Mehmet Özay 2 Eylül 2012
“Açe’nin Türk yurdunda hatırlanışı ne zamana dayanır?” diye bir soru
aklımıza geldiğinde, herhalde 26 Aralık 2004 diyecektir kahir ekseriyet.
Ramazan Bayramı vesilesiyle Açe’de bulunduğum bugünlerde İstanbul’daki arşivden
topladığım evrakları karıştırırken, Ayhan Nalbandoğlu’nun kısa ancak önemli
metnini bir kez daha ele alma fırsatı buldum. Baktım bu makalenin
yayınlanmasından bugüne tamı tamına elli yıl geçmiş.
Nalbandoğlu’nun 1951 yılı Mayıs ayında kaleme aldığı ve “Sumatra ve Cava’da
Türk Topları” başlığını taşıyan makalesi Ülkü Kitap Yurdu tarafından yayımlanan
Tarih Hazinesi Dergisi’nin onuncu sayısında çıkmış. Bu derginin iki cilt
halinde biraraya getirilen nüshalarına, 2006 yılı başlarında, Sultanahmet’teki
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nin giriş katındaki Cumhuriyet döneminde Latin
alfabesiyle yayınlanan kimi eserlerin yer verildiği bölümde bulmuştum. Söz
konusu derginin, ulaşabildiğim bu iki cildinin dışında başka sayıları olup
olmadığını şimdilik bilmiyorum. Adını maalesef hatırlayamadığım bu bölümden
sorumlu beyin de yardımıyla Tarih Hazine’sinin nüshalarına ulaşmış ve ilgili
sayfalarını fotokopi almıştım. Bu vesile ile, o sıralar ziyaretlerim sırasında
yardımını esirgemeyen bu bey’e gıyabında teşekkür etmek isterim.
Nalbandoğlu’nun söz konusu iki sayfalık bu makalesine yeniden göz atarken, ilk
okumalarımda epeyce cümlenin altını çizdiğimizi fark etmekle birlikte, aradan
geçen süreçte elimin değdiği Endonezyaca ve İngilizce metinlerden edindiğim
bilgilerle ister istemez bir kıyaslama yapma durumunda kaldım. Elbette bu
kritik yaklaşım, Nalbandoğlu’nun elli yıl önce kaleme aldığı metnin öneminden
bir şey kaybettirmeyecektir. Ancak, modern Türkiye şartlarında Açe’nin yeniden
hatırlanışında nasıl bir yaklaşım sergilendiğini, bunun ne kadarının tarihi
gerçekliklerle örtüştüğü, ne kadarının afakî veya mitsel tasarımlara
dayandığını ortaya koymak da bir sorumluluk gereği olduğunu unutmamalıyız.
Öncelikle Nalbandoğlu’nun Açe’yi nasıl keşfettiğine değineyim kısaca.
İkinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin Cava Adası’na çıkışlarından hareketle
bölge Müslümanlarının tarihine eğildiği anlaşılıyor. Tabii Cava Adası
dendiğinde Hollanda Doğu Hint sömürge yönetimi ve bu yönetimin son dönemdeki en
önemli danışmanlarından ve bir İslamolog olan Dr. Snouck Hurgronje’a ulaşmamak
mümkün değil. Nalbandoğlu da böyle bir veriyle hareket ederek, nihayetinde “Açe
olgusuna” el atıyor. Hurgronje’un bugüne kadar aşılamamış bu iki ciltlik
“Açeliler” (The Acehnese) adlı çalışmasındaki Osmanlı Devleti’nin Açe’ye
yardımını konu alan bölümlerini kendi düşünce ve görüşleriyle birleştirerek
gündeme getiriyor. Bu çerçevede ne gibi yanlış algılamaların, düşüncelerin ve
bilgilerin olduğuna değinelim.
İlk olarak, Açe’nin içinde yer aldığı Sumatra Adası, Sunda Adası olarak
zikrediliyor ki, böyle bir coğrafi tanımlamayı Endonezyaca ve İngilizce
eserlerde mevcut değil. Sumatra ve Cava Adaları’nı birbirinden ayıran su yolu
Sunda Boğazı olarak bilinmekle birlikte, Sunda Adaları tabiri mevcut değil.
Nalbandoğlu, Açe Darusselam Sultanlığı’nı (ADS) Sunda Adaları Devleti olarak
tanıtarak “Sundalılar 386 yıl önce bizden yalnız askeri bir himaye değil, sınai
yardım da istiyorlardı” (s. 502) diyor. 1511-1904 yılları arasında siyasi
egemenliği sürmüş olan ADS’nın, Sunda Adaları devleti olarak adlandırıldığını
bir başka kaynakta görmek mümkün değildir. Bir başka husus, ADS’nın nüfusuyla
ilgilidir. Yazar, burada bir kez daha bütün Sunda Adaları Devleti kapsamında
ele aldığı Açe’yi “4 milyon Müslümana hükmeden dört bin ada namına yardım
isteyen” (s. 503) bir devlet olarak niteler. Bugün Endonezya Cumhuriyeti’nin
otuzüç eyaletinden biri olan Açe Eyaleti’nin nüfusu dört milyonu biraz
geçkindir... Dolayısıyla, 16. yüzyıl ikinci yarısında ADS’nin nüfusunun milyon
olması mümkün değil. Kaldı ki, Sultan Alaaiddin el-Kahhar’ın elçisi Hüseyin
vasıtasıyla Konstantinople’a gönderdiği mektubuna cevaben yazılan metinde[1]
Malay Takımadaları’nda yaşayan Müslümanların hac yolculuklarında yaşadıkları
sıkıntıları dile getirmesi, ADS’nın bu adalar üzerinde siyasi egemenliği
olduğundan dolayı değil, Güneydoğu Asya Müslümanlarının maruz kaldıkları
sıkıntıları dile getirerek, Osmanlı yönetimininn bölgeye ilgisini çekmeye matuf
olduğu şeklinde anlamak gerekir.
Bütün badirelere rağmen, Açe’ye ulaştığı varsayılan iki gemide bulunan
askeri uzman ve zanaatkarlar arasında Mimar Sinan’ın çıraklarının da yer aldığı
bilgisinde doğruluk payı bulunabilir. Ancak, bu mimarların Sumatra Adası’na
çıktıktan sonra “kaleler, kuleler, hükümdara saraylar yaptıkları”, öte yandan
“askeri ve sınai heyetin Sumatra Adası’na çıktıktan sonra adada tophaneler ve
kılıçhaneler kurdukları” (s. 503) yönündeki anlatıyı kuşkuyla karşılamamızı
gerektirecek abartılar içerdiğini düşünüyorum.
Yazarının taşıdığı kimliğin ötesinde, bu tür anlatıların abartılmasının
zaman ve mekânı dikkate alındığında bir anlamda “anlaşılabilir” boyutları
olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, benzer abartıları, tsunamiden sonra yazılıp
çizilenlerde de gördüğümüzden, elli yıl önce yazılanları pek de yadırgamıyoruz.
Kaldı ki, yukarıda belirttiğimiz üzere, Nalbandoğlu’nun Açe’yi gündeme getiren
metni, en azından modern dönemde bölgenin hatırlanması babından önemi
tartışılmaz. Ancak yadırganması gereken, bu hususları “üstü örtülmesi gereken”
unsurlar olarak kabul edip, tarihi hakikatleri çarpıtmayı kendine iş edinmiş
birtakım çevrelerin varlığı karşısında sus-pus olmaktır. Kimi kurum
yetkililerininin yapıların kapılarına iliştirdikleri plakalarda Osmanlı’nın
Açe’ye 19 gemi gönderdiğini her görüşümde ne tür bir tarih bilincine sahip
olunduğunu sormaktan kendimi alamadığım gibi, konuya vakıf olan yerli ve
yabancılar nezdindede pek hoş olmayan algılar bıraktıklarına kuşku duymuyorum.
Bu çerçevede, “Bırak öyle kalsın, yanlış üzerinde inşa edilmiş böylesi güzel
bir kimliğimizden zarar çıkmaz” babındaki söylemlerini sadece bu şahısların
ahlaki duruşlarında değil, tarihin namusu çerçevesinde değerlendirmek gerekir.
Tarihin yeniden inşasında, algı çarpıtmaları kadar, bilgi noksanlığı üzerine
konumlanışların pek de yarar getirmediğini zaman içerisinde tanık olmaktayız.
Umarız, hatırlanan Açe-Osmanlı ilişkileri mitsel unsurlarından kurtulur da
bugüne ve geleceğe dair kalıcı yaklaşımlar ortaya konmasına vesile olur.
[1]7 Numaralı Mühimme Defteri:
975-976 (1567-69), TC Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi
Daire Başkanlığı, Yayın No. 37, Ankara, 1998, s. 124.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder