3 Eylül 2012 Pazartesi

Açe’nin Hatırlanışının 50. Yıldönümü Vesilesiyle Bir Kritik


Mehmet Özay                                                                                                                                                                        2 Eylül 2012

“Açe’nin Türk yurdunda hatırlanışı ne zamana dayanır?” diye bir soru aklımıza geldiğinde, herhalde 26 Aralık 2004 diyecektir kahir ekseriyet. Ramazan Bayramı vesilesiyle Açe’de bulunduğum bugünlerde İstanbul’daki arşivden topladığım evrakları karıştırırken, Ayhan Nalbandoğlu’nun kısa ancak önemli metnini bir kez daha ele alma fırsatı buldum. Baktım bu makalenin yayınlanmasından bugüne tamı tamına elli yıl geçmiş.

Nalbandoğlu’nun 1951 yılı Mayıs ayında kaleme aldığı ve “Sumatra ve Cava’da Türk Topları” başlığını taşıyan makalesi Ülkü Kitap Yurdu tarafından yayımlanan Tarih Hazinesi Dergisi’nin onuncu sayısında çıkmış. Bu derginin iki cilt halinde biraraya getirilen nüshalarına, 2006 yılı başlarında, Sultanahmet’teki Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nin giriş katındaki Cumhuriyet döneminde Latin alfabesiyle yayınlanan kimi eserlerin yer verildiği bölümde bulmuştum. Söz konusu derginin, ulaşabildiğim bu iki cildinin dışında başka sayıları olup olmadığını şimdilik bilmiyorum. Adını maalesef hatırlayamadığım bu bölümden sorumlu beyin de yardımıyla Tarih Hazine’sinin nüshalarına ulaşmış ve ilgili sayfalarını fotokopi almıştım. Bu vesile ile, o sıralar ziyaretlerim sırasında yardımını esirgemeyen bu bey’e gıyabında teşekkür etmek isterim.

Nalbandoğlu’nun söz konusu iki sayfalık bu makalesine yeniden göz atarken, ilk okumalarımda epeyce cümlenin altını çizdiğimizi fark etmekle birlikte, aradan geçen süreçte elimin değdiği Endonezyaca ve İngilizce metinlerden edindiğim bilgilerle ister istemez bir kıyaslama yapma durumunda kaldım. Elbette bu kritik yaklaşım, Nalbandoğlu’nun elli yıl önce kaleme aldığı metnin öneminden bir şey kaybettirmeyecektir. Ancak, modern Türkiye şartlarında Açe’nin yeniden hatırlanışında nasıl bir yaklaşım sergilendiğini, bunun ne kadarının tarihi gerçekliklerle örtüştüğü, ne kadarının afakî veya mitsel tasarımlara dayandığını ortaya koymak da bir sorumluluk gereği olduğunu unutmamalıyız.

Öncelikle Nalbandoğlu’nun Açe’yi nasıl keşfettiğine değineyim kısaca. İkinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin Cava Adası’na çıkışlarından hareketle bölge Müslümanlarının tarihine eğildiği anlaşılıyor. Tabii Cava Adası dendiğinde Hollanda Doğu Hint sömürge yönetimi ve bu yönetimin son dönemdeki en önemli danışmanlarından ve bir İslamolog olan Dr. Snouck Hurgronje’a ulaşmamak mümkün değil. Nalbandoğlu da böyle bir veriyle hareket ederek, nihayetinde “Açe olgusuna” el atıyor. Hurgronje’un bugüne kadar aşılamamış bu iki ciltlik “Açeliler” (The Acehnese) adlı çalışmasındaki Osmanlı Devleti’nin Açe’ye yardımını konu alan bölümlerini kendi düşünce ve görüşleriyle birleştirerek gündeme getiriyor. Bu çerçevede ne gibi yanlış algılamaların, düşüncelerin ve bilgilerin olduğuna değinelim.

İlk olarak, Açe’nin içinde yer aldığı Sumatra Adası, Sunda Adası olarak zikrediliyor ki, böyle bir coğrafi tanımlamayı Endonezyaca ve İngilizce eserlerde mevcut değil. Sumatra ve Cava Adaları’nı birbirinden ayıran su yolu Sunda Boğazı olarak bilinmekle birlikte, Sunda Adaları tabiri mevcut değil. Nalbandoğlu, Açe Darusselam Sultanlığı’nı (ADS) Sunda Adaları Devleti olarak tanıtarak “Sundalılar 386 yıl önce bizden yalnız askeri bir himaye değil, sınai yardım da istiyorlardı” (s. 502) diyor. 1511-1904 yılları arasında siyasi egemenliği sürmüş olan ADS’nın, Sunda Adaları devleti olarak adlandırıldığını bir başka kaynakta görmek mümkün değildir. Bir başka husus, ADS’nın nüfusuyla ilgilidir. Yazar, burada bir kez daha bütün Sunda Adaları Devleti kapsamında ele aldığı Açe’yi “4 milyon Müslümana hükmeden dört bin ada namına yardım isteyen” (s. 503) bir devlet olarak niteler. Bugün Endonezya Cumhuriyeti’nin otuzüç eyaletinden biri olan Açe Eyaleti’nin nüfusu dört milyonu biraz geçkindir... Dolayısıyla, 16. yüzyıl ikinci yarısında ADS’nin nüfusunun milyon olması mümkün değil. Kaldı ki, Sultan Alaaiddin el-Kahhar’ın elçisi Hüseyin vasıtasıyla Konstantinople’a gönderdiği mektubuna cevaben yazılan metinde[1] Malay Takımadaları’nda yaşayan Müslümanların hac yolculuklarında yaşadıkları sıkıntıları dile getirmesi, ADS’nın bu adalar üzerinde siyasi egemenliği olduğundan dolayı değil, Güneydoğu Asya Müslümanlarının maruz kaldıkları sıkıntıları dile getirerek, Osmanlı yönetimininn bölgeye ilgisini çekmeye matuf olduğu şeklinde anlamak gerekir.

Bütün badirelere rağmen, Açe’ye ulaştığı varsayılan iki gemide bulunan askeri uzman ve zanaatkarlar arasında Mimar Sinan’ın çıraklarının da yer aldığı bilgisinde doğruluk payı bulunabilir. Ancak, bu mimarların Sumatra Adası’na çıktıktan sonra “kaleler, kuleler, hükümdara saraylar yaptıkları”, öte yandan “askeri ve sınai heyetin Sumatra Adası’na çıktıktan sonra adada tophaneler ve kılıçhaneler kurdukları” (s. 503) yönündeki anlatıyı kuşkuyla karşılamamızı gerektirecek abartılar içerdiğini düşünüyorum. 

Yazarının taşıdığı kimliğin ötesinde, bu tür anlatıların abartılmasının zaman ve mekânı dikkate alındığında bir anlamda “anlaşılabilir” boyutları olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, benzer abartıları, tsunamiden sonra yazılıp çizilenlerde de gördüğümüzden, elli yıl önce yazılanları pek de yadırgamıyoruz. Kaldı ki, yukarıda belirttiğimiz üzere, Nalbandoğlu’nun Açe’yi gündeme getiren metni, en azından modern dönemde bölgenin hatırlanması babından önemi tartışılmaz. Ancak yadırganması gereken, bu hususları “üstü örtülmesi gereken” unsurlar olarak kabul edip, tarihi hakikatleri çarpıtmayı kendine iş edinmiş birtakım çevrelerin varlığı karşısında sus-pus olmaktır. Kimi kurum yetkililerininin yapıların kapılarına iliştirdikleri plakalarda Osmanlı’nın Açe’ye 19 gemi gönderdiğini her görüşümde ne tür bir tarih bilincine sahip olunduğunu sormaktan kendimi alamadığım gibi, konuya vakıf olan yerli ve yabancılar nezdindede pek hoş olmayan algılar bıraktıklarına kuşku duymuyorum. Bu çerçevede, “Bırak öyle kalsın, yanlış üzerinde inşa edilmiş böylesi güzel bir kimliğimizden zarar çıkmaz” babındaki söylemlerini sadece bu şahısların ahlaki duruşlarında değil, tarihin namusu çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Tarihin yeniden inşasında, algı çarpıtmaları kadar, bilgi noksanlığı üzerine konumlanışların pek de yarar getirmediğini zaman içerisinde tanık olmaktayız. Umarız, hatırlanan Açe-Osmanlı ilişkileri mitsel unsurlarından kurtulur da bugüne ve geleceğe dair kalıcı yaklaşımlar ortaya konmasına vesile olur.


[1]7 Numaralı Mühimme Defteri: 975-976 (1567-69), TC Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın No. 37, Ankara, 1998, s. 124.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder