduğuna tanıklık ediyor oluşumuzu belki de, bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Weber ne diyordu ya da ne demiyordu?

Max Weber, kapitalizmin rasyonalitesinin nasıl ortaya çıktığı yönünde ortaya attığı sorusu karşısında gündeme getirdiği ‘bilimsel’ tezini, Protestan Ahlâkı’na dayanırken, buna alternatif olarak Werner Sombart, -hemen hemen aynı dönemde-, kapitalizmin gelişimini bir başka dini grubun dini inanç yapısıyla yani, Yahudi Ahlâkı ile açıklama gayreti ile karşılaşılır.

Bugün belki, Weber’in tezi -kanımca bambaşka nedenlerle- genel bir kabul görmüşse de, aslında tartışma ilk günden bu yana devam etmektedir. Öyle ki, Weber’in tezini Felemenk (Hollanda) dünyasının örneğin, Amsterdam gibi erken sömürgecilik evrelerinden itibaren, küresel bir ticaret şehri unvanına sahip olmuş şehrin demografik yapısı, bu yapının ticaret dünyasıyla ilişkileri vb. gibi tarihsel verileriyle çeliştiği gerekçesiyle karşı çıkan Hollandalı tarihçiler bulunmaktadır.

Bir yandan Weber, öte yandan Weber’e alternatif olarak gündeme getirilen Batı Avrupa kapitalizminin kökenine dair yaklaşımlarda eksik olan noktanın Batı Avrupa sömürgeciliğinin önemidir. Amsterdam konusu da aslında, tam da bununla ilintilidir. Bu noktada, Hint Okyanusu özelinde gerçekleştirilen Hollanda sömürgeciliğinin Amsterdam’ı nasıl bir küresel kapitalizmin merkezi yaptığını iyi anlamak gerekiyor.

Öte yanda, yine genel bir kabul olarak kapitalizm ile ilişkilendirilen İngilizlerin belirli dönemlerdeki tartışmalarda ortada olmaması da, gayet ilginç. İngilizlerin sömürgecilik sürecinde Hollandalılar ile rekabeti sadece, kimin daha çok sömürü gerçekleştirileceğiyle ilintili değildir. Aksine, ticaret dünyasının yapılaşması, kurumsallaşması ve bir politik-ekonomi olarak ortaya konmasındaki rolleriyle Hollandalıların belirleyiciliği üzerinde durulmaya değerdir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/01/26/osmanli-devleti-somurgecilik-ve-bati-avrupada-yapisal-degisim-ottoman-state-colonialism-and-structural-change-in-western-europe/

Endonezya ve Singapur liderler zirvesi: bölgesel kalkınma ve güvenlik / Indonesia and Singapore leaders’ summit: regional development and security

Mehmet Özay                                                                                                                            25.01.2022

Endonezya ve Singapur liderleri bugün Endonezya’ya bağlı Batam Adası’nda biraraya geldi.

İki ülke karşılıklı işbirliği sürecinin önemli bir parçası kabul edilen ve bu anlamda liderler zirvesi olarak da anılmayı hak eden görüşmeler, her yıl dönüşümlü olarak gerçekleştiriliyor.

Kovid-19 nedeniyle son iki yılda yapıl/a/mayan görüşmeler bu anlamda, 2019’dan sonraki ilk zirve olmasıyla önem taşıyor.

Aradan geçen iki yıl zarfında, hem iki ülke hem de, bölgesel ilişkilerde kayda değer gelişmelerin yaşanması, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nin (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN) bu iki önemli ülkesi arasındaki liderler zirvesine bir başka anlam katıyor.

Heyetler işin ehli

Singapur güçlü bir heyetle görüşmelere katılıyor. Bu çerçevede, Singapur başbakanı Lee Hsien Lhoong’a eşlik eden bakanlıklara ve bakanlara baktığımızda aslında, iki ülke ilişkilerinde nelerin öne çıktığının da bir ifadesi olarak değerlendirmek gerekir.

Başbakan Lhoong, Batam Adası’na tecrübeli siyasetçi Ulusal Güvenlik Koordinasyon Bakanı Teo Chee Hean, Savunma Bakanı Ng Eng Hen, Dışişleri Bakanı Vivian Balakrishnan, İçişleri ve Adalet Bakanı K. Shanmugam, Ulaştırma Bakanı S. Iswaran ile İşgücü Bakanı ve aynı zamanda Ticaret ve Sanayi Bakan yardımcısı Tan See Leng yer alıyor.

Singapur’un bu ilgili bakanlıklar ile bu bakanlıkların başında her biri, gayet önemli siyasetçi ve alanında uzman isimlerin heyette yer alması, Endonezya ile ilişkilerin güvenlik ve savunma ile ticari ilişkilerinde yoğunlaştığını gösteriyor.

Endonezya tarafında ise Dışişleri Bakanı Retno Marsudi, Ulaştırma Bakanı Budi Karya Sumadi, Kabine sekreteri Pramono Anung ve Riau Adaları Valisi Ansar Ahmad yer aldı.

Turizm ve ticaret: vazgeçilmez iki kaynak

Batam Adası’ndaki görüşmelerin görünür yüzünde, pandemi nedeniyle önemli bir durgunluk yaşanan turizm ve ulaşım gibi süreçlerin yeniden hayata geçirilmesi bulunuyor.

Bu çerçevede, liderler zirvesi öncesinde Endonezya tarafında Ekonomik İlişkiler Koordinasyon Bakanı Airlangga Hartarto, bu konuda yaptığı açıklama ile Singapur ile Batam ve Bintan Adaları arasında turizm faaliyetinin, tüm tedbirler gözetilerek yeniden başlatılması konusunda hazırlıkların tamamlandığını duyurdu. 

Özellikle, Singapur vatandaşlarının en rahat ve en kolay ulaşımla Endonezya’nın zengin turizm faaliyetlerine erişiminin kısıtlanması aynı zamanda, Endonezya için de önemli bir gelir kaybı anlamı taşıyor.

Bunun yanı sıra, yapılan anlaşmalarda Singapur üzerinden üçüncü ülke vatandaşlarının da turistik faaliyetler çerçevesinde Endonezya’ya geçebilmelerine olanak tanınıyor.

Endonezyalılar içinse, Ada ülkesine yönelik turizm faaliyetleri özellikle, sağlık turizmi boyutunda öne çıkıyor.

Bu nedenle, bugünkü liderler zirvesi için başkent Cakarta yerine, Batam Adası’nın seçilmesinin ayrı bir değeri var. İki ülke sınırını oluşturan bölgelerin başında gelen Batam bu anlamda, Endonezya ve Singapur için önemli bir ulaşım ve gümrük noktasını oluşturuyor.

Endonezya’nın serbest ticaret bölgelerinden biri olan Batam Adası ve hemen yanı başındaki Bintan Adaları aynı zamanda, sahip olduğu turistik özellikleri nedeniyle, Singapurluların kısa sürede ulaşabilecekleri bir Ada olması dolayısıyla, rağbet ettikleri bir yer olduğunu söylemek yanıltıcı olmayacaktır.

Bugün yapılan liderler zirvesinde alınan kararlardan biri olan iki ülke arasında turizm faaliyetlerinin başlatılması konusunda ilk adımın Batam Adası üzerinden atılacak olması da, Ada’da yapılan görüşmelerin bir başka nedenini oluşturuyor.

Ticaret ve yatırım ilişkilerinin, ASEAN üyesi tüm ülkelerin öncelikleri olmasının doğallığı ortada. Bu noktada, Endonezya’ya doğrudan yatırımlarıyla ve ticari faaliyetleriyle Singapur hiç kuşku yok ki, Endonezya için önemli bir kaynak ülke konumunda. 

Bu çerçevede, Endonezya’da başkent Cakarta’nın Kalimantan Adası’na taşınma hazırlıkları ve alt yapı süreçlerinin devam ettiği bir dönemde, iki ülke arasında hem yatırım hem de ulaşım alanlarının önemli bir gelişme seyrine konu olacağını söylemek mümkün.

Güvenlik ve savunma işbirliği

Yukarıda dikkat çektiğim üzere heyetler arası görüşmelerde, savunma ve güvenlikle ilgili bakanlıkların ve bakanların yer almasını dikkatle değerlendirmek gerekiyor.

Bazı çevreler için geçmişte yaşanan çeşitli nedenlerden ötürü, bir tür hasım kabul edilebilecek bu iki ülke arasında güvenlik ve savunma işbirliğinin öne çıkıyor olması, üzerinde durulması gereken bir konu.

Bununla birlikte, güvenlik ve savunma işbirliğinin sadece, ikili ilişkiler açısından değerlendirmek ise bölgedeki gelişmeleri okuyamama anlamına geliyor.

Bu noktada, akla hiç kuşku yok ki, Çin Halk Cumhuriyeti’nin neredeyse tüm Güney Çin Denizi üzerinde var olan teritoryal egemenlik iddiası ve bu çerçevede sivil ve askeri alandaki çeşitli faaliyetleri, iki ülke görüşmelerinin gizli/açık bir konusunu teşkil ettiğini söyleyebiliriz.

Batam görüşmeleri öncesinde hazırlık yapılan alanlardan birinin, 2007 yılında iki ülke arasında imzalanan Savunma İşbirliği Antlaşması ve Askeri Eğitim Düzenlemesi oluşturuyor. 

ASEAN’ın hem birinci ekonomisi ve hem de en geniş topraklarına sahip ülkesi konumundaki Endonezya’nın kendi sınırları ve bölgesel güvenlik konusunda yaşayacağı herhangi bir gelişmenin doğrudan komşu ülke Singapur’u etkileyeceğini unutmamak gerekiyor.

Güney Çin Denizi merkezli olarak ortaya çıkan ve bir anlamda, sadece bölge ülkeleri için değil, uluslararası denizcilik seyr-ü seferlerinin güvenliği için de bir tür tehdit niteliği taşıyan Çin’in çeşitli girişimlerinin, Endonezya sınırlarına gelip dayanmış olması, yakından takip edilmesi gereken bir husus.

Küresel aktörler, bölgesel güçler

Bu çerçevede, geçen yıl içerisinde Çin’in bölgedeki siyasi ve askeri egemenlik tesis etme konusunda ortaya koyduğu çeşitli girişimlere karşı, ABD liderliğinde oluşturulmaya çalışılan yeni ittifak blokları hiç kuşku yok ki, Singapur ve Endonezya tarafından da yakından takip ediliyor.

Bu noktada, geçen yıl dikkat çeken iki gelişmeyi hatırlatmakta yarar var. Bunlardan ilki, Asya’nın NATO’su adıyla da anılan ve bünyesinde -en azından şimdilik- ABD, Japonya, Hindistan ve Avustralya’nın oluşturduğu Dörtlü Diyalog (Quad) grubu adı verilen yapının hayata geçirilmesidir.

İkincisi ise, ABD, İngiltere ve Avustralya’nın oluşturduğu ve bizim, bölgedeki Anglo-Sakson ittifakı adını verdiğimiz Aukus (Avustralya-United Kingdom-the United States) adıyla anılan askeri yönü güçlü yapının dünya kamuoyuyla paylaşılmasıydı.

Bu noktada, ABD’nin bölge ülkeleri arasında özellikle, Singapur’u söz konusu bu güvenlik işbirlikleri ve ittifak oluşumlarından doğrudan haberdar etmesi gayet önemlidir.

Bu durum, bazı çevrelerde sadece küçük bir ada ülkesi olarak değerlendirilen Singapur’un pek de öyle yabana atılır bir ülke olmadığının belki de, son dönemdeki en önemli göstergelerinden biri. Bu yaklaşımı destekleyecek bir başka gelişme yine geçen yıl İngiltere’nin ev sahipliğinde yapılan G-20 zirvesine misafir ülke olarak Singapur’un da davet edilmesi oldu. 

Batılı ülkeler ve yukarıda dikkat çekilen ittifaklar noktasında Singapur’un önemsenmesinin bu Ada ülkesinin sadece Malaka Boğazı ve Güney Çin Denizi’ni birleştiren önemli bir kavşak noktasında yer alması oluşturmuyor elbette.

Söz konusu bölgesel güvenlik olgusu içerisinde hiç kuşku yok ki, Endonezya’nın da kayda değer bir önemi bulunuyor. Gelişmeleri sadece Çin’in Endonezya’nın Natuna Adaları’na yönelik genişlemeci ve/ya tehditvari bağlamıyla değerlendirmemek gerekir.

Başta yanı başındaki komşu ülke Avustralya olmak üzere ABD ve diğer ilgili ülkelerin Endonezya’nın geniş bir coğrafya üzerine yayılan varlığını ve bunun güvenlik eksenli önemini göz ardı ettikleri söylenemez.

Bununla birlikte, Endonezya’nın geleneksel dış politikasında halen varlığını bir şekilde sürdüren ‘tarafsızlık’ ilkesinin doğrudan ve aktif bir ittifak bloğu içerisinde yer almasına da -en azından şimdilik- mani olduğu da bir gerçek.

Ancak unutmayalım ki, son dönemde -bazı açılardan karşılaştırmaya imkân tanıyacak şekilde- Filipinler gayet canlı bir örnek olarak önümüzde duruyor. Endonezya’nın yine son dönemde, olası tehditler karşısında ulusal güvenliği öncellediğini ortaya koyacak şekilde silahlanma konusundaki çok yönlü girişimlerini unutmamak gerekir.

Bunun ötesinde, gayet önemli bir bilimsel ve teknolojik alt yapısının bulunması, zengin ve verimli araştırma üniversitelerinin ve kurumlarının varlığı; dünyanın dört bir tarafından çektiği bilim insanlarının ve uzmanların varlığı ile tüm bunların güvenlik ve savunma alanındaki yansımaları Singapur’u Batılı ülkeler kadar, belki de en başta komşu ülke Endonezya olmak üzere, bölgedeki tüm ülkeler tarafından dikkate alındığını ortaya koyuyor.

Güvenlik konusunun gündeme gelmesinde bu yıl Ekim ayında Endonezya’da yapılacak G-20 Zirvesi’nin hazırlıklarını da içerdiğini söyleyebiliriz. Endonezya’nın böylesine önemli bir uluslararası etkinlik öncesinde -bilinen bazı sebeplerden ötürü- bölgedeki bazı ülkelerin yanı sıra, Singapur ile de yakın işbirliği içerisinde olacağını beklemek gayet doğal.

Kanımca, bugün Batam’da gerçekleştirilen liderler zirvesinde, yukarıda dikkat çekilen bakanlıkların ve tecrübeli bakanların varlığı Singapur ile Endonezya arasında güvenlik ve savunma işbirliğinde yeni bir döneme girildiğine işaret ediyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/01/25/endonezya-ve-singapur-liderler-zirvesi-bolgesel-kalkinma-ve-guvenlik-indonesia-and-singapore-leaders-summit-regional-development-and-security/