30 Eylül 2012 Pazar

Padang Depremi’nin Üçüncü Yılı


30 Eylül 2012

Padang Depremi’nden bu yana üç yıl geçti. 30 Eylül 2009 tarihinde Endonezya’nın Batı Sumatra Adası’nın tarihi şehri Padang ve çevre illeri vuran deprem, cazibe merkezi olması itibarıyla o günlerde epey ses getirmişti. Uluslararası çevreler, yardım kuruluşları rotalarını Padang istikametine çevirirken, azımsanmayacak bir çevre yeni bir “Açe vakıası” oluşmasını bekliyordu. Bu beklentinin, artık günümüzde çok iyi anlaşıldığı üzere adı ne olursa olsun, bu tür doğal afetleri çıkar ilişkisine dönüştürme maharetini sergileyen gerek ülke için gerek dışı oluşumların varlığının gün yüzüne çıkmış olmasıdır. Bu türden doğal afetlerin artık bilançosunun önceden tespiti gibi bir takım önseziler oluştuğu gibi, akabinde bu afetlerin getireceği “kazanımları” da belirleme konusunda cambazlıklarda gelişme katedildiğini görmek zor değil.

Yeniden Padang Depremi’ni gündeme taşımanın ne anlamı var diye soranlar çıkabilir. Ancak Padang Depremi ile ortaya çıkan durumun salt “insani yardım” boyutunda kalmadığı, aksine küresel çıkar ilişkilerinden bağımsız okunamayacak bir ilişkiler ağına evrildiğinden hareket edersek, ki bundan bağımsız bir okuma kesinlikle eksik kalacaktır, bu değininin anlamı ortaya çıkar. Ayrıca, günümüzde hâlâ bu türden doğal afet, etnik savaş vb. unsurlar nedeniyle adına sivil toplum denilen oluşumların “tayakkuz” halinde oluşları da dünden ders alınmayı gerekli kılıyor.

Örneğin, dün Padang Depremi’ni allayıp pullayıp merkezlerine sunan çıkar ilişkileri geniş bireylerin ve kurumların bugün Arakan/Rohingya Müslümanlarını ‘kurtarma’ çabası içerisinde benzer yaklaşımlarla gündeme oturma arzusu taşıdıklarının ilk sinyalleri gelmeye başladığına tanık olmak dün ne olduğunu sorgulamayı kaçınılmaz kılıyor. Dün Padang’da depremin yol açtığı etkileri “sanal yollarla” abartma becerisi gösteren kişi ve kurumların, ya aynıları veya benzerleri, bugün aynı yollarla Arakan Müslümanlarının maruz kaldığı zulümle ilgili materyalleri seçme ve eleme noktasındaki sığlıklarına tanık olunuyor. Dün Padang’da depremin akabinde küresel medyaya yansıyan ölü sayısı ve yıkımın boyutlarını gerçeklere ulaşmadan kabul eden çevreler hemen Padang yardımı için kolları sıvarken, bugün Arakan’da neyin, nasıl ve ne için olduğunu bilmeden aynı yardım kanallarını açmaktan geri durmuyorlar.

Örneğin, bugünlerde Kurban Bayramı vesilesiyle kurbanlık fiyatlarını ilân edenler, niçin Padang’ı zikretmiyorlar. Niçin Padang çabuk unutuldu? Şimdi yol güzergâhları Arakan’a doğru akıyor... Arakan vesilesiyle bir de Bendalgeş sınırında olup bitene bakalım. Kimi kurumların Arakan için topladıkları veya toplayacaklarını söyledikleri yardımlar Arakanlı mültecilere mi, Bengaldeşlilere mi gidecek? Bu soruların sorulmasının elbette kayda değer sebepleri var. 

28 Eylül 2012 Cuma

Cheng Ho: Bir Barış Amirali


Mehmet Özay                                                                                                                    27 Eylül 2012

Bir süredir Güney Çin Denizi’nde bağlamında süren ve bugünlerde Doğu Çin Denizi’ne de sıçrayan ve çevre ülkeleri neredeyse boğaz boğaza getiren adalar krizi nüksettiğinde aklıma bir barış amirali geldi. Bu vesile ile yüzyıllar öncesinde aynı okyanusun kıyılarını sarmaladığı Nanjing’den yola çıkan ve kimilerine göre Doğu Afrika kimilerine göre daha da ötesine geçtiği varsayılan Cheng Ho’yu, gündeme almanın yerinde olacağına kuşku yok.

Cheng Ho, kimdir, nasıl amiral olmuştur, yedi  büyük deniz seferini nasıl gerçekleştirmiştir, nelere tanık olmuş, görevi sırasında imparatorluk için nasıl bir işlev görmüştür gibi pek çok soruya yanıt verebiliriz elbette. Ancak bu genişlikte bir metinle şimdilik karşınıza çıkmam mümkün olmadığına göre, şimdilik şahsımın Cheng Ho’yu keşfi sürecini ele alan bir yazıyı dikkatlere sunmak istiyorum. Bu vesileyle, kimi okuyucularla bugün Doğu Asya’da vuku bulan gelişmeleri farklı bir bağlamda ele alacak ipuçlarını paylaşmayı arzu ediyorum.

Önce Cheng Ho’yla serüvenimin nasıl başladığına değineyim ki, metin canlı bir bağlama otursun. Aslında Sumatra Adası’nda başlayan, İstanbul’da devam eden ve nihayetinde Singapur’daki Cheng Ho kurumuyla yazışma, Singapur Ulusal Üniversitesi’nde konuyla ilgili birkaç akademisyenle ayak üstü sohbet, Malaka’daki kapsamlı Cheng Ho müzesi ve bu amiral adına düzenlenen konferansa kadar süren bu tanışma ve kaynaşma sürecim bile başlı başına bir hikâyeye konu olacak desem yeridir.

2004 yılı Aralık ayı sonlarında Açe’yi vuran deprem ve tsunami akabinde Endonezya’nın Açe Eyaleti’ne gitmem gündeme gelmiş ve hasbel kader bu topraklara yolum düşmüştü. Açe’nin diğer eyaletlere bağlayan karayoluyla ulaşımının yegane seçeneği Medan şehri -ki Sumatra Adası’nın en büyük, Endonezya’nın üçüncü büyük şehri olma ünvanına sahiptir- Kuzey Sumatra Üniversitesi kütüphanesine yapacağım bir ziyaret vesiyesiyle o günlerde gündemime girmişti. O günlerde, söz konusu bu üniversitede öğretim görevlisi olan bir Mimar hanım’ın davetiyle Sumatra Kültür Varlıkları Koruma Vakfı’na (Sumatra Heritage Trust) yaptığım ziyarette karşılaştım Cheng Ho ile. Adı sanı yüzyıllar ötesine uzanan ve dünya denizcilik tarihinde görkemli bir yeri olan bu amirali tanımak biraz da onun bulunduğu coğrafyaya çapa atmakla ilintili olsa gerek.

Tek katlı, geniş bahçeli Vakfın idarecilerinden Soehardi Hartono adında Çin asıllı Endonezyalı genç yönetici sohbetimizin ilerleyen safhasında masanın üzerine kocaman bir broşür açarak, 2005 yılının Temmuz ayında, yani ziyaretimden sadece birkaç ay önce, Medan’da açılan bir sergiden bahsetmeye başladı. Broşürde gördüğüm Orta Asya Türklerine benzeyen, orta yaşlarında, hafif çekik gözlü bir erkeğin portresiydi. Portrenin bazı bölümleri kazınmış olması bana, İstanbul’daki Bizans kiliselerinin duvarlarında ve tavanlarında, zamanında üstü sıvayla örtülmüş, ancak yakın geçmişte üzerleri kazınması dolayısıyla ortaya çıkan azizlerin/azizelerin görüntüsünü hatırlatmıştı kaçınılmaz olarak. Herhalde Hartono dostumuzun, Cheng Ho’yu bana tanıtma arzusunun ardında Ho’nun Uygur Türkü olmasının bir payı olsa gerek. Hartono’nun verdiği  birkaç broşürü koltuğumun altına koyup vakıftan çıktığımda Cheng Ho’nun beni uzunca süre meşgul edeceğini belki de hiç düşünmemiştim. İşte o günden sonra, izini sürmeye çalıştığım Cheng Ho’yu bugüne kadar takip ediyorum.

İstanbul’a döndüğümde Açe’yle ilgili hikâyelerimi en azından ilk bölümünü sonlandırmakla meşgul olurken, bir yandan da görüştüğüm kişilere Cheng Ho hakkında bilgi sahibi olup olmadıklarını ve böylece bazı bilgilere ulaşmayı arzu ediyordum. Başlangıçta sadece Cheng Ho ile ilgili şahsi bilgilere ulaşmayı arzu ettiysem de, bu amiralin ailesi, yaşadığı dönem, içinde bulunduğu Hanedanlığın öncesi ve sonrası da yavaş yavaş ilgi alanıma girmeye başladı. Bu bağlamda ilk bilgileri o dönem IRCICA’da çalışan Ali Çaksu Bey’den aldım. Aynı zamanda, Hartono’nun tavsiyesini hatırlayarak National Geography’nin ilgili sayısını edindim. Cheng Ho ile ilgili bilgilerin ilk nüveleri oluşmaya ve böylece tabiri caizse, Medan’da ortaya çıkan ipekböceği kozasını örmeye başlamıştı. Bu arada Ali Bey’in göndermiş olduğu metni çevirmiş, bir yerlerde yayınlatabilir miyim diye düşünürken, Turan Kışlakçı’yı arayıp konuyla ilgili bilgi verdim. Turan Bey, bu konuda kendisinin bir yazı yazdığını, ancak benim çalışmamı da değerlendirebileceğini söylemişti. Biraz hayal kırıklığı yaşamadım, değil. Önemli değil di, Cheng Ho’nun hikâyesinin beni götüreceği yere gitmekten vazgeçecek değildim.

Aldığım bir tiyo üzerine Mimar Sinan Üniversitesi Tarih Bölümü’nde Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu Hanımefendiyle tanışma fırsatım oldu. Fındıklı’da bir hana taşınmış olan Tarih Bölümü’nü ziyaretimde, yorgun ve yaşını başını almış bir hanımefendi olan Gülçin Hanım, dersten çıkar çıkmaz odasına davet etti. Hocaya Ming Hanedanlığı ve Cheng Ho hakkında kısa, fakat önemli bir sunum yaptıktan sonra, hoca “Çin hanedanlıklarının ilk dönemleri üzerindeki çalışmalarımız nedeniyle biz daha Ming dönemine gelemedik” dedi. Bir an için umutsuzluğa kapıldığımı hatırlıyorum. Cheng Ho ile ilgili hikâyenin peşinden gitmeyi öylesine arzu ediyordum ki, hocanın yorgun olmasına rağmen, Ali Bey’in bana ulaştırdığı ve çevirdim üç sayfalık metni de masasının üzerine koyarak ne kadar ısrarcı olduğumu kendisine göstermek istercesine bu konuda başvuracağım kimse olup olmadığını sordum. Ümidimin yeşermesine vesile olacak şekilde hoca birden “Dur, şu bizim Deniz’i bir arayalım” dedi. Uygur Türkleri’nden olan Tilla Deniz Baykuzu Hanım Tarih Bölümü’nde öğretim üyesiydi. Şansım yaver gidiyordu. Telefonla konuşmasının ardından Gülçin hanım, “Yoldaymış, buraya geliyor” dedi.

Yarım saat sonra, odaya giren Deniz Hanım, Cheng Ho ile serüvenimde farklı bir mecranın habercisi olacaktı. Görüşme sırasında Deniz Hanım beni sevindirecek güzel haberler vermişti. Ayrıca, Ankara Üniversitesi DTCF’den bir iki hocanın ismini paylaşmış, kendisi de bu konuda Çin kaynaklarından ulaşabildiklerinden az çok bilgi edinmeye çalışacağını söylemişti. Tarih Bölümü’nden ayrılırken, Medan’da başlayan serüvenim, zihnimin derinliklerinden gelen derin uyarılarla gözümün önünden geçmeye başladı. Bir süre sonra Deniz Hanım’ın ulaştırdığı kıymetli bilgilere kütüphanede yaptığım taramalardan edindiklerimi de eklediğimde, elimde Cheng Ho ve seferleri çerçevesini konu alan bir metin çıktı. İlginçtir, Sumatra’da başlayan Cheng Ho serüveninde ilk metni gene bu coğrafyada yayınlatma imkanı oldu. Ortaya çıkan metnin kısa bir özet 2007 yılında, Açe’de Tarihi Varlıkları Koruma Müdürlüğü dergisinde yayınlandı (“Cheng Ho (1371-1433)”, Buletin Haba, Balai Pelestarian Sejarah dan Nilai Tradisional, No. 44, Banda Aceh, 2007,  pgs. 43-46.) Güneydoğu Asya tarihi içindeki ‘gezintilerim’ sırasında bu metne zaman zaman dönüyor ve yeni kaynaklar vesilesiyle eklemelere devam ediyorum.

Bir savaş sırasında genç yaşında alesinden koparılan, harem ağası olarak sarayda yetiştirilen ve akabinde amiral olan ve Çin Ming Hanedanlığı’nın (1368-1644) üçüncü imparatoru Yung-lo (1403-1424) zamanında yedi büyük deniz seferlerini yöneten Cheng Ho’nun icraatları dikkate alındığında denizlere yelken açan bir savaşçı değil, döneminin Çin yönetiminin gücünü bölge ve küresel aktörlere kabul ettirme amacıını taşıyan, bu anlamda barışçıl ilişkileri pekiştiren bir “barış elçisi” rolü oynadığı anlaşılıyor. 

Bu deniz seferleri, döneminin koşulları dikkate alındığında Çin’deki denizcilik teknolojisinin yanı sıra bu seferler bağlamında ve sonrasında Çin İmparatorluğu’nun kurmuş olduğu uluslararası ilişkiler bugüne ışık tutacak mahiyettedir. Ancak burada dikkat çeken husus, o dönem Çin yönetiminin duruşu, bölgeyi ve dünyayı algılama tarzı bugünkünden oldukça farklı. Öte yandan, zihinsel yapısı Batılı argümanlara göre işleyen ve dünyayı Batılı bakış açısı ile anlama uğraşı veren bizlerin bu seferleri pratiğe geçiren doğu perspektifini anlama çabası içinde olmamız da bir diğer husus.

2006 yılı Haziran-Eylül ayları arasında Singapur’da gerçekleştirilen üç aylık Cheng Ho sergisi, 2010’da Malezya’nın Malaka şehrinde Cheng Ho konferansı konunun uluslararası camiada ne denli önemli olduğunu ortaya koyan somut gelişmelerden sadece birkaçı. Bu sergilere ve bilimsel toplantılara Türkiye’den de katılımcıların ve gözlemcilerin olmasını arzu ederdik. Dünyanın farklı ülkelerinde Cheng Ho adına dernekler ve araştırma enstitüleri faaliyet gösterdiği bir dönemde bir yandan Orta Asya kökenleri diğer yandan Müslüman kimliği ile Türklerin gündeminde yer alması gereken önemli bir tarihi şahsiyetle ilgili çalışmaların ve araştırmaların en kısa sürede başlatılmasını arzu ediyoruz. Bu çabanın sadece tarihi perspektifi değil, bölgede bugün olup biteni de anlamaya ve algılamaya katkısı olacağına hiç şüphe yok.

http://www.dunyabizim.com/Manset/11046/cheng-hoyu-dunya-konusuyor-ama.html

27 Eylül 2012 Perşembe

Adalar Sorunu ve ABD Perspektifi


Mehmet Özay                                                                                                                    21 Eylül 2012
Amerika’nın öncülüğünde Ortadoğuyu saran savaş bulvarı Güneydoğu ve Doğu Asya’ya mı kayıyor? Düne kadar Adalar sorunu pasif yoğunluklu bir süreç içerisinde varlığını sürdürürken, birdenbire Amerika’nın 21. Yüzyıl Asya Yüzyılı projesini yüksek sesle dillendirmesiyle ve bunu Hillary Clinton’un kaleminden cümle aleme ilan etmesiyle ilk etapta Amerika’nın değil de, bölge ülkelerinin ön planda olduğu izlenimi veren bir söz düellosu, güç gösterisi derken, iş geldi halkların ilgili ‘muhalif’ ülkeler nezdinde kitle gösterileri düzenlemelerine geldi dayandı. Düne kadar Çin ile ASEAN üyesi ülkeler arasında Güney Çin Denizi bağlamında süregiden adalar sorunu, bugünlerde ‘yeniden nükseden’ Doğu Çin Denizi’ndeki adalar bağlamında Japonya-Çin ve henüz ortalıkta gözükmese de Tayvan’ın da içinde yer aldığı -Güney Kore’yi unutmamak lazım- Doğu Asya düellosu şeklinde zuhur ediyor. Kimbilir belki yarın Rusya ile Japonya arasında benzer bir adalar krizi zuhur edebilir.

Güney Çin Denizi’ndeki Adalar krizini belli bir süredir izliyoruz. Ancak nev zuhur eden bir yeni gelişme var ki, Çin-Japon milliyetçiliğini ayyuka çıkartacak cinsten. Bu siyasi angajmanın her iki ülkenin 2012 yılı başından itibaren tecrübe etmeye başladıkları ekonomik durgunluk, ihracattaki azalma vb. faktörlerin halklar üzerinde tesis ettiği psikolojik baskının yansıması olarak değerlendirilemez mi? Öyle ki, Japonya’nın durumu bilinirken, Çin’in özellikle 1999’dan bu yana en düşük seviyeli büyüme rakamlarını görmesi ve önümüzdeki aylarda ihracatın daha da negatif göstereceği düşüncesi ve yabancı yatırımcıların Çin’i istikrarsız bulup, örneğin Myanmar-Laos-Kamboçya gibi yeni yatırım alanları araması, Çinli kitleleri sokakta buluşturan başat unsurlardan biri olmadığı düşünülemez. Çin’de yükselme gösteren Japon-karşıtlığının bir diğer nedeni ise bu yıl sonunda yaşanacak Çin Komünist Partisi’ndeki liderlik değişimi. Bu süreci, “Tianenman Bozgunu”nu unutmayan ve daha çok özgürlükler ve haklar olarak algılamak isteyen kitlelerin azımsanmayacak bir etkisi olduğu da malum.

Dün Spratly Adaları bağlamında Güneydoğu Asya/ASEAN üye ülkeleri ile Çin arasındaki gerilime dikkat çekerken, bu gerilimin ucu daha kuzeye kayarak Çin-Tayvan-Japonya eksenindeki Adalar’a gelip dayanmış durumda. Üçgen içinde kalan adalarla ilgili görüşme çağrısı aslında bu ayın başında yapılmıştı. Buna göre önce ülkelerin ikili gruplar halinde görüşmesi ardından üçlü görüşmeler öngörülüyordu. Çin’de ’Diaoyu’, Japonya’da ‘Senkaku’ ve Tayvan’da ‘Tiaoyutai’ adıyla anılan adalar sorunu dünyanın üç önemli ekonomisinden ikisini oluşturan Çin ve Japonya’yı karşı karşıya getirir mi?

Elbette, Amerika’dan bağımsız ve tarihi yönleri de var bu gelişmelerin. Örneğin, en erken 19. yüzyıla kadar sarkan  bir Çin-Japon çekişmesi, son örneğini 1931 yılında gördüğümüz bir Japon hegemonyasının Çin ana topraklarına kadar nüfuzu bunun emareleri. Hiç kuşku yok ki, uluslararası çevrelerin her iki tarafı itidalli olmaya daveti ve masa başında sorunu halletme çağrıları iki ülkenin ‘milliyetçi damarının’ -Japonya’da özellikle Tokyo Valisi’nin çıkışlarında görüldüğü üzere- kabul edebileceği bir husus olmadığı, en azından şimdilik aşikâr. Örneğin, malum adalar krizi 1970’li yıllarda nüksettiğinde dönemin Çin lideri Den Xiaoping “Bizim neslimiz bu sorunu çözecek kapasitede değil. Sonraki nesle bırakalım çözümü.” demesi belki de bunun bir göstergesiydi. Ancak bugünkü restleşmeler bu neslin de pek öyle “barıştan” yana söyleme yönelmediğini ortaya koyuyor.

Bununla birlikte, Doğu Çin Denizi’ndeki adalar krizinde Amerika’nın rolünü ilerleyen günlerde daha net göreceğiz. Ancak şu var ki, Clinton’un, Amerika’nın 21. yüzyıl projesi bağlamında kaleme aldığı metnin giriş cümleleri, ABD’nin Irak ve Afganistan politikalarında neler kaybettiğini dolaylı olarak dile getirirken, aynı paragrafta baklayı ağzından çıkarıyor ve “gelecek on yılda tüm kapsamıyla hedefimiz Asya-Pasifik’tir” demesi bu coğrafyada olan bitene kayıtsız kalan bir Amerika olmayacağını ortaya koyuyor. Üstüne üstlük tam da bu noktada, “Politikalar Asya’da şekillenecek, Afganistan ve Irak’da değil ve ABD doğru zamanda doğru yerde olmalı” cümlesi aslında jeo-politik olarak ABD’nin nereye baktığı ile dünyanın Asya’dan ne anladığını ortaya koyuyor.  Güney Çin Denizi, ardından Doğu Çin Denizi bağlamlarında ortaya çıkan adalar sorunu elbette bir yanda ASEAN öte yanda Asya-Pasifik (APEC) girişimleri dikkate alındığında, bölgenin ekonomi-politikalarıyla ilintililendirilebilir. 

Şayet Atlantik Okyanusu, Avrupa ve Amerika sahilleri boyunca uzanan şehirler diyelim ki, 19. yüzyıl ikinci yarısından başlayarak giderek artan şekilde dünya siyasetine ve ekonomisine yön verme hükmünde olmuşsa bu rol bugün başka yönde gündeme geliyor. Yani günümüzde bu rolün bizatihi ABD’nin elinde şekillendirilmeye yüz tuttuğu izlenimi veren küresel politikalar çerçevesinde Pasifik Okyanusu’nun her iki yakasında, ancak bu sefer ABD’nin Batı sahilleri ile Doğu ve Güneydoğu Asya’nın Pasifik’e bakan yüzünde zaten bölge kadim medeniyetlerinin başlatıcısı ve devam ettiricisi olan şehirlerine evrilmeye başlamış durumda. Bu dönüşümde, başını ABD’nin çektiği içinde Avustralya, Yeni Zelanda, Malezya, Singapur, Vietnam, Peru ve Şili’yi içine yer aldığı Trans-Pasifik Birliği projesini yukarıda değinilen ASEAN ve APEC’den bağımsız okunamaz. Bununla birlikte, bu oluşumun veya oluşumların temel amacı Amerika eksenli ekonomik yeniden yapılanmanın hayata geçirilmesine hedeflemesiyle dikkat çekiyor. Elbette bu ekonominin politik uzantısından bağımsız ele alınamayacağına kuşku yok. İşte bu noktada, bir süredir yaşanan adalar krizine ABD’nin tarafsız kalamayacağı kanıtlarıyla ortada.  Tabii burada unutulmaması gereken bir diğer husus da ABD’nin 20. yüzyıl boyunca “müdahil olduğu” bölgelerdeki kısa tarihinde nelere yol açtığıdır. Kimi gözlemcilerin ifade ettiği üzere Kore, Vietnam, Irak, Afganistan çokça dillendirilen örnekler olurken, bu bölgeler Amerika dünya hegemonyasının tesisinde kilometre taşları olarak tarihe geçmekten ziyade, Amerika’nın hezimetine zemin hazırlamasıyla dikkat çekiyor. Bu husus Çin otoritelerince dikkate alınıyor olmalı.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=227659

26 Eylül 2012 Çarşamba

Cakarta Şeffaf Ellere Teslim


Mehmet Özay

Cakarta Valilik seçimlerinde pek de sürpriz olmayan bir sonuçla Jokowi-Basuki ikilisinin zaferiyle sonuçlandı.  Joko Widodo’nun aldığı 52.97’lik oya karşılık, rakibi ve bir önceki vali Fauzi Bowo 47.03’lük oyda kaldı. Bununla birlikte kesin sonuçlar Cakarta Seçim Komisyonu’nca 29 Eylül’de ilân edilecek. Seçimler öncesinde başabaş gideceği tahmin edilen ve bu anlamda rekabetin az bir farkla sonuçlanması halinde seçim sonrası itirazların yükseleceği ve bir tür kaos ortamının doğacağını ileri sürenler yok değildi. Ancak bu yönde beklenti içinde olanlar yanıldı. Seçimlerin yaklaşık %10’luk farkla Jokowi lehine tamamlanmış olması böylesi bir olasılığı ortadan kaldırdı. Kaldı ki, vali Fauzi’nin oy sayımının başlamasından birkaç saat sonra Jokowi’yi arayarak tebrik etmesi iki aday arasındaki siyasi nezaketi ortaya koyması açısından dikkat çekiciydi. Cakarta’da kayıtlı 6.9 milyon seçmenden %67’sinin itibar gösterdiği seçimlerin sakin bir atmosferde geçmesi ülkenin tecrübe etmekte olduğu demokratikleşme hanesine artı bir puan olarak yazıldı. Cakarta seçmeninin geri kalan %30’unun sandık başına gitmemesi ise, halen önemli sayıda kitlenin siyasi partilere siyasetçilere karşı güven yitiminin devam ettiğinin göstergesi telakki ediliyor.

Cakarta Valilik seçimlerinin sadece bu başkent önem taşımakla kalmıyor, öte yandan ülkenin genelsiyasal yaşamında bir dizi ilkleri ortaya koyması nedeniyle önem arzediyor. Ayrıca, kimi gözlemcilerin ileri sürdüğü üzere, parlamento ve başkanlık seçimlerinin yapılacağı 2014 öncesinde siyasi yaşamda yeni yapılanmalara kapı aralayıp aralanmayacağı şimdiden konuşlamaya başlandı bile. Bu konudaki görüşlere değinmeden önce kısaca valilik seçimlerine ve sonuçlarına değinelim.

İki turlu seçimlerin Temmuz ayında yapılan ilk turuna bağımsız adayların da yarışa katılması, yerel yönetimlerde siyasi parti adaylarının yanı sıra, “bağımsız adayların” varlığı siyasette farklı yaklaşımların ortaya çıkması başlandığının bir ifadesi olarak dikkat çekiyordu. Her ne kadar, ikinci tura bağımsız aday kalmasa da, Cakarta dışında -Orta Cava’nın önemli şehri Solo’da- yerel yöneticilik yapmış bir ismin, yani Jokowi’nin vali seçilmesi büyük önem taşıyor. Gözlemciler Cakartalıların Solo yerel yönetiminde önemli işler yapmış ve bu anlamda çalışkan, dürüst ve halkı gözeten politika ve icraatlarıyla öne çıkan bir lideri desteklediğinin altını çiziyorlar. Öyle ki, ülkenin bu türden siyasetçilere, hem yerel hem de ulusal siyaset arenasındaki ihtiyacının bir göstergesi olarak Cakarta valilik seçim sürecinin ve sonucunun ülkenin kısa ve orta vadeli siyasi yaşamına örnek olmasını güçlü bir şekilde vurguluyorlar.

Bu sürecin bir başka önemli unsurunu, Jokowi’nin yardımcısı vasfıyla Çin kökenli Endonezyalı bir Hıristiyan olan Basuki “Ahok” Tjahaja Purnama’nın yarışa katılması oldu. Cakarta gibi nüfusunun büyük çoğunluğunu Müslüman kitlenin oluşturduğu bir şehirde, seçim arefesinde sosyal medya üzerinden kimi çevrelerce yapılan ‘negatif kampanyada’, 1988 yılı Nisan ayında Cakarta’da Çin’li azınlığı hedef alan etnik saldırılara atıflar yapılıyor, Ahok’un seçilmesi halinde yeni bir etnik çatışmaya kapı aralanacağı uyarısı yapılıyordu. Yeni dönemde Cakarta’yı yönetecek Jokowi gibi yardımcısı Ahok da yerel yönetimde tecrübeli bir isim. Sumatra ile Cava Adası’nı ayıran Sunda Boğazı’ndaki adalardan Belitung’da belediye başkanlığı yapmış olan Ahok, başkent yönetiminde bir ses olarak kalmayacak. Bu bağlamda, kimi grupların çekincelerine rağmen, Endonezya’nın etnik bütünlüğü içinde katılımcı ve katkı payı yüksek bir değer olarak yükselme potansiyeli taşıyor. Ahok’un seçilmesi, başkent seçimlerinde güç gösterisi veya siyasi angajmanların ‘dini aidiyetler’ üzerinden yürütülmediğinin de bir kanıtı olmasıyla dikkat çekiyor.

Başarılı bir yerel yönetim lideri olmasına rağmen, Jokowi’yi Cakarta’da bekleyen önemli sorunlar var. Bu sorunlar salt şehrin bir metropolitan olmasından neşet eden problemlerle sınırlı değil. Endonezya siyasetinin güç-para odaklı yönelimi burada dikkatlere sunulmalıdır. Ülkenin ana arter siyasetinde ve yerel yönetimlerinde bugüne kadar geniş toplum kesimlerini memnuniyetsizliğine sebep olan parti, aile vb. çıkar ilişkileriyle örülü siyaset yapma biçiminin pek de değişmemiş olmasından kaynaklanıyor. Bu bağlamda önemli bir bütçeye sahip ve büyük projelerin sırada beklediği Cakarta’da bugüne kadar olduğu gibi şehir meclisindeki her siyasi çıkar grubunu “tatmin edecek” ihâle şekillenmelerine tanık olunup olunmayacağı merak konusu.

Cakarta Şehir Meclisi’de Jokowi’ye destek veren PDI-P ve Gerindra’lı üyelerin 94 sandalyeli meclisten sadece 17’sini teşkil etmesi yeni valinin yanlızlaştırılabileceği kaygısını da beraberinde getiriyor. Şehir meclisinin bugüne kadar alışkanlık haline getirilmiş uygulamaları Jokowi ile hangi değerler üzerinden sürdüreceklerini zaman gösterecek. Bununla birlikte, meclis’in gücü karşısında valinin karar süreçlerinde ağırlığının olması, yeni valinin elini güçlenidren bir unsur olsa gerek. Söz konusu bu üyelerin yukarıda dile getirilen siyaset yapma biçiminin, yerel aktörleri olmaları yeni yönetimin tecrübelerinden hareketle, Cakarta şehir yönetimini reforme edecek düzenlemelerine yeşil ışık yakıp yakmalayacağını pek fazla beklemeye gerek kalmadan, ilerleyen aylarda  göreceğiz. Hemen burada bir önceki Vali Fauzi’nin, merkez güçlere yakınlığına rağmen, reformcu çıkışlarının nasıl önünün alınmaya çalışıldığını hatırlatarak Jokowi’nin pek de üstesinden kolay kolay gelinemeyecek “tuzaklarla” karşı kalacağını unutulmamalı. Bu süreçte, Jokowi’nin şehir bütçesinin “daha şeffaf kullanımına” vurgu yapması, meclis-siyasi parti-çıkar çevreleri üçgeninin bulaştığı kemikleşmiş yapıyı ortadan kaldırma konusunda kararlı bir duruş sergileyeceğinin ipuçlarını veriyor. İşte zaten Cakartalıların kahir ekresiyetinin Jokowi’ye şans tanımalarının ardında da böylesine siyasi etik sahibi bir duruşunun ve hattı zatında tecrübesinin olması geliyor. Aynı Cakartalı seçmen, gerek meclisteki siyasi parti üyeleri gerekse bürokrasinin güçlü yapısı karşısında Jokowi’nin ardındaki asıl itici güç olacağına kuşku yok. Bu anlamda, Jokowi, tıpkı seçim kampanyasında yaptığı gibi, oldukça rasyonel davranan seçmeni “reaktive” edici ve sivil oluşumları öncelleyen açılımlara kapı aralayacak atraksiyonlarda bulunacaktır.

Solo gibi nüfusun altmışbinlerde olduğu bir şehir yönetiminden nüfusu 12 milyon civarındaki metropolitan bir şehir olan Cakarta yönetimine sıçrayan Jokowi’nin valilik görevi kendi siyasi yaşamı için de büyük önem taşıyor. Jokowi ilk değişiklik sinyallerini şimdiden vermeye başladı bile. Örneğin, Endonezya siyasi geleneğinden kazanan adaylar çevrelerine “seçim kutlamalarının” bir parçası olarak para dağıtırken, Jokowi bunu yapmadı.


Bu seçimlerin 2014 ulusal parlamento ve başkanlık seçimlerine yansıması ne olur diye sorulabilir. Çünkü bugün Cakarta seçim kompozisyonu bir anlamda iki yıldan az bir sürenin kaldığı bu ulusal seçimler için önemli ipuçları taşıyor. Bir yanda PDI-P ve Gerindra gibi ultra-milliyetçilik sınırlarında dolaşan iki partinin desteklediği bir adayın seçilmesi; PKS gibi sözde İslamcı partilerin Cakarta seçimlerinde istikrarsız ve strateji yoksunu politik yönelimleri; mevcut devlet başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’nun Suharto sonrası reform döneminin insan hakları ihlâllerinin ortadan kaldırılması konusunda en başarısız başkan ilân edilmesi ve bunun başında bulunduğu Demokrat Parti’ye yansıması; Golkar’ın başkanı ve muhtemel adayı multi-milyoner Bakri ailesinin önemli ismi Aburizal Bakri’nin “Lapinto” hadisesinden dolayı hâlâ halkın unutmamış olması vb. gelişmeler 2014 seçimlerinde genel atmosferinin şimdilik griye boyacağını ihtimalini güçlendirirken, Jokowi gibi idealist ve ilkeli bir siyasetçinin varlığının merkezdeki güç yapıları arasında kendini gösterme çabası, orta sınıf seçmenin parti muhazakârlığından kurtulma yönündeki eğilimi yeni ve genç değerlerin ortaya çıkabileceğini ortaya koyuyor. 
http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haber&ArticleID=228299&q=mehmet+özay

20 Eylül 2012 Perşembe

Rohingya Konferansı ve Bölge’nin Rolü


Mehmet Özay                                                                                                            17 Eylül 2012

Rohingya sorunu konuşulmaya ve tartışılmaya devam ediyor. Bugün Kuala Lumpur’da ‘Perdana Global Peace Foundation’ (PGPF) inisiyatifiyle uluslararası Rohingya Konferansı düzenlendi. Konferans Rohingya konusunun bir kez uluslararası katılımcılarla gündeme getirilmesi nedeniyle dikkat çekiciydi. Nurul Islam, Muhammed Yunus, Wakar Ruddin, Abdülhamid bin Musa gibi Rohingya kuruluşlarının yetkililerinin hazır bulunduğu konferansa İngiltere’den, Bengaldeş’ten, Tayland’dan, Endonezya’dan, Filipinler’den sayısı yirmiyi aşkın akademisyen ve sivil toplum temsilcilerinin yanı sıra Human Rights Watch, Amnesty International gibi uluslararası kuruluşların önemli isimlerinin konuk olmasıyla içeriği zengin ve yakın gelecekte bir dizi gelişmeleri tetikleyebilecek bir konferans oldu. PGPF’nın merkezinin de yer aldığı Buhari Vakfı Merkezi’ndeki oditoryumda gerçekleştirilen konferansta her biri alanlarında önemli bildiriler sunan katılımcıların yanı sıra toplantı salonunu ve avlusunu dolduran yüzlerce aktif dinleyici kitlesi sorularıyla ve yorumlarıyla etkinliğe katkı yaparken, akşam üzeri saat altıya kadar süren etkinliğe ilgi son ana kadar devam ettti.

ASEAN üyeliği, Myanmar (Burma) ile doğrudan ticari ve yatırım ilişkileri olması gibi özellikleriyle dikkat çeken Malezya’nın bu konferansla Myanmar hükümetinin Rohingya Müslümanlarını yok sayan politikalarında değişikleri gündeme getirecek girişimlerde inisiyatif alacağı ve bu anlamda ciddi bir rol taşıyacağı düşünülebilir. En azından, toplantıya iştirak edenlerin ortak buluştuğu nokta, PGPF kurucusu ve başkanı Dr. Mahathir Muhammed’in yapabileceği önemli rolün olduğu yolundaydı. Kaldı ki ASEAN’nın bu rolü üstlenmesi Jacob Zenn’in dile getirdiği üzere bölge üzerinde etkisini hissettiren Rohingya sorununun bölge içinden aktörlerin öncülüğünde çözüme kavuşturulmasından daha makul bir yaklaşım olamaz.

Sömürge dönemi bağlamında Myanmar ile benzer süreçleri tecrübe ettiği düşünüldüğünde bu konferansa Malezya’nın ev sahipliği yapması oldukça anlamlıydı. Bu bağlamda, Güneydoğu Asya tarihinin sömürgecilik döneminden başlayarak, II. Dünya Savaşı, bağımsızlık süreçleri, etnik unsurlararası ilişkiler gibi gelişmeler bağlamında iki ülkenin benzerlikler gösterdiğine dikkat çekilmelidir. Ana konuşmacı olarak konferansa katılan Dr. Mahathir Muhammed’in de vurguladığı üzere Malezya, bu süreci tüm sıkıntılarına rağmen, görece başarı ile sonuçlandırmasına rağmen, Myanmar’ın benzer bir performası sergilemediği artık çok aşikar. 

Haziran ayındaki son gelişmelerden bu yana dünya medyasının ve kamuoyunun ilgisini çekmeyi ‘başaran’ Rohingya konusuna çözümün nerede olduğu da bir anlamda cevabını bekleyen bir soru. Bir yandan halkı Müslüman ülkelerde yapılan birtakım gösteriler ve yardım kampanyaları, öte yandan uluslararası toplantılarla konunun akademik ve insan hakları bağlamlarında ele alınmasına rağmen, aradan geçen süreçte elbette önemli bir yol katedilmesini beklemek büyük bir iyimserlik olurdu. Ancak geleceğe yönelik umut ışığını da içinde barındırmıyor değil. Öte yandan, Myanmar hükümeti nezdinde gerçekleştirilen girişimlerin birbirinden bağımsız ‘tekil’ nitelik arz etmesi arzu edilen çözüm yollarının hayata geçirilmesi önündeki engellerden birini oluşturuyor. Bununla birlikte, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Yusuf Kalla’nın Myanmar’a yaptıkları resmi ziyaretlerin Malezya Yardım Kurumu (Malaysian Relief Agency)’nun Arakan Eyaleti başkenti Sittwe’ye girmeyi başarması başlangıç olarak önemli gelişmelerdi. Bu girişimlerin önemi nereden geliyor diye sorulduğunda, Myanmar hükümetiyle doğrudan temaslarla gelişme göstermesinde yattığını söyleyebiliriz.

Ancak bu girişimlerin diğer uluslararası kurumlarla eş-zamanlı, koordineli ve uzun erimli projelere evrilmesi, Myanmar hükümeti üzerinde oluşturulacak uluslararası baskının kayda değer sonuç vermesinde hayati öneme sahip olacaktır. Aslında Rohingya sorununda temel nokta tam da burada yatıyor. Yani, son altmış yılda halkı, uluslararası çevre ve kurumlar üzerinde stratejik oyunda başarılı olmuş diktatörlerin yönetimindeki Myanmar gibi bir ülkenin, bugün küresel medyaya yansıyan gelişmeler karşısında nasıl bir strateji geliştireceği merak konusu. Bu süreçte şu tehlike unutulmamalıdır. Myanmar hükümetinin demokratikleşme sürecine girmesine rağmen, bugünkü parlamentosu Batılı anlamda bir demokratik seçimle oluşmadığı, başbakanının atanmış eski bir general olduğu, hükümetin bir şekilde kukla bir yönetim olduğu iplerin hâlâ perde arkasındaki cuntanın elinde olduğu vb. unsurlar göz ardı edilmemeli. Bu safhada kaygılar o ki, Rohingya sorununun uluslararası medyadan inmesiyle birlikte Myanmar ordu ve polis güçlerinin marifetiyle Rohingya halkı üzerindeki baskı ve şiddetin yeniden nüksetmesi ihtimalidir.

Konferansta neler konuşulduğuna kısaca değinelim. Katılımcıların ağırlıklı olarak ASEAN ülkelerinden olması, bir ASEAN ruhu oluşumuna zemin hazırlama yönelimi taşıyordu. Bu yaklaşım, katılımcılar tarafından da açıkça dile getiriliyordu. Elbette bunda, bölge ülkelerinin daha önce benzer süreçleri yaşamış olmasının katkısı gözardı edilemez. Öte yandan, kimi uluslararası kuruluşların performanslarındaki istikrarsızlık, başarısızlık ve Rohingya konusunu ele alma tarzları Myanmar ile ilişkilerde sürdürülebilirlik konusunda kimi çekincelerin gündeme getirilmesine yol açtı. 

Konferansta azınlıkta da olsa Myanmar hükümetinin yaklaşımından öte, Rohingyalıların mülteci olarak yaşamak zorunda kaldıkları halkının çoğunluğu müslüman olan ülkelerdeki yaşam koşulları, hakları vb. konulardaki kabul edilemeycek konumları dillendirildi. Rohingya konusu tartışmalarında sürekli gündeme getirildiği üzere, özellikle Bengaldeş başta olmak üzere Pakistan, Malezya, Endonezya, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri gibi ülkelerde yaşayan Rohingyalıların ne tür haklara sahip oldukları veya olmadıkları aciliyetle üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.

Rohingya sorununu çözüm neyi gerektiriyor? Bu soru herkesin dile getirdiği ve alanıyla ilgili yaklaşımlar çerçevesinde cevap vermeye çalıştığı bir soruydu. Ancak genel kanaat, özellikle Rohingyalıları hedef alan ve cunta rejimince hayata geçirilen, uluslararası standartlar gözetildiğinde ‘insanlık suçu’ kapsamına girecek önemli eksiklikleri içinde barındıran 1982 Vatandaşlık Yasası’nın yeniden gözden geçirilmesi ve Rohingyalılara, diğer etnik azınlıklara verilen hakların aynısının verilmesi yönündedir. Bu bağlamda, vatandaşlık hakkının Rohingya sorununun halli meselesinde kritik bir rol oynadığına kuşku yok. Ancak sorun bununla bitmiyor, haddi zatında sorunların üstesinden gelinebilmesi için kapı aralanmış olunacağı düşüncesi yaygın. Ortaya konan belgeler ışığında bakıldığında Myanmar hükümetinin ve Burma toplumunun Rohingyalıları dışlayan, yoksayan yaklaşımlarının ne tarihi ne de modern dönem ilişkileri bağlamında bakıldığında hiçbir dayanak noktası yok.

Bununla birlikte, katılımcılar arasında Burmalı Budist bir akademisyen olmakla birlikte Rohingya Müslümanlarını bugüne kadar savunmuş, 88 kuşağına mensup Dr. Maung Zarni farklı bir yaklaşımla Rohingya sorununun çözümünde cunta rejimini teşkil eden askeri elitin düşünce yapısının anlaşılması gerektiği üzerinde durdu. Asker kökenli bir aileden gelen ve bu anlamda Myanmar yönetiminin kavramsal dünyasını algılayabilen Zarni’nin bu görüşü üzerinde durulmaya değer. Bu bağlamda, Rohingya sorununun ortaya çıkışına sebep Rohingyalılar değil, Rohingyayı önce maddi olarak ardından manevi olarak sömürgeleştirme projesini uygulama koymuş olan Burma milliyetçiliğidir. Sorunun temeli de budur görüşü ağırlık kazanıyor. Pratikte yapılan ise, Arakan Eyaleti’nde yaşayan Budist Rakinlerin (Magh) ihtiyaç duyulduğu zamanlarda devlet güçlerince kullanılmasıdır. Oysa geçen ikiyüzyıllık tarihi süreçte güçlü etnik milliyetçi anlayışın hakim olduğu Budist Rakinlerin merkezi güçle sınırlı ilişkisine rağmen, son dönemde de tanık olunduğu üzere sömürge döneminden kalma ‘böl-yönet’ politikasının aracı olmaktan kurtulamıyorlar. Konferans sonunda Rohingya sorununa çözüm olacak 28 maddelik öneri paketi yayınlandı. Şimdi sıra, bu çözüm paketinin önümüzdeki dönemde ilgili ülke hükümetleri, sivil toplum kuruluşları ve uluslararası kurumlarca dikkate alınarak fiilayata geçirilmesi konusunda bir iradenin teşkil edilmesinde.

http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haber&ArticleID=227094&q=mehmet+%C3%B6zay

18 Eylül 2012 Salı

Seksenlik Dev Adam: Ali Pasha Talsya


Mehmet Özay                                                                                                                    17 Eylül 2012

Toplumların kaderlerine tanıklık eden kimi isimler vardır. Ancak zaman içerisinde değerleri unutulur, bir köşeye atılırlar. Onlar köşelerinde mağdur değillerdir aslında. Kimse fark etmese de, içinde yeşerdikleri toplumu gözlemlemeye, anlamlandırmaya devam ederler. Talsya Bey, işte böyle isimlerden biri. Tam adı, Teuku Ali Basyah Talsya. Modern dönem Açe tarihinin pek çok önemli siyasi, toplumsal değişimlerine tanık olmuş ve bu anlamda çoktan seksenini geçmiş olsa da, dinç ve diri olarak yaşamını devam ettiriyor.

Açe’deki ilk günlerimden bugüne sarkan önemli isimlerden biridir Talsya Bey benim için. Halen hayatta, halen ziyaretlerine devam ettiğim isimlerden biridir. 2005 yılındaki ilk günlerde kimin tavsiyesiyle evinin yolunu tuttuğumuz hatırlayamıyorum. Yaşını, yaşadığı dönemi, tanıklıklarını dikkate aldığımda Tgk. Davud Beureuh, Prof. Dr. Ali Haşimi gibi isimlere yakın olduğunu düşündüğüm entellektüellerden biri olmalıydı. Örneğin, o dönem Açe Eyalet Parlamentosu’nda milletvekili olan Ali Haşimi’nin öğrencisi ve dostu kıymetli Amir Hamza olmalı büyük bir ihtimalle. Talsya Bey’in evin öylesine şehrin içerisinde, öylesine o günlerde sürekli geçip gittiğim yol üzerindeydi ki, ‘geç’ keşfettiğime yanıyordum. Caddenin iki yanını saran ağaçların varlığıyla günün her vakti gölge yağmuruna duran Tgk. Imam Leung Bata’daydı evi ve halen ayın evde yaşıyor. 

Caddenin hemen yanı başında büyükçe bir bahçenin ortasında klasik Açe Evi bu gösterişsiz kendi halinde ancak bana göre yaşayan bir hazine olan Talsya Bey’le somutlaşmış gibidir sanki. Sessizliğe gömüldüğünün ifade olarak bu genişçe evde yaşam süren bir efsanedir. İlk ziyaret ve sonrasındakilerde hep aynı manzaradır karşıma çıkıveren. Evin caddeye bakan yüzünde, yedi sekiz basamaklı merdivenle hemen evin salonuna girilir. Aslında bu yönüyle diğer Açe evlerinden ayrılıyor. Öyle ki, her daim misafirleri bekleyen ve kucaklayan bir arenadır bu salon. Talsya Bey, bahçe kapısından girildikte çoğu zaman pencerenin kenarına iliştirilmiş koltukta camdan dışarı bakan veya kapı her daim açık olduğundan üç beş basamak merdiveni çıkıp “Esselamu Aleyküm” dediğinizde köşesinde halen bu yaşında ya günlük gazeteyi veya nadide kitaplığından bir esere gömülmüş bir görüntü ile karşılar. Bu selamla dirilen Talsya Bey, çehresini kaplayan geniş gülümsemesiyle “Aleyküm Selam” der ve ekler “Buyrun buyrun...”. Böylece karşımıza uzun boylu, güleç yüzlü, bedensel hareketleri ağırlaşmış olsa da düşünce ve ruh dünyasının aktifliğine diyecek olmayan bir bey karşılar.

Aslında Talsya Bey’in ‘Buyrun demesi’ sadece evin somut mekânına giriş değil, onun sohbeti ile Açe’nin 40’lı yıllardan bugüne karmaşık tarihine giriş anlamı da taşır. Öyle ki, bu tarihe girişin somut göstergelerinden biri, genişçe salonun dört bir duvarında asılı fotoğraf kareleridir. Talsya Bey’in askerlik fotoğrafı, Ali Haşimi ile birlikte Cakarta’da önemli bir devlet törenine katılımı vb.

Kısaca Talsya Bey’in ailesine göz atalım. Belki kim olduğunu çıkarsamak mümkün olur böylece. Babası ve büyükbabası Hollandalılara karşı verilen o görkemli savaşta yer almış kahraman insanlardandı. İki kız kardeşi var. Çocuklarına gelince sayı artıyor elbette. Üç kızı, dört erkek çocuk sahibi, ayrıca yirmi de torunu var bu dev adamın. Talsya Bey, emekli bir memur; daha önemlisi gazeteci ve bir entellektüel. 1940’lı yıllardan bu yana Açe’de olan bitene bizzat yakından tanık olmuş ve bunu gazeteciliği döneminde çalıştığı Sınar Darussalam, Merdaka, Pahlawan, Soeloeh gibi gazete ve dergilerde muhabirliği ile ortaya koymuş, akabinde kaleme aldığı eserlerle son dönem Açe tarihinde yer almış bir isim. Bu bağlamda ikinci Dünya Savaşı ve Japon İşgali, Endonezya Bağımsızlığı ve Açe vb. konulardaki eserlerini birlikte kaleme aldığı isimler arasında Ali Haşimi’nin adının yer alması, onun Açe entellektüel yaşamı içerisindeki yeri konusunda önemli bir fikir veriyor. Bu eserlerine dair bir iki örnek vermek gerekirse ilk aklıma gelenler şunlar: Ali Hasjmy, T. A. Talsya, Aceh dan Pahang, Prakarsa Abadi Press, Medan, 1989; T. A. Talsya, Batu Karang ditengah Lautan (Perjuangan Kemerdekaan Di Aceh) 1945-1946; T. A. Talsya, 10 Tahun Daerah Istimewa Aceh; T. A. Talsya, Sejarah Dokumen-Dokumen Pemberontakan di Atjeh, Jakarta, Kesuma  vb.


Konu Talsya Bey’le Türk-Açe ilişkilerini konuşmaya geldiğinde önemli bir ayrıntıya kapı araladığını hatırlıyorum. Türk’ün Açe’deki toplumsal unsur olarak neliği üzerine sorum karşısında gözlerini dikip çok uzun geçmişlerden bahsetmesini heyecanla takip etmiştim. Talsya Bey, gelip Açe’ye yerleştikleri düşünülen bir grup Türke mekân olan köylerden biri, yani Emperoum’la ilgili ilginç şeyler aktarıyordu. Emperoum iki kelimeden müteşekkildir. Bu bağlamda, ‘Rum’u artık biliyorduk. Empe/empu kelimesini ise daha önce Açe Müze Müdürü Nurdin Bey’le bulmaya çalışmış, bir şeyler mırıldanmış, ancak o da emin olamamıştı söylediklerinden. İşte o sohbette Talsya Bey düğümü çözüyordu. Yaşlılara karşı kullanılan bir saygı ifadesiydi Empe. Türklere karşı beslenen hürmeti ifade etmek için kullanılmış, ‘Rum’ kelimesi ile bir araya getirilmiş ve bir köye isim olmuştu. Kelimenin anlamı üzerine biraz daha yoğunlaştığımızda, Cava dilinde iki anlama geliyordu. Birincisi, efendi; ikincisi de bıçak, kama. Özellikle bu ikincisi, Açe geleneğinde ifade edersek ‘Rencong’ yapmada uzman kişi anlamına geliyordu. Emperoum’un, malum Bitay’a komşu olduğunu ve Bitay’da 1900’lü yılların başlarından kalma ‘rencong yapan’ ustalar fotoğrafını hatırladığımda kelime, anlam ve bağlam birbiri ile bütünleşiyordu.

16. yüzyıldaki gelişmeleri aktarmıştı Talsya Bey daha sonra. Ancak iş yirminci yüzyıl başlarına gelince yani, ilk çocukluk yıllarına bir kez daha beni büyük bir şaşkınlığa sevk edecek şeylerden bahsetmeye başladı. 1930’lu yıllardı. Türkiye’de İstiklal mücadelesi verilmiş ve Batılı sömürgecilere karşı savaş kazanılmıştı. Ardından Cumhuriyet kurulmuştu... İşte bu gelişme bir şekilde yankısı Güneydoğu Asya’da da bulmuştu. Türkler Müslümandı ve Müslümanların dünyanın her neresinde olursa olsun ‘küffara’ karşı mücadelesi ve zaferi her zaman için takdire şayan bir olay olarak karşılanırdı. Müslüman Türklerin bu zaferi ve başarısı onlar için de bir gurur kaynağı olmuştu. Talsya Bey’in ilk çocukluk yıllarından hafızasına nakş olan anı ise, bu sevincin Açe’de evlerde Kemal Atatürk’ün portresinin asılmasıyla imgeleşmesiydi. O dönemde, sürekli çevresindeki büyüklerinden Türklerin bu başarısını işiten Talsya Bey büyüyüp okula gidip, entelektüel yaşama girip kitaplarla haşır neşir olunca işi daha net kavradığını söylemişti.
           
Türk köyü olarak bilinen Bitai’yla ilgili olarak da burada önemli bir zaviyenin olduğunu ve Açe’deki dini hayatın atardamarlarından biri olduğunu ifade etmiş ve eklemişti Talsya Bey: Endonezya’nın 17 Ağustos 1945 yılında bağımsızlığını ilân etmesinden önce, Açe Eyaleti’nde pesantren olmadığını, bunun Cava geleneğine ait olduğunu, Açe de ise zaviye geleneği hakimdi. Talsya Bey’in bu ifadesini biraz daha genişleterek söylemek gerekirse mesele şudur: Bugün Açe’de geleneksel dini okullara verilen pesantren adının Cava’da kullanılan bir ad olduğunu, Açe’de ise tarihsel olarak Dayah adının kullanıldığı, bu çerçevede dayah eğitim kurumlarının tek düze değil, dört aşamalı bir yapı teşkil eder.  

Talsya, oturduğu koltuğun arkasındaki kütüphaneden birkaç kitap getirip sehpa’nın üzerine koymuştu. Bu kitaplardan birinin kapağını açtığımda karşımda Türk bayrağı ve altında Açe milli marşı bulunan bir sayfa çıktı. Daha önce Ali Haşimi Kütüphanesi’ndeki bazı tarih kitaplarında gördüğüm bu Türk bayrağı, Talsya Bey’in kitabında renkliydi: yani Kırmızı-Beyaz. Bu sayfanın dört beş kare fotoğrafını çekmekten kendimi alamadım. Sayın Talsya Bey, o günün anısı hediye etme nezaketinde de bulunmuştu. Kendisine çok müteşekkir kalmıştım.

Talsya Bey’in Türklerle ilgili küçük bir de anısı var. Parantez içinde, bu tür anıları olanların hararetle anlattıkları türden. İlk görüşmemiz sırasında aktarmıştı bunu. Hayatı boyunca hiç Türk arkadaşı olmadığını ancak Türklere, hacca gittiği Mekke’de 1990 yılında rastladığını söylemişti. Eşiyle birlikte Mina’da tünelde bulundukları sırada, o bildiğimiz kazalardan biri başlarına gelmiş. Tünelde sıkışma hadisesi… Bu sırada bir Türk iri cüssesi ile Talsya’yı ve eşinin kalabalık arasından çekip çıkmalarına bir başka deyişle, belki de kurtulmalarına vesile olmuş.

Geçenlerde bir kez daha ziyaret ettiğim Talsya Bey’le iki saate varan ve Hollanda Savaşı’nda kütüphanesindeki nadide eserlere kadar değişik konuları içeren sohbet yapma imkânı buldum. Halen okumayı ve yazmayı sürdüren Talsya Bey bugünlerde biyografisini kaleme aldığı bir eser üzerinde çalışıyor.

Konferensi Terhadap Isu Rohingya dan Peran Negara-negara ASEAN


Mehmet Ozay                                                                                                                        18.09.2012

Persoalan Rohingya masih hangat dibincangkan secara global. Hari ini, tepatnya pada tanggal 17 September 2012, sebuah konferensi internasional telah diselenggarakan oleh  “Perdana Global Peace Foundation” (PGPF), sebuah organisasi yang menyuarakan hak-hak sipil berbasis di Malaysia. Acara tersebut merupaka acara yang signifikan karena isu Rohingya didiskusikan oleh pihak internasional. Antara pemimpin-pemimpin organisasi Rohingya, Nurul Islam, Muhammad Yunus, Waqaruddin, Abdul Hamid bin Musa merupakan salah satu kalangan yang hadir. Mereka diiringi oleh beberapa kademisi, perwakilan NGO dari Inggris, Bangladesh, Thailand, Indonesia, Filipina, dan tentu saja Malaysia, dan Perwakilan “Human Right Watch” (HRW) and “Amnesti Internasional” (AI). Semua partisipan ini berkontribusi berdasarkan  kapasitasnya masing masing. Disamping itu, ada ratusan hadirin yang juga berkontribusi melalui pertanyaan-pertanyaan dan secara aktif mengikuti acara tersebut hingga pukul enam sore.  Konferens ini diadakan di Islamic Art Center, berdekatan dengan Mesjid Negara.  

Ini merupakan acara signifikan dikarenakan  Malaysia sebagai anggota Negara-negara ASEAN yang memiliki investasi langsung di Myanmar.  Dengan inisiatif seperti ini, Malaysia memiliki pengaruh terhadap pemerintah Myanmar untuk merubah ketentuan terhadap Muslim Rohingya. Tentu saja sebagai pendiri Institusi, Dr. Mahathir Muhammad, dapat memainkan peran  kepemimpinan dalam inisiatif Malaysia dan ASEAN. Merupakan hal yang sangat berarti jika ASEAN dapat berinisiatif untuk memecahkan isu Rohingya karena permasalahan ini telah mendampaki keseluruhan wilayah dalam beberapa atau lebih banyak aspek. Ini juga merupakan hal yang sangat masuk akal dan berlogika jika pelaku-pelaku politik kewilayahan dapat terlibat dalam konflik resolusi. Poin penting lainnya dari acara yang diselenggrakan di kuala Lumpur ini adalah, Malaysia memiliki kesamaan dengan Myanmar terkait dengan proses kolonialisasi. Bahkan persamaannya dapat ditemukan dalam Perang Dunia ke-2, proses kemerdekaan dan hubungan inter-ethnik di masing masing Negara. Sebagai seorang pembicara kunci, Dr. Mahathri Muhammad menekankan pada cerita cerita kesuksesan Malaysia terkait dengan hubungan etnik walaupun ada banyak kesulitan.  Meskipun begitu, Myanmar telah gagal untuk merealisasikan hubungan etnik yang harmonis dalam masa separuh abad.

Bagaimana menemukan solusi untuk isu Rohingya adalah masih dalam proses mengingat  Isu Rohingya baru menarik perhatian media internasional sejak bulan Juni yang lalu. Sejak saat itu, Pada satu sisi, meskipun ada beberapa demosntrasi dan kampanye relief di Negara-negara muslim, dan  penyelenggraan konferensi internasional oleh berbagai Negara disisi lain, penanganan terhadap isu Rohingya akan menjadi sesuatu yang terlalu optimistik  Meskipun begitu, kita tidak bisa mengatakan bahwa aktifitas aktifitas yang sudah dijalankan tidak memberi harapan bagi kita. Salah satu kesulitan dalam menemukan pemecahan terhadap isu Rohingya adalah perkembangan inisiatif yang telah tersebut diatas dan kunjungan-kunjungan yang dilakukan kepada Pemerintah Myanmar seperti Jusuf Kalla, Prof. Dr. Ahmet Davutoglu, dilaksanakan secara terpisah dan tunggal. Semua inisiatif ini seharusnya lebih sinkron atau terkoordinasi antara satu dengan yang lain. Alasannya, Regim militer Myanmar sangat professional dengan apa yang mereka lakukan oleh karena itu, inisiatif inisiatif tunggal tersebut tidak bisa mengikuti metode politik regim. 

Meskipun dalam beberapa tahun terakhir, Myanmar telah memulai proses reformasi demokrasi, para parlemen tidak distrukturkan berdasarkan demokrasi barat dan Perdana Menteri Thein Sein adalah perdana menteri yang ditunjuk oleh regim tentara dan keputusan ini tidak datang dari kalangan thein sein sendiri melainkan dari balik layar yang dilakukan oleh militer. Semua ini adalah faktor-faktor yang menyebabkan keengganan dan perhatian dalam komunitas internasional. Ketika isu Rohingya dikonsumsikan oleh media internasional, setiap waktu ketika suara-suara media tersebut memudar, muslim Rohingya akan mengalami lagi penindasan dalam tangan polisi dan militer Myanmar. Kewajiban kebanyakan partisipan yang datang dari Negara-negara ASEAN adalah mencendrungkan semangat ASEAN sebagai cara memecahkan persolan Rohingya. Beberapa partisipan menyebutkan isu ini dengan kritis. Dapat dipahami mengapa kecendrungan tersebut muncul karena Negara-negara ASEAN telah mengalami proses serupa dalam konteks kewilayahannya masing-masing.  Alasan mengedepankan semangat ASEAN yang lain sebagaimana dipantau dalam proses acaranya, adalah menimbang hasil sepak terjang yang telah dilakukan oleh beberapa organisasi Islam internasional yang tampil dengan ketidak-stabilan dan cara mereka menghadle isu Rohingya menyebabkan ketidak-lestarian solusi dalam menghadapi pemerintah Myanmar. Beberapa pemateri yang lain juga menonjolkan kondisi kehidupan dan hak hak pengungsi Rohingya dalam beberapa Negara-negara muslim disamping pendekatan pemerintahan Myanmar terhadap isu Rohingya. Pengungsi tersebut meskipun berada dalam Negara-negara muslim, mereka bekerja dengan gaji sedikit dan tidak memiliki akses pendidikan. 

Poin umum yang diteriakkan oleh seluruh pemateri terkait kapasitas masing-masing adalah bagaimana memecahkan isu Rohingya. Secara pendekatan umum, ada argumentasi untuk merivisi  hukum kewarganegaraan tahun 1982 yang dibuat oleh regime militer yang memiliki ayat-ayat berdasarkan standar internasional dan perlakuan mereka terhadap Rohingya diterima sebagai pelaggaran hak azasi manusia. Apa yang dimaksud dengan merubah hukum kewarganegaraan ini adalah dengan memberikan hak yang sama kepada orang Rohinya sebagaimana yang mereka berikan kepada etnik lain berdasarkan tata nilai masyarakat modern. Tidak dapat diragui bahwa hak kewarganegaraan memiliki peran kritis terhadap isu Rohingya. Meskipun begitu, akan menjadi tidak terarah jika kita berpikir saat hak tersebut terpenuhi semua permasalahan Rohingya akan selesai. Sebagai penggatinya, perwujudan hak hak kewarganegaraan tersebut akan membuka pintu bagi langkah langkah konkrit dan permanen penyelesaian terhadap kesulitan kesulitan mereka yang lain. 

Pada dasarnya, semua dokumen  dan argumentasi yang diberikan oleh para pemateri membuktikan bahwa pemerintahan Myanmar dan Masyarakat Buddha Burma tidak memiliki argument signifikan untuk mendiskriminasikan masyarakat Rohinga baik dalam tema sejarah maupun era modern.  Pada masa ini saya ingin menyebutkan ada seorang akademisi Burma yang mendukung Rohingya Musllim sejak lama. Namanya Dr. Maung Zarni yang juga berasal dari generasi 1988, generasi reformasi sosial dan demonstrasi. Dia berpendapat bahwa untuk menyelesikan persoalan Rohingya, setiap pihak harus mengerti mind-set atau cara berpikir elit militer Myanmar.  Dia juga menambahkan alasan persoalan Rohingya adalah bukan masyarakat Rohingya sendiri tetapi ideologi ultra Burma nasionalisme yang menjajah wilayah Rohingya secara materi dan non-materi.  Pada prakteknya, Regim militer telah memnfungsikan Orang-orang Budha Rakhine yang tinggal di wilayah Rohingya kapanpun mereka butuhkan. Ini semacam strategi devide and rule yang dipraktekkan oleh imperialist pada masa lampau.

Pada akhir konferensi, telah disetujui sebanyak 28 butir solusi yang harus dilakukan untuk Muslim Rohingya. Ini saatnya untuk mematerialisasikan setiap butir resolusi satu persatu malalui kontribusi Negara Negara terkait, NGOs dan institusi-instusi internasional.   

17 Eylül 2012 Pazartesi

Myanmar Çelişkisi


Mehmet Özay                                                                                                                    13 Eylül 2012
Suu Kyi bugünlerde Amerika'da... İkinci uluslararası gezisini gerçekleştiren Suu Kyi, Avrupa Kıtası'nda özellikle de demokrasinin beşiği olarak bilinen İngiltere'de gördüğü yoğun ilginin bir benzerine Amerika'da tanık olunuyor. Bu ilginin somut göstergeleri Suu Kyi'nin Amerika'nın meşruiyetini ve gücünü sembolize eden kurumlarınca kabulünde yatıyor. Beyaz Saray'da akşam yemeğine davet, New York'da Borsa'nın açılışını yapması, 'ABD Barış Enstitüsü', 'Asya Birliği' ve 'Ulusal Demokrasi Vakfı" gibi düşünce kuruluşlarında konuşma yaparak ödüllere boğulması bunların göstergesi. Üstüne üstlük, belki de bu gezinin en önemli ayağı kabul edilebilecek Kongre ziyareti gerçekleşecek. Bu çerçevede, birkaç gün sonra kendisine, ABD'nin en önemli liyâkat ödülü kabul edilen Amerikan Kongresi Altın Madalyası takdim edilecek.
Bu ödülün verilme sebebi, Myanmar'da insan hakları, özgürlük, barış, demokrasi vb. kavramları için eylemlerine dayanıyor. Tarih elbette bunları yazacak. Ancak yazacağı başka şeyler de olacak... "Niçin şimdi Amerika?" sorusuna cevap geçen hafta ABD yönetiminin Myanmar'a yönelik ekonomik yaptırımlarını resmen kaldırmasında yatıyor. Bu ziyaret vesilesiyle, ortada, Rohingya krizini takip edenlerin pek de yabancı olmadığı bir çelişkinin varlığı aşikâr. Bu aşikârlık, sadece Kyi'nin şahsında değil, onu araçsallaştırarak Myanmar'ı dönüştürme projesine –ki bu proje, ülkeyi kapitalizm rotasına ayarlama girişimidir- ön-ayak olanları da bağlayıcı kılıyor. Bu araçsallaştırmada rol oynayan tarafları tanımak ve analiz etmek gerekiyor. Myanmar'ın henüz eline bulaşan kan kurumamış cunta rejiminin uzantısı ve eski general Thein Sein'in yönetimindeki yarı-sivil siyasi erk, bu ülkenin ekonomik varlıkları üzerine üşüşme yarışındaki uluslararası şirketler ve bunların siyasi alandaki temsilcileri vb. aslında karşılıklı çıkar ilişkileri noktasında birlikte hareket eden aktörler konumundadırlar. Elbette bu aktörlerin biri diğerine yön verme uğraşındayken, Amerika için giderek başağrısı haline gelen Çin'in ve de Putin'li Rusya'nın dış müdahalelere açık Myanmar üzerindeki hesapları gözardı edilemez.
Arakan Eyaleti'nde etnik unsurlar arasında baş gösteren ve geniş kitleleri etkileyen sosyal çatışmaların son evresi olarak değerlendirilebilecek Haziran'daki gelişmeler sırasında Kyi küresel medyanın odağına yerleşeceği Avrupa ziyaretine çıkmıştı. Yirmi yıl önce kendisine verilen Barış Ödülü'nü almak üzere gittiği İngiltere'de Arakan'da yaşanan ve Rohingyalı Müslümanları hedef alan saldırılardan öte, Rohingyalıların Myanmar devletince yasal etnik unsur olarak kabul edilmemesi konusundaki sorular karşısında sessizliğe boğulmuştu. Kyi'nin belki de pek çok kişi tarafından beklenmeyen bu ketumluğunun oldukça ironik bir duruma yol açtığına kuşku yok. Yaşadığı topraklardaki bir etnik unsura karşı siyasal sistemi temsil makamındaki en üst katmandan başlayarak toplumun derinliklerine kadar nüfuz eden devasa bir ayrımcılık dalgası karşısında sessiz kitlelerin sözcülüğüne girişmiş bir toplum liderinden beklenmeyecek bir davranış onunkisi. Kyi'nin bu sessizliği ülkenin siyasi erkinin Rohingya sorununa karşı yaklaşımını benimsediği izlemini veriyor. Bu yaklaşımı aynı zamanda, 1988 kuşağının önde gelen isimlerinin konuyla ilgili verdikleri mülakatlarda Rohingya diye bir etnik unsurun Myanmar'ın parçası olmadığı yolunda açıkça ortaya koydukları söylemlerde bulmak mümkün.
Bu davranışın niçin beklenmedik olduğunu ortaya koymak için yakın geçmişte Myanmar'da sürdürülen özgürlük mücadelesine atıfta bulunmak gerekir. 1988 Temmuz-Ağustos-Eylül aylarında ülkeyi sarsan ve bugün şayet ortada 'demokratikleşme' denilen bir süreç varsa bunun tohumunu eken toplumsal ayaklanmalarda Rohingyalı Müslümanların Kyi'ye ve de gösterilere verdiği destek biliniyor. Aynı destek, 2007 yılındaki 'Kadife Devrim' girişimi sırasında da vuku bulmuştu. Kyi'yi bu sessizliğe sevkinde 88 Kuşağı olarak bilinen, çoğunluğunu Ulusal Demokrasi Cephesi (NLD) mensubunun oluşturduğu kitlenin de Rohingya meselesine duyarsızlığının ötesinde, aktif bir şekilde siyasi otoritenin kayıtsız, dışlayıcı ve ayrımcı politikalarına destek mahiyeti taşıdığı dikkat çekiyor. Rohignyalı Müslümanlar, dün ülkenin insan hakları ve etnik özgürlükler mücadelesinde sessiz kahramanlar sınıflamasında yer alarak tüm bu süreçlerde üstlerine düşen vazifeyi yerine getirirken, anavatanlarından kapı dışarı edilme noktasına getirildikleri bugün ise dünyanın saygın insan hakları mücadalesi lideri sıfatı verilmeye devam edilen Kyi'nin sessizliği ile karşı karşıyalar.
Bu noktada dikkat çekilmesi gereken bir diğer sorun şu. Bir yandan kendisine sözde çeki düzen verme konusunda büyük bir özenle başta Birleşmiş Milletler olmak üzere Batılı kurumların felsefi ve kurumsal yapılanmasını kendine devşirme yarışına katılan kurumların ve liderlerinin de nasıl bir çelişki ile karşı karşıya olduklarını da görüyoruz. Kendilerini ve kurumlarını her nedense Batı nezdinde "temize çıkarma", "meşrulaştırma" uğraşı içerisindeyken, birdenbire Rohingya meselesi ile nasıl bir açmazla karşı karşıya kaldıklarını görebiliyorlar mı acaba?

13 Eylül 2012 Perşembe

Clinton’un Endonezya Ziyaretine Dair


Mehmet Özay                                                                                                                     6 Eylül 2011

Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton’un hafta başında Endonezya’ya yaptığı bir günlük ziyareti son dönemde ABD’li yetkililerin bölgeye yönelik üst düzey ziyaretlerinin devamı mahiyetinde okunmalı. Bu ziyaretin içeriğine değinmeden önce, ABD-Endonezya ilişkilerinin doğası hakkında birkaç cümle sarfedelim ve bu bağlamda kimi değişkenlere dikkat çekelim.

Örneğin, 2001’den sonra bölge üzerinde sözde “fundamentalist örgütler” bağlamında Endonezya’ya yönelik “yaptırımlar” ve “baskılar” şeklinde yürütülen politikalar, bugün yerini Çin ile artmakta olan eko-siyasal gelişmeler kadar, Güney Çin Denizi’ndeki adalar bağlamında giderek gündemde daha çok yer alan “hak iddiaları” ve bu minvalde Çin’e karşı blok oluşturma girişimlerine bırakmış görünüyor. İki ülke dışişleri politikalarını şekillendiren bu değişimin önem taşıdığını vurgulamalıyım. İlki doğrudan Endonezya ile sınırlı ve bu ülkede var olan terörle ilintilendirilen yapılanmaları kontrole yönelik tek yönlü bir evreden, bugün uluslararası gelişmeler çerçevesinde Endonezya’ya “partnerlik” rolünün verildiği çift-yönelimli bir ilişkiye evrilmiştir. Yeri gelmişken, Clinton’un bu ziyaretinin salt Endonezya ile sınırlı olmadığı aşikâr. Özellikle, Rusya’nın Vladivostok şehrinde yapılacak Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) toplantısı öncesine rastlayan ziyaret silsilesinde ilk ülkenin Endonezya olarak belirlenmesi önemli. Söz konusu ziyaretler silsilesinde her bir “durakta” hasıl olacak gelişmelerin veya kazanımların APEC zirvesinde gündemde yer edeceği kesin.

Elbette bu yönelim ve değişimde belirleyici unsurlar bağlamında Endonezya siyasetinin geçirdiği “iç evrim” kadar, ABD’nin özellikle Doğu ve Güneydoğu Asya’daki gelişmelere binaen Çin karşısında güçlü ittifaklar kurma çabası ağırlık kazanıyor. Endonezya’nın bu evrimi eski bir general yani, Susilo Bambang Yudhoyono marifetiyle diktatörlükten-demokrasiye uzanırken, ABD’nin daha İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren giderek dozunu artırarak Güneydoğu Asya’ya tutunma arzusu jeo-politik güç dengesi ve enerji kaynaklarına erişimle ilintili.

Pazartesi günkü ziyarete gelirsek... Bu ve benzeri ziyaretlerin yoğunluğu, ABD’nin bölgede varlığını giderek daha çok hissettirmesiyle paralellik arz ediyor. Elbette konu Endonezya olunca diğer bir dizi soruna da değinilmeli. Örneğin, Papua’da yaşanan gerilim, bir süredir düşük yoğunluklu da olsa varlığını hissettiren Ahmediyye ve Şia grupları ile kimi kiliselere yönelik ve “dini gruplar arasında çatışma havası” verildiği gözlemlenen gelişmeler başı çekiyor. Batılı özellikle de ABD’li üst düzey siyasetçilerin bu türden ziyaretleri öncesinde insan hakları dernekleri gibi sivil toplum kuruluşlarının yayınladığı raporlar ve politikacılara yaptığı çağrıları ABD yönetimince dikkate alındığı biliniyor. Bu sefer de aynısı oldu. Clinton, daha Cakarta’ya ayak basmadan Batılı sivil toplum kuruluşları Endonezya’da yaşanan yukarıda değindiğimiz gelişmelerden kimilerini gündeme getirmek suretiyle Yudhoyono ve hükümet nezdinde girişimler yapılması konusunda baskı aracı rolünü üstlendiler. Buna hakları var elbette... Clinton da üstüne düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirerek, Endonezyalı muadiline uygun bir dille söz konusu bu gelişmelerden duyulan kaygısını dile getirdi.

Öte yandan, özellikle Endonezya gibi ülkelerde baş gösteren mezhep, etnik vb. çatışmaların salt ilgili gruplar tarafından gerçekleştirilmediği, “fitilin” başkalarınca ateşlendiğini artık herkes biliyor olmalı... Bu konuda yapılan kimi akademik çalışmalarda, ülkede bir dizi siyasi ve ekonomik yolsuzlukları ört bas etme ve kamuoyunda ilgili dağıtma konusunda kimi kurumlarca kamüfle aracı olarak kullanıldığını görmek mümkün. Burada Papua konusunu ayrı ele almakta fayda var. Çünkü Papua’da yaşananlar insan hakları ihlallerinden öte anlam taşıyor... Papua ki, dünyanın en önemli yer altı zenginliklerine ve üretimin özelikle de Amerikalı şirketlerin kontrolünde yapıldığı bir bölge. Burada yaşananları salt Papualıların bağımsızlık veya otonom arzusu ile değil, doğal kaynaklardan elde edilen gelirden pay sahibi olan Endonezya polisi ve ordusu ile Amerikalı şirketlerin rolünü de unutmamak gerekir. Ancak enteresandır, ABD’li yetkililer veya insan hakları örgütleri yaşananları bu bağlamda ele almayı pek de tercih etmiyorlar. Herhalde, kaynaklar üzerinde devam eden taraflar arasında ‘soğuk savaş’ın neden olduğu yolsuzluklar zincirini takip etmek kolay olmasa gerek... 

Kaldı ki, Açe’de Barış Anlaşması’na rağmen, bu ve benzeri insan hakları ihlâllerini araştırma komisyonu ve mahkemeleri kurulmamışken, Papua gibi pek de destekçisi olmayan bir Eyalet’te olup bitenler karşısında Endonezya hükümetinden siyasi kararlılıkla meselenin üzerine gidip, yasaların gerektirdiğini yapmasını beklemek biraz saflık olur. Tabii Clinton’un üzerine düşen vazifeyi yerine getirerek, Papua da yaşanan insan hakları ihlalleriyle ilgili soruya, Endonezya makamlarının “şeffaf” yaklaşım sergilemeleri yönündeki beklentisini dile getirdi. Ancak Endonezya makamlarınca bunun herhangi bir yaptırım olarak algılanacağını düşünmüyoruz.

Peki Clinton, Endonezya Dış İşleri Bakanı Marty Natalegawa ile ne konuştu? Gündemin en önemli maddesi hiç kuşku yok ki, Güney Çin Denizi’deki adalar krizi. Bunun en önemli göstergesi Endonezya ziyaretinin akabinde soluğu Beijing’de alması oldu. Sürekli dile getirdiğimiz üzere Güney Çin Denizi’ndeki kriz, ASEAN’ı doğrudan etkileme gücüne sahip. Bu gücün pratikteki karşılığı da geçen Temmuz ayında Kamboçya’nın başkenti Phnom Penh’de yapılan ASEAN Dış İşleri Bakanları toplantısında ortaya çıkmıştı. Birliğin yarım yüzyıllık tarihinde ilk defa böylesine önemli bir toplantı sonunda sonuç bildirgesinin kaleme alınamamış olması, sadece birlik içerisinde değil, ABD’nin de içinde yer aldığı uluslararası çevrelerde de büyük bir şaşkınlığa yol açmıştı. Bunun temel nedeninin Çin ile Laos arasındaki yakın işbirliği olarak değerlendirilmesi, aslında ASEAN içindeki “birlik” söyleminin kırılganlığını da ortaya koymaya yetiyor. Bu bahsettiğimiz şaşkınlık bugün yerini endişeye bırakmış olmalı kı, Clinton yüksek sesle ABD’nin gelişmelere doğrudan taraf olmadığını söylese de, Endonezya ziyareti özelinde ortaya çıktığı üzere tarafsız kalamayacağını deklare etmiştir.

İşte bu nedenledir ki, Clinton’un Cakarta ziyaretinin ana konusu ASEAN’da ağabeylik rolü oynayan veya bu role soyunan Endonezya özelinde birliğin ayakları üzerinde güçlü bir şekilde durmasına yönelik destekti. Ve bu destek de geldi...  Özellikle Endonezya’nın malum adalar üzerinde hak iddia eden ülkeler arasında yer almaması, ABD’nin ‘kartlarını’ Endonezya üzerinde oynamasını kolaylaştırmışa benziyor. Endonezya yönetiminin de bu gelişmeden memnuniyet duymaması mümkün değil. Öteden beri, ABD ile ilişkileri önemseyen ve ülkenin iç dinamiklerinin imkân verdiği ölçüde “yandaşlık” kurma konusunda istekli davranan Endonezya’nın, ABD’nin Irak ve Afganistan sonrası Asya “çıkartmasında” bölge ülkelerine ne gibi rollerin biçileceğini okuyabiliyor olsa gerek. Bu noktada, söz konusu bu gelişmenin temellerinin 2010 yılında Endonezya-ABD Kapsamlı İşbirliği yapılanmasıyla atıldığını ve bu oluşumun yıllık forumlarla bölgesel ve küresel gelişmelere yönelik politikalar geliştirdiklerini hatırlatabiliriz.

ABD’nin Endonezya’dan bu talebi, ASEAN ülkelerini tek tek karşısına alma politikası güden Çin’e karşı bir hamle niteliği de taşıyor aynı zamanda.  Görece kendi içine kapalı bir yapı sergileyen ve genellikle ya ‘bağlantısız’ kalmayı yeğleyen veya iki kutuplu dünya ortasında “istikrarı” bir ‘sol’a bir ‘sağ’a yaslanmada bulan ASEAN’a üye ülkeler, ekonomik kalkınmaya odaklı politikalarla bugünlere geldiler. Ancak bugün gelinen noktada gelişmelerin de ortaya koyduğu üzere, ASEAN’nın da artık risk alma zamanı geldi. Bu risk yönetimi işinin de, sahip olduğu imkânlar dikkate alındığında, büyük ölçüde Endonezya’ya düştüğünü söyleyebiliriz. Kimi yazılarımızda dile getirdiğimiz üzere -şayet hayata geçirilme imkânı tanınacaksa- Çin-ABD Barışı’nın ASEAN’dan geçtiği yönündeki tezimizde durmaya devam ediyoruz.