Mehmet Özay 06.11.2021
Bir hafta boyunca küresel iklim değişikliği konusu Glasgow’daki toplantılarda ele alınırken, ulus-aşırı şirketler, nükleer santraller, kömür ve fosile dayalı konvansiyonel yakıtlar, hidro- elektrik santraller, geri dönüşüm vb. konular ele alındı.
Bu konular, hiç kuşku yok ki, gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerde ortaya çıkan başta çevre sorunları ve bunların giderek küresel
iklimin sağlığının sorgulandığı bir sürece doğru evrilmesiyle alâkalı.
Ekonomik kalkınmanın olmazsa olmazı enerji olgusuyla ile
ilgili sorunun sadece, enerji üretimi ve kullanımı sorununa indirgemesi ise
belki de, günümüz toplumlarının en önemli açmazlarından birini oluşturuyor.
“Mağara dünyasına geri dönemeyeceğimize göre…” diye
başlayan abartılı cümlelerle mevcut durumu savunmacı yaklaşım sergileyenlerin
yine özellikle, gelişmiş ülkelerin çevre politikalarını tekelinde bulunduran özel
ya da kamu sektöründeki çevreler olması yadırgatıcı değil.
Yerli toplumlar ve çevre
İklim değişikliğinin belki de en temel çıkış
kaynaklarından birini oluşturan “yerli toplumlara ait arazilerin” kendilerine yeniden
düzenlenmesi ve hatta kendilerine iadesi meselesi, göz ardı edilemeyecek bir
öneme sahip.
Bu önem, sadece pek de uzak olmayan bir geçmişte
sömürgecilik evrelerinin farklı süreçlerinde, yerli toplumların ellerinden
topraklarının alınmasıyla varoluşsal bir mağduriyet yaşamalarıyla sınırlı
olmadığı, bugün yaşanan gelişmelerle ortada bulunuyor.
Zamanla sömürgecilik yapısından ulus-devlet yapılarına
dönüşmeyle, söz konusu yerli toplumların karşı karşıya kaldıkları sorun, yeni
bir evreye girmiş oldu.
Sömürge döneminin maddi ve manevi yıkımına maruz kalan bu
toplumlar, sözde kendilerine aidiyet kazandırma amacındaki ulus-devlet
merkeziyetçi ekonomi yönetimlerinin elinde benzer bir mağduriyete konu oldular.
Bugün, Birleşmiş Milletler’in (BM) ilgili birimleri başta
olmak üzere, çeşitli uluslararası kuruluşlar nezdinde de tanınırlıkları
gündemde olan bu yerli unsurların haklarını koruma mücadelesinin Glasgow
toplantıları öncesi ve sürecinde de gündemde olduğu görülüyor.
Dinlerarası diyalog ve yağmur ormanların
yıkımı
Endonezya’da 2017 yılında, dinlerarası diyalog
inisiyatifi, çeşitli dini gruplar, uluslararası kurumlar ve de yerli toplumlar
işbirliği ülkedeki yağmur ormanlarının kıyımını engellemeyi amaçlıyordu.
Bu durum, adına dinlerarası diyalog denilen yapının
öncülüğü gibi gözükse de, aslında haklarını koruma noktasında kararlılık
gösteren yerli toplumlar ve bunların lider yapıları oluyor.
Yerli toplumların insan-doğa ilişkisinin dayandığı,
“geleneksel ekoloji bilgisi ve yaşanmışlık” olgusunun ne sömürgeci dönemler ne
de modern ulus-devletler bağlamında gündeme getirilen kalkınmacı politikalarla
uyuştuğunu söylemek mümkün.
Bu kısa özet, bize iklim değişikliğinin dünyanın farklı
bölgelerinde birbirinden ayrışık ve bağımsız olmak yerine, aksine birbirine
zincirleme eklenen ve bu anlamda günümüzden çok daha erken dönemlerde
küreselleşmeye başlayan bir yapıya sahip olduğuna işaret etmektedir.
20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca hedefine ekonomik
modernleşmeyi ve bunun içinde kaçınılmaz olarak mevcut yer altı ve yer üstü
kaynaklarını sınırsızca tüketebilmeyi hedefine koymuş ulus devletlerle, “yerli
toplumlar” arasındaki çatışmayı da gündeme getirmiştir.
Bu sürecin bittiğini söylemek ise güç. Özellikle,
Güneydoğu Asya topraklarının dünyanın önemli yağmur ormanları havzaları ve
bunlarla ilintili eko sistemi bünyesinde barındırması ve bu bölgenin, aynı
zamanda küresel ekonomi rekabetinde kendine önemli bir yer edinmesi süreci
karşımıza kalkınma-çevre ve yerli toplumların hakları meselesini getirmektedir.
Kovid-19 kapanması ve sürdürülebilir çevre
yıkımı (!)
Uzun dönemli yaşanan çelişkinin boyutlarını göstermesi
açısından, sadece kovid-19 sürecinde karşılaşılan kayıtsızlık sorunun nitel ve
nicel boyutlarını göstermesi açısından kaçınılmaz bir önem arz ediyor.
Buna göre, örneğin Endonezya’da 2020 yılında yaklaşık beş
aylık süre zarfında yaşanan orman kaybı 2019 yılına kıyasla yüzde elli
artmıştır. Bir başka veri 2017-2019 yani yine kovid-19 öncesi ile hemen
sonrasına ait.
Söz konusu bu yıllar içerisinde, sadece Mart ayı baz
alınarak yapılan karşılaştırmalarda yine, Endonezya’da orman sahası açımının
yüzde 130 artış gösterdiğine vurgu yapılıyor. Şu anki verilere göre bu bir
ülkede bir ayda yaşanan en büyük kıyım olma özelliğini taşıyor.
Daha önce dile getirdiğimiz üzere, bu ülkede anız yakımı
ile sınırlı olmayan, aynı zamanda yeni endüstriyel tarım plantasyonlarının
açılması için açılan ormanlık alanlar her yıl neredeyse ASEAN bölgesinin
yarısını kaplayan bir çevre sorununa yol açıyor.
Kovid-19 sürecinde yaşanan ‘kapanmalara’ rağmen, orman
kıyımında kapanma yaşanmak bir yana, mevcut ortamın doğurduğu yönetim ve
kontrol boşluğu kıyımın artmasına neden olmuş gözüküyor.
Sorunun köklü yapısı
Burada sorun olan adı zikredilen ülke yani Endonezya
değil… Benzer durumun Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın benzer ülkelerinde de
yaşanıyor.
Yani, dünün üçüncü dünya ülkeleri… Bir başka deyişle,
gönüllerini almak amacıyla icad edilen kavramla söylemek gerekirse, gelişmekte
olan ülkeler coğrafyası… Aslında tam da bu durum, yukarıda dikkat çektiğimiz
sorunun uzun dönemliliğini gayet açık seçik ortaya koymaktadır.
Şayet bu gelişmeyi bir ‘doğa felaketi’ olarak
adlandıracaksa, bundan sorumlu olanların sadece, ismi geçen ülke ve/ya
benzerlerinin resmi kurumları, yetkilileri olmadığını da peşinen ifade etmekte
yarar var.
Açılan orman arazilerinin konu olacağı çok çeşitli
işletmelerin ürünlerinin kimler tarafından tüketildiği konusu hemen bunun
ardından gündeme getirilmeli ki, suçlamaya sadece bu ülkelerin konu olmadığının
anlaşılması gerekmektedir.
“Mağara dünyasına geri dönemeyeceğimize göre…” söylemini
gündeme getiren dünyanın gelişmiş ülkelerindeki kışkırtıcı ve yıkıcı
moderniteyi temsil eden akıllarının bugün gelip dayandıkları nokta, yerli
toplumların insan-doğa ilişkisinde ortaya koydukları ‘bilgi ve tecrübeye’
dayanması onlar adına gayet önemli bir çelişki.
Ancak bu durumda bile, kazanımın kendileri lehine dönmesi
için yeni maskeler takmakta sorun görmeyen ve yerli toplumlara hem çevre ile
mücadelede hem de ekonomik kalkınmalarında yol gösterme cüretinde bulunanlar
yine onlar.
Günümüz küresel iklim değişikliği sorununu bu çerçeveden
değerlendirmek gayet önemli bir zihinsel dönüşümü gerektiriyor. Ancak Batı’nın
yıkıcı modernleşmesine gönüllü ve zorunlu olarak tabi toplumların, bunu
yapabilecek bir cesareti olup olmadığı ise sorgulanmayı hak ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder