26 Şubat 2025 Çarşamba

“Osmanlı-Malay Çalışmaları” Hakkında Kısa Bir Deneme (II) / A Short Essay on “Ottoman-Malay Studies” (II)

Mehmet Özay                                                                                                                            25.02.2025

Osmanlı-Malay Dünyası çalışmaları konusunda kaleme aldığım ve bir oturumda sunma imkȃnı bulduğum görüşlerimi bu ikinci yazıyla paylaşmaya devam ediyorum. Bu yazıların, en azından son on yıllık süreçte, Osmanlı-Malay Dünyası çalışmaları konusunda ortaya konulması beklenen süreçlere dair de, -şu veya bu şekilde-, bir fikir vereceğini düşünüyorum.

1980’ler ve Sonrası

Türkiye’de öncelikle, Malezya’nın akabinde “Malay Dünyası” kavramının gündeme gelişinin 1980’lerin sonu, 1990’lar boyunca bazı Türk öğretim üyelerinin Malezya’da, sekiz ülkenin işbirliğiyle 1983’de kurulan Uluslararası İslam Üniversitesi’nde (International Islamic University Malaysia-IIUM) ders vermelerinin başat bir rolü var. Bu süreç bile, kendi başına bir akademik çalışmaya konu olacak imkânlar sunmaktadır. Bu vesile ile söz konusu dönemde Malezya Federasyonu’nda bulunan akademisyenlerin halen hayatta olduğunu ve bu konuda en yakın sürede yüksek lisans ve doktora düzeyinde çalışmalara konu edilmesinin önemine dikkat çekmek isterim. Bu bağlamda, O dönem kimler geldiğine kısaca bir bakalım.

1990’lı yıllar, belki de Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulların bir sonucu olarak bazı akademisyenlerin Malezya’da faaliyet gösteren Uluslararası İslam Üniversitesi’ndeki çeşitli fakültelerde dersler vermeye başladılar oldu. Bu çerçevede, sayısı yirmiyi bulan öğretim üyesi, değişik yıllar boyunca bu üniversitede kendi alanlarında dersler verdi. Hocaların büyük bir bölümü, 1989 yılından itibaren, söz konusu üniversitede dersler vermeye başladı. Bu isimlere, -bir iki istisna hariç, değinmeyeceğim...

1990’lı yıllarda Kıbrıs Türklerinden iktisatçı kimliğiyle tanınan ‘Ozay Mehmet’, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlara hazırladığı raporlar ile öne çıktığı görülür. Bu çerçevede, iktisat alanındaki çalışmalar yapmış olan Ozay Mehmet’in üretken bir akademisyen olduğu kaleme aldığı özellikle, İngilizce eserlerle aralarında bazı siyasi figürlerin karşılaştırılmasının da yer alacak şekilde Malay-Türk bağlamlarına yönelik makale ve kitap çalışmaları bulunmaktadır. Güneydoğu Asya çalışmaları çerçevesinde, ilgili kesimlerce eserleri bilinen Ozay Mehmet’in çalışmalarının -kanımca- Türkiye’de arzu edilen karşılığı bulmamasının temel nedeni eserlerini İngilizce yazmış olduğunu düşünmekle birlikte, 1980’li ve 90’lı yıllarda yurt dışına gönderilen binlerce yüksek lisans ve doktora öğrencisinin İngilizce’ye hakimiyetlerini de burada hatırlatmakta ve Ozay Mehmet başta olmak üzere, Malay dünyası bağlamındaki eserlere eğinilmemesini başka nedenlere bağlanması gerektiğini söylemek isterim.

Yıllar sonra Açe’yle başlayan yazı çalışmalarım sürecinde, “Acaba, Açe’yle ilgili yazılmış anılar var mıdır diye?” soruma cevap ararken, bir arkadaşın yardımıyla merhum Teoman Durali Hoca’nın ‘Sorun Nedir?’ kitabına ulaşmıştım. Bu vesileyle onu da, bu mahallerde gerçekleştirdiği gezilerinde Batak’ından, Dayak’ına karşılaştığı ‘kelle avcılarına’ değindiği o güzel satırları vesilesiyle hatırlatmış olayım.

Bu sürecin doğal bir yansıması olarak kısmen de olsa, entellektüel etkileşimin gündeme taşındığına şahit olduk. 1990’lı yılların ortalarına doğru Türkiye’de, özellikle yerel yönetimlerde gündeme gelen değişimin bir vechesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kültür işlerince organize edilen entellektüel-akademik toplantılar serisiyle karşılığını buluyordu. Bu çerçevede, o dönem dünyanın çeşitli bölgelerinden, farklı üniversitelerinden Müslüman entellektüel ve akademisyenlerin daveti söz konusu oluyordu.

Açıkçası benim de şahsen, -en azından bazılarını- takip etmekten büyük keyif aldığım o günlerdeki toplantılardan birinde, Malezya’nın son bir yüzyılda yetiştirdiği en önemli entellektüel olarak adlandırdığım Prof. Dr. Seyid Nakip el-Attas da davet edilmişti. O sunumda Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç ve Prof. Dr. Teoman Durali de tartışmacı olarak yer almıştı. Bu çerçevede, Nakip el-Attas’ın bazı çalışmalarının tercümelerinin yapılmaya başlandı. Ancak, bu vesileyle, “Türk hocaların Kuala Lumpur’daki akademik yatırımlarının karşılığında, Malay Dünyası’ndan üniversite hocalarının Türkiye üniversitelerinde katkılarına bugüne kadar tanık olunduğu söylenebilir mi?” diye sormakta yarar var.

Malay Dünyası’na Küresel Bakış

Antropolojik ve sosyolojik bağlamda Malay dünyasını içine alan coğrafi genişliğin dolaylı olarak ortaya koyduğu bir husus var ki o da, bu bölgenin batı ve kuzeyinden geçen iki ana arter suyolu ve çeşitli ara suyolları ile bağlantısından neşet eden Hint Alt Kıtası ve Çin ilişkisidir (Hall, 2001: 99).

Bu noktada, Malay dünyası denilen coğrafyanın iki ana suyolu yani, Hint Okyanusu ve Güney Çin Denizi ile Arap Denizi, Basra Körfezi, Bengal Körfezi, Malaka Boğazı gibi suyollarının tarih boyunca gördüğü işlevden bağımsız anlaşılamayacağıdır (Colombijn, 1994: 39; Pott, 1988: 377, d.n.7). Bu çerçevede, Hint Okyanusu’nun Batı’sında insan ve emtia mobilitesinin bölge için önemi için şu esere bakılabilir (Barendse, 2002: 5).

Bu suyolları, bir yandan Osmanlı Devleti ve hatta öncesinde Büyük Selçuklu Devleti’nin şu veya bu şekilde nüfuz ve etkileşimine konu olmuştur. Özellikle, Osmanlı Devleti ve Malay bölgesi arasında tarihin değişik evrelerinde kurulduğu gözlemlenen ilişkilerin Hint Okyanusu üzerinden gerçekleşmiş olduğunu hatırlanmaktadır. Bu noktada, Hint Okyanusu’nun batısında süren ticari faaliyette diğer milletlerin yanı sıra Türk unsurlarının da varlığına dikkat çekilmektedir (Kennedy, 1993: 22).

Hint Okyanusu’ndan başlayıp Güney Çin Denizi’ne ve doğuda Cava, Banda, Sulawesi, Sulu denizlerinde hakim olan muson iklimi değişik dönemlerde farklı denizci, tüccar ve seyyahlar gibi çeşitli toplumsal grupların faaliyetlerine olanak tanıyordu. Dönemin denizcilik teknolojisi ve seyahat mesafesinin uzunluğu öte yandan muson ikliminin sınırlayıcılığı gibi unsurlar dikkate alındığında çeşitli milletlere mensup denizci, tüccar, seyyah ve hacılar gibi farklı grupların bu geniş coğrafyanın özellikle, liman şehirlerinde çoğulcu toplum yapıları içerisinde yaşam sürmelerine ve bu anlamda, dini-kültürel yapılaşmaların paylaşmasına ve hatta difüzyonist yayılmacılığa imkân tanıdığına dikkat çekilmelidir (Lee, 1978: 25). Kuzey Sumatra örneği için şu esere bakılabilir (Boxer, 1996: 270). Muson iklimi, deniz ticaretini yönlendiren birincil etken olması nedeniyle ‘ticaret musonları’ olarak da anılıyordu (Chittick, 1979: 1; Rivers, 2004: 76; Reid, 1993: 64).

Bu bağlamda, 16. yüzyıl başlarında Cava Adası’nın kuzeyinde gelişmekte olan bir İslam beldesi Demak’ın İslamlaşma sürecinde, Sumatra Adası’nın kuzeyindeki Pasai ile bağlantısı hatırlanmaya değer bölgesel siyasi güç merkezleridir. Bu süreçte rol oynadığı ifade edilen Pasaili mübelliğin, blögedeki etkinliğinin sadece, Malay coğrafyası ile sınırlı olmadığı aksine, Batı Hindistan’da Gücerat ile Hicaz bölgesinde Mekke’ye yaptığı ziyaretlerle dönemi için bir örneklik taşıdığı ileri sürülebilir (Hall, 2001: 101).

Söz konusu bu suyollarının ötesinde, Malay dünyasının tarih boyunca ticari, sosyo-kültürel, dini ve siyasal yapılaşmasında süreklilik arz eden ilişkiler zincirinde Hint Alt Kıtası ve Çin kayda değer bir rol oynamaktadır. Her iki bölge, tarihin değişik evrelerinde ortaya çıkan göç hareketlerine kaynaklık etmesiyle Malay coğrafyasında azınlık insan stoğunu oluştururken, sosyo-kültürel, dini ve siyasi yapılanmasında önemli rol oynamıştır. Bu bağlamda, Hinduizm ve Budizm ile dini yapılar, ticaret ile ekonomi yapıları geniş suyolları üzerindeki hareketlilik Batılı sömürgeci devletlerin bölgedeki varlıklarından çok önce çeşitli düzeylerde ilişkiler geliştirildiğine işaret etmektedir. Bu çerçevede, bir örnek vermek gerekirse, 1272 yılında Çin’den Lamuri olarak adlandırılan Açe topraklarına elçilerin gönderilmiştir (Groeneveltdt, 1960: 28; Koentjaraningrat, 1980: 127).

Bu çerçevede, Çin’de örneğin Song Hanedanlığı (960-1276) gibi değişik dönemlerde denizcilik konusundaki girişimler Takımadalar bölgesi ile ilişkilerin geliştirilmesine neden olmuştur. Bölge denizciliğine dair konuları ele alan eserlerde Çin gemilerinin Sumatra’nın kuzeyinde yani bugünkü Açe bölgesinde Lamuri olarak adlandırılan bölgeye ulaştığı belirtilir. Lamuri’nin, aynı zamanda Batı ile yani, Hindistan ve Arap Yarımadası arasında dönemin deniz ticaretindeki yerine vurgu yapılmaktadır (Hall, 1985: 196).

Buna ilâve olarak, özellikle Çinli Budist hacıların Hindistan’a gerçekleştirdikleri uzun yolculukları sırasında Malay dünyasının çeşitli liman şehirlerindeki tanıklıkları bugün bölgeyle ilgili en erken yazılı kaynaklar olarak bilinmektedir (Wolters, 1974: 15, 17, 21; Diffie; Winius,  1977: 8). Ayrıca, devlet bürokrasisinin gelişmesine paralel olarak bölgeyle ilgili erken dönem yazılı kaynakların tutulması, Çin’in bölgedeki site devletleriyle ilişkilerinin rolü ve önemini ortaya koyarken, bu site devletleriyle ilgili atıfları da içermektedir. Örneğin, 1397 yılında, bir süredir Çin İmparatorluğu’na vergilerini vermeyen bazı site devletlerine atıf yapılmaktadır. Bunlar arasında Çampa, Kamboçya, Siam, Java, Bruney, Pahang ve Sumatra gibi yer isimleri zikredilmektedir (Groeneveltdt, 1960: 69).

Malay dünyasının ağırlıklı olarak Takımadalar bölgesinde oluşması kadar, bu coğrafyanın tarihsel olarak Asya kıtasının İslam öncesi kültür ve medeniyetinde belirleyici olan Hindistan ve Çin’le yakın etkileşim halinde olduğu bir gerçektir. Bu çerçevede, bugün dahi izlerine rastlandığı üzere Hint ve Çin kültür ve Budizm-Hinduizmin bölge toplumlarında, şu veya bu şekilde varlığını sürdürmesi bunun bir kanıtıdır.

Bu bağlamda, Hint ve Çin kültürünün bölgedeki etkisini ortaya koyan akademik çalışmalardan birkaçına değinmekte fayda var. Bu konudaki öncü isimlerden biri olan George Coedes’in kaleme aldığı The Indianized States of Southeast Asia ve O. W. Wolters’ın eseri Early Indonesian Commerce adlı çalışmaları zikredilmeye değerdir. Özellikle, Wolters’in çalşması 1970’lerden itibaren gündeme gelen revizyonist anlayışın temsilcisi olarak kabul edilmektedir. Buna göre, bölge ticari yapılanmasında tüccarların ve diğer yabancıların varlığı öne çıkartılmaktadır. Wolters, ayrıca bütün bir bölgeden ziyade belirli teritoryal alanlardaki gelişmeleri dikkate almasıyla dikkat çekmektedir.

Bu alanda, bir diğer eser, Kenneth Hall’ın A History of Early Southeast Asia: Maritima Trade and Societal Development 1000-1500 adlı çalışmadır. Hall’ın bu eseri yukarıda zikredilen ikinci grup yaklaşımın devamı mahiyetinde olup, Hint ve Çin etkileşiminden ziyade yerli unsurların bu alandaki yapılaştırıcı etkisine konuşlanmaktadır. Bu noktada Hall’ın çalışması yabancı unsurların baskın bir yapı oluşturma önceliğinden ziyade, yerli unsurların sentez ve adaptasyon gücünü ve süreçlerini ortaya koymaktadır (Hall, 2011: ix). Böylece, yerli sosyal dinamiklerin kendi dönüştürücü ve yapılaştırıcı güçlerine konuşlanmasıyla farklı bir teorik yaklaşım örneği olarak ortaya çıkmaktadır.

Wolters ve Hall’ın, eserleri bağlamında dikkat çekilen yenilikçi yaklaşımın ortaya çıkmasında, dönemin post-kolonyal sürece tekabül etmesiyle sosyal bilimlerde yeni bakış açılarının etkisi olarak değerlendirilebilir. Bu süreçte, Avrupa ve ABD kampüslerinde genel anlamıyla sosyal tarih okumalarında, toplumsal güçlerin etkinliğinde bireylerin, küçük grupların eğilinmesinin de bir etkisi olduğuna şüphe yoktur.

Öte yandan, Doğu Asya’da bir adalar ülkesi olan Japonya’nın özellikle 19. yüzyıl ortalarından itibaren Medici dönemi ile ortaya çıkan öz-modernleşmeci çabaların bir uzantısı olarak gerek ticari faaliyetler gerekse giderek artan bir şekilde siyasal yapılaşma noktasında Güneydoğu Asya Malay dünyası ile temasının giderek artış göstermiştir.

Bu gelişmenin 20. yüzyılın ortalarına doğru bölgedeki adıyla ifade etmek gerekirse, Pasifik Savaşı’nda Japonya’nın Asya Asyalılarındır ilkesinden ve bunun bir göstergesi olan Pan-Asyacılık ideolojisinden hareketle tüm bölge üzerinde sergilediği yayılmacı ve genişlemeci politikalardan Malay bölgesi de etkilenmiştir (Samarani, 2004: 6). Öyle ki, Malay coğrafyasındaki bağımsızlık hareketlerinin yeşermesi ve gelişmesi Japonya’nın kayda değer bir rolü olduğu görülmektedir. Örneğin, 1905 yılında Japon-Rus savaşını Japonların kazanması Takımadalar’daki halklar nezdinde ‘beyaz ırkı’ temsil eden Rusya’ya karşı Asyalıların kazandığı bir zafer olarak telâkki edilerek milliyetçilik hareketlerinde kayda değer bir referans noktası olmuştur (Ferro, 2017: 168).

Kaynaklar:

Barendse, R. J. (2002). The Arabian Seas: The Indian Ocean World of the Seventeenth Century, Armonk: An East Gate Book.  

Boxer, C. R. (1996). “A Note on Portuguese Reactions to the Revival of the Red Sea Spice Trade and the Rise of Atjeh: 1540-1600”, (ed.), M. N. Pearson, Spices in the Indian Ocean World, Variorum.

Chittick, Neville. (1979). “Indian Relations with East Africa Before the Arrival of the Portuguese”, (ed.), ‘The Indian Ocean in Focus’ International Conference on Indian Ocean Studies, Section III The History of Commercial Exchange&Maritime Transport, Perth Western Australia, People Helping People.

Colombijn, Freek. (1994). Patches of Padang: The History of an Indonesian Town in the Twentieth Century and the Use of Urban Space, Leiden: Research School CNWS, s. 39;

Diffie, Bailey W.; Winius, George D. (1977). Foundations of the Portuguese Empire: 1415-1580, Vol. I, Minneapolis: University of Minnesota Press.

Ferro, Marc. (2017). Sömürgecilik Tarihi: Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine 13. Yüzyıl-20. Yüzyıl, (Çev.: Muna Cedden), 3. Baskı, İstanbul: İmge Yayınları.

Groeneveltdt, W. P. (1960). Historical Notes on Indonesia&Malaya -Compiled From Chinese Sources-, Djakarta: C. V. Bhratara.

Hall, Kenneth R. (2001). “The Roots of ASEAN: Regional Identities in the Strait of Melaka Region Circa 1500 C. E.”, Asian Journal of Social Science, Vol. 29, No. 1. (87-119).

Hall, Kenneth R. (1985). Maritime Trade and State Development in Early Southeast Asia, Honolulu: University of Hawaii Press.

Kennedy, J. (1993). A History of Malaya, 3rd Edition, Kuala Lumpur: Percetakan Sooriya.

Koentjaraningrat. (1980). “Javanese Terms for God and Supernatural Beings and the Idea of Power”, In Man, Meaning and History: Essays in Honour of H. G. Schulte Nordholt, (ed.), R. Schefold; J. W. Schoorl and J. Tennekes, The Hague: Martinus Nijhoff. (127-139).

Lee, Edwin. (1978). “Trade and migration in the Malay World”, Berita Antropologi (Majalah Ilmu Sosial dan Budaya), Th. X, No. 35. (25-37).

Pott, P. H. (1988). “Willem Verstegen: An Extraordinary Member of the Council of the East Indies as Adventurer in India in 1659”, In Dutch Authors on Asian History: A Selection of Dutch Historiography on the Verenigde Oostindische Compagnie, (ed.), M. A. P. Meilink-Roelofsz; M. E. Van Opstall; G. J. Schutte, Dordrecht-Holland: Foris Publications. (331-360).

Rivers, P. J. (2004). “Moonsoon Rhythms and Trade Patterns: Ancient Times East of Suez”, JMBRAS, Vol. LXXVII, Part 2, No. 287.

Reid, Anthony. (1993). Southeast Asia in the Age of Commerce 1450-1680, Volume Two: Expansion and Crisis, Chiang Mai: Silkworm Books.

Samarani, Guido. (2004). “The Asian Connection: Dynamics of Colonialism, Nationalism and Identity in East and South Asia, 1915-1945, EJEAS, 3. 1, Leiden: Brill. (1-14).

Wolters, O. W. (1974). Early Indonesian Commerce: A Study of the Origins of Srivijaya, Ithaca: Cornell University Press, II. Baskı.

https://guneydoguasyacalismalari.com/osmanli-malay-calismalari-hakkinda-kisa-bir-deneme-ii-a-short-essay-on-ottoman-malay-studies-ii/

Devam edecek...


22 Şubat 2025 Cumartesi

“Osmanlı-Malay Çalışmaları” Hakkında Kısa Bir Deneme / A Short Essay on “Ottoman-Malay Studies”

Mehmet Özay                                                             22.02.2025

Osmanlı-Malay Dünyası çalışmaları konusunda kaleme aldığım ve bir oturumda sunma imkȃnı bulduğum görüşlerimi aşağıda yeniden paylaşıyorum. 

FSM Vakıf Üniversitesi Osmanlı Malay Dünyası Araştırmaları ve Uygulama Merkezi tarafından organize edilen “Modern Türkiye Cumhuriyetinde I. Hint Okyanusu ve Malay Dünyası Çalışmaları Çalıştayı” başlıklı çalıştaya hoş geldiniz sefalar getirdiniz. 

Çalıştayın burada hazır bulunan katılımcıların katkısıyla verimli geçmesini ve bu çalıştayın merkezin çalışmalarına yön vermesini temenni ediyoruz. Ayrıca, bu alanda akademik faaliyetlerini sürdürmekte olan siz kıymetli hocalarımızla, politika yapıcılara ve sahada görev yapan çeşitli kurum temsilcilerimizle yakın işbirliğine kapı aralaması arzusunu taşıdığımızı belirtmek istiyoruz. 

Aramızda daha önce bu merkezde çalışmış, etkinliklerine katılmış değerli katılımcılar var. Bununla birlikte, merkezin adını duymakla birlikte bugün, merkezin bu binasına ve bir aktivitesine ilk defa katılan diğer katılımcıları da göz önünde bulundurarak merkezle ilgili kısa bir tanıtım yapmanın faydalı olduğunu düşünüyoruz. 

Osmanlı Malay Dünyası Araştırma ve Uygulama merkezinin kurulması 2015 yılında gündeme gelmiştir. Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’nin teklifiyle Cumhurbaşkanlığı’nın iradesiyle FSM Vakıf Üniversitesi bünyesinde kurulmasına karar verilmiştir. Böylesi bir merkezin varlığına duyulan ihtiyacın önceki süreçlerde çeşitli vesilelerle gündeme getirildiğini de belirtmek istiyoruz. 


“Osmanlı ve Malay Dünyası Araştırmaları ve Uygulamaları Merkezi” Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi (FSMVÜ) ile Uluslararası Malezya İslam Üniversitesi (International Islamic University of Malaysia-IIUM) arasında 2014 yılında varılan anlaşma gereğince, 2015 yılında kuruldu. Merkez, FSMVÜ’nin Topkapı kampüsünde faaliyet göstermektedir. 

Merkezin adıyla ilgili olarak bazı açıklamaların yapılmasının, bugünkü çalıştaydaki katılımcıların akademik çalışma ve araştırma alanları bağlamında da faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Bu bağlamda, merkezin adında geçen ‘Osmanlı’ kelimesi hiç kuşku yok ki, 1299-1923 yılları arasında siyasi egemenliğini sürdürmüş Osmanlı Devleti’ne referans yapmaktadır. Ancak, Osmanlı ile Türk kelimesinin doğruluk veya yanlışlığı bir yana, birbiri yerine kullanıldığını dikkate alarak Türk kelimesi çerçevesinde bir yaklaşımın da dikkate alınabileceğini öngörüyor ve düşünüyoruz. Öyle ki, Osmanlı Malay dünyası çalışmaları dendiğinde, Türk unsuruna atıf yapılmaksızın ilgili coğrafyalarda çalışmaları derinleştirmenin sınırlılığının olabileceğine dikkat çekmek istiyoruz. Örneğin, bu bağlamda, Selçuklu döneminin Malay dünyası-Hint Okyanusu bağlamındaki etkinliğinin araştırmaya konu olmasının ve bu çerçevede, girizgâh niteliğinde bazı hususların ortaya konulduğunu belirtmek isteriz. 

Merkezin adında yer alan ‘Malay dünyası’ kavramı ise çokça karşılaşıldığı ve bölgeye dair bilgi eksikliğimizin de bir göstergesi olarak üzere akıllara günümüzdeki Malezya Federasyonu adıyla bilinen devleti getirmektedir. Merkezin kuruluşunda, Malezya Federasyonu’ndan bir üniversite ile işbirliğinin yapılmasının da, bunda şu veya bu derece rolü olduğunu söylememiz mümkün gözükmektedir. 


Ancak, merkezin kuruluşundan bu yana yapılan bazı toplantılar ve görüşmelerde, ‘Malay’ kelimesinin neye karşılık geldiği konusunda merkez yetkililerinin bazı açıklayıcı yaklaşımları olmuştur. Bu çerçevede kısaca ifade etmek gerekirse, Malay kelimesi antropolojik ve sosyolojik olarak bugün, adına Güneydoğu Asya toprakları denilen coğrafyada egemen devletler olarak hüküm süren Malezya Federasyonu, Endonezya Cumhuriyeti, Bruney Sultanlığı’ndaki nüfusun kahir ekseriyetini oluşturan insan stoğuna karşılık gelmektedir. Bu coğrafi dağılımı, Malay dilinin kullanımına dair referanslarla desteklenmektedir. Bu bağlamda, Malay Yarımadası (Malaya), Sumatra, Borneo Adaları, Cava Adası’nda (Jakarta), Molukkas, Batı Papua Gine’de kullanılan dilin tarihsel olarak Malaycaya tekabül ettiğine dikkat çekilmektedir (Teeuw, 1959: 139).

Bu bağımsız devletlerin yanı sıra, yine aynı coğrafyada Tayland’ın güneyinde Patani bölgesi, Filipinler Cumhuriyeti’nin güneyinde, Mindanao ve Sulu Takımadaları’nda yaşayan ve her iki ülkede yaklaşık yüzde 5 ilȃ 10 arasında değişen nüfusu da içine alan toplumu içermektedir. Bir ada devleti olan Singapur Cumhuriyeti’nde ise nüfusun yaklaşık yüzde 15’i Malay nüfusundan oluşmaktadır. Bu coğrafyanın dışında, Güney Asya veya Hint Alt kıtası sınırlarında bulunan Sri Lanka eski adıyla Seylan (Ceylon), Doğu Afrika açıklarındaki Madagaskar Adası ile Güney Afrika’da çok küçük bir azınlık grubu da olsa, Malay nüfusunun varlığından söz edilmektedir. 

Bu sınıflamaya, Malay el yazmaları kolleksiyoneri ve bu konularda eserler kaleme almış olan merhum Wan Muhammed Sagir Abdullah’ın yaklaşımından hareketle Burma yani, günümüzdeki Myanmar’da da, az sayıda bir Malay toplumundan bahsetmek mümkün (Abdullah, 2015: 342).

Bu noktada, özetle ifade etmek gerekirse Malezya Federasyonu, Endonezya Cumhuriyeti, Singapur Cumhuriyeti ve Bruney Sultanlığı bağımsız devletleri ile Tayland’ın güneyinde Patani ve Filipinler’in güneyinde Moro-Mindanao bölgesi Malay coğrafyasının birincil alanları içinde yer almaktadır. Buna ilâve olarak tarihsel olarak Malay diasporasının Sri Lanka (Ceylon), Madagaskar (Barendse, 2002: 6) ve Güney Afrika’da varlığı nedeniyle, bu coğrafyayı Afrika kıtasına kadar genişletilebilmektedir.       

Sınırlılığımız

‘Malay’ ile ‘Malezya’  arasındaki ilişkiye rağmen, ‘Malay’ kavramın hem, coğrafi ve hem de, antropolojik olarak çok daha geniş sınırları içine alıyor. Bu bağlamda, ‘Malay’ kavramının ortaya çıkmasında İngiliz ve Hollandalı sosyal bilimciler kayda değer belirleyici rol oynamışlardır. Kısa bir literatür taramasında bunlara ulaşmak mümkün. Burada birkaç örnek vermek gerekirse, Anthony Reid’in “Melayu’yu (Malay) Farklı Modern Kimliklerden Biri Olarak Anlamak” başlıklı makalesi (Reid, 2001: 295-313) ile A. Teeuw’un “Malay Dili Tarihi: Bir Ön Çalışma” başlıklı makalesini (Teeuw, 1959) gündeme getirilebilir.

Yakın geçmişteki gelişmeler ışığında, Pan-Malay kavramının özellikle de, bağımsızlık hareketleri sürecinde gündeme getirildiği görülmektedir. Örneğin Açe’de, ‘Büyük Malay Birliği’ (Malaya Raya), -bu ideolojik yaklaşım, Pan-Malaya veya Indonesia Raya adıyla da anılmaktadır- düşüncesini eserlerinde işlemiş olan merhum Ali Haşimi gibi birkaç entellektüel akademisyen dışında bunu duymak mümkün değildir.

Burada, Pan-Malay kavramının 1930’larda ortaya çıkan seküler milliyetçi çevrelerce gündeme getirildiğine tanık olunmaktadır. Bu noktada, söz konusu bu yaklaşımın, en önemli temsilcilerinden biri Tan Malaka’dır (ö. 1949) (Reid, 1999: 17).

Malay Yarımadası’nda ise, Dr. Burhaneddin el-Hilmy (1911-1969) ve arkadaşlarının Malaya topraklarında sergiledikleri bu siyasi duruş, Cava ve Sumatra Adası’ndaki seküler milliyetçi ve bazı İslamcı unsurların da olduğunu iddia edebileceğimiz yapıların Takımadalar’ın siyasi birliğini ileri sürme adına Indonesia-Raya (Pan-Malay) siyaseti gütmüşlerdir (Aljunied, 2011: 11). Pan-Malaya düşüncesini savunan diğer bazı önde gelen aydınlar arasında, gazeteci kimlikleriyle öne çıkan ve Malaya topraklarında kurulan sol eğilimli Kesatuan Melayu Muda (Malay Youth Union) mensubu olan İbrahim bin Yaacoob ve Ishak bin Haji Mohammad yer alır (Alatas, 1997: 100).

Malay veya Pan-Malay kavramsallaştırması dışında Takımadalar’da, teritoryal ve siyasi birliğe atıf anlamında Nusantara kavramının varlığını hatırlamak gerekir. Tarihsel referans noktası 13 yüzyıl ilȃ 16. yüzyıl başlarına kadar siyasi varlığı devam etmiş olan ve merkezi Cava Adası’nın doğusunda bulunan, bununla birlikte, Takımadalar’da hakimiyet sürmüş olan Majahapit Krallığı’dır. Bugün adına Endonezya denilen topraklarda, milliyetçilik hareketlerinin ilk nüvesi kabul edilen, 1908 yılında hayata geçirilen Budi Utomo felsefi yapılaşmasını Majapahit üzerinden sergilemektedir. Majapahit’e bir diğer referans ise, Hollanda sömürge yönetimince ve bu yönetimin siyasi ve teritoryal hakimiyetine meşruiyet kazandıracak şekilde ortaya konduğu da görülmektedir (Hall, 2001: 104).

Öte yandan, bugünkü mevcut siyasal ve toplumsal koşullarda Takımadalar ve Güneydoğu Asya’da kimi bölge halklarının kendilerini ‘Malay’ olarak adlandırma gibi bir öncelikleri olmadığı, hatta bunu kullanmadıklarını söylemek bile mümkündür. Örneğin Açe, Cavalılar veya Papua’daki topluluklar arasında, ‘biz Malayız’ türünden ne gündelik yaşamda ne de politikasını, sosyal bilimini şekillendiren çevrelerde ‘Malay’ kavramına atıf bulmak mümkündür. 

Osmanlı-Malay Çalışmaları Merkezi’ne Niçin İhtiyaç Var?

Bu noktada, açık ve net olarak “Böylesi bir kuruma niçin ihtiyaç olduğu ve bu kurum niçin veya nasıl gündeme geldi?” sorusunu sormak gerekir. Buna ilâve olarak Türkler, kelimenin geniş anlamıyla Malayları ne zaman anlamaya başladı; ne zaman iletişim kurmaya başladı sorularına kısaca cevap vermekte yarar var. Ardından, günümüze doğru bazı kilometre taşlarına değineceğim. 

Osmanlı adı bu merkezde yer almakla birlikte, bu yazının bazı bölümlerinde dikkat çekildiği üzere Osmanlı öncesi Selçuklu Türkleri döneminde Türk unsurlarının Hint Okyanusu, Takımadalar bölgesi ile bağının kurulabilmiş olduğunu ileri sürebilir. Bu konuda, 1986-1989 yılları arasında Jakarta büyükelçisi olarak görev yapan Metin İnegöllüoğlu’nun Endonezya Cumhuriyeti Açe Eyaleti’nde yaptığı gezi sırasında bir antropoloğun çalışmalarına eş değer gözlem ve değerlendirmeleri bizi Selçuklu Türk unsurlarına götürmektedir (İnegöllüoğlu, 1994).

Bu hususta destekleyici kaynakların, Açeli tarihçi ve sosyal bilimciler ile yerel unsurların gündeme getirdikleri görüşler üzerinde durulmayı hak etmektedir.

Malay dünyasına dair birinci elden bahseden kaynaklardan belki de, ilk ve en önemlisinin İbn Batuta’nın Afrika-Asya seyahatini konu alan çalışması olduğunu düşünmek mümkündür (Gibb, 1983). Bu bağlamda, bu eserin örneğin 19. yüzyıl sonlarına doğru İstanbul’da basıldığı ve bazı kütüphanelerde yer aldığı görülmektedir. Buna ilâve olarak, tercümesinin de yapıldığı bazı kaynaklarda dile getirilmektedir (Meriç, 2010: 118).

Modern dönemde Malay dünyasının gündeme gelmesi hiç kuşku yok ki ulus devletlerin kurulmasıyla olmuştur. Öncelikle, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’te kurulmasının Endonezya Cumhuriyeti’nin 1945 yılında (Endonezya Cumhuriyeti’nin Hollanda Krallığı ve Birleşmiş Milletler tarafından tanınması 1949 yılında olmuştur), Malaya Federasyonu’nu 1957, Bruney Sultanlığı’nın ise, 1971’de bağımsızlığını kazandığını hatırlatmak gerekiyor. 

Türkiye Cumhuriyeti’nde 1923 yılı sonrasında özellikle hilafet bağlamında yaşanan gelişmeler karşısında Malay dünyasında ortaya çıkan tepkilerin burada ele alınamayacak kadar geniş bir konudur. Bununla birlikte, birkaç hususa değinmekte fayda mülahaza ediyorum. 


Hollanda sömürgeciliğinin sürdüğü bir dönemde 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin ”Roterdam ve Cava Adası’nda Batavya’da birer fahri konsolosluk kurulması” kararı bulunmaktadır. Felemenk’de Roterdam ve Cava Adası’nda Bataviya da birer fahri konsolosluk ihdası ve Roterdam fahri başkonsolos unvanıyla M. L. V. Van Ressem Gard van Ressem’in ve Bataviya fahri konsolosluğuna da M. B. J. De Bruyne’nin tayinleri dönemin Reisi cumhuru Kemal Atatürk imzasıyla ve 04.03.1937 tarihiyle kararlaştırılmıştır (Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Belge No. 30.18.1.2.72.16.12).

1940’lı yılların ikinci yarısından itibaren Malay coğrafyasındaki duruma dair şu hususlar dikkat çekicidir. 

Endonezya’da, 17 Ağustos 1945 tarihinde ilân edilen bağımsızlığa rağmen, Hollanda Krallığı’nın İngilizler desteğiyle Cava Adası’nda Başkent Batavya, Surabaya gibi şehirlere çıkartma yapması üzerine başlayan gerilla savaşı aralıklarla 1949 yılında Hollanda Krallığı’nın ve Birleşmiş Milletler’in Endonezya bağımsızlığını tanımasıyla sona ermiştir. Ancak bu dönemde, Endonezya adı verilen Takımadalar’ın bazı bölgelerinde özellikle de, Cava Adası’nda silahlı mücadele sürerken, uluslararası çevrelerle de irtibat kurulmuştur. Bu çerçevede, İngilizlerin sömürgesi altındaki Malaya’da faaliyet gösteren Endonezya Derneği adı verilen kuruluş tarafından Ankara’dan bazı taleplerde bulunulmuştur. Bu taleplerle ilgili olarak, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’ndan Başbakanlık’a ve Başbakanlık makamından Dışişleri Bakanlığı’na yazılan birtakım yazışmalar bulunmaktadır (24.01.1949 tarihli bu yazışma “Yüksek Başbakanlığa” başlığını taşımakta ve Genel Katip’in imzasını taşımaktadır), 


Başbakanlık’tan Dış İşleri’ne yazılan yazıda şunlara değinilmektedir: “Malaya’da Endonezya Derneği başkanı tarafından Yüksek Cumhurbaşkanlığı’na sunulup Genel Katipliğin 24.01.1949 tarih ve 4/64 sayılı tezkeresiyle Başbakanlığa tevdi buyurulan ve Hollandalılara karşı ticari münasebetlerin kesilmesi, Hollanda gemi ve uçaklarının Türkiye’ye sokulmaması, hapsedilen Endonezya liderlerinin iadesinin Hollandalılardan istenmesi gibi tedbirler alınması dileğini kapsayan 02.01.1949 tarihli mektuplara bağlı olarak sunulduğunu saygılarımla arz ederim. Başbakan Yerine Müsteşar (Tarih 16.01. 1949).” (Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Belge No. 030.10.257.727.16).


Endonezya Cumhuriyeti’nin ardından, Malaya topraklarında bağımsızlığın ilânı ve Malaya Federasyonu adıyla bir devletin kurulması üzerine Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Adnan Menderes 3 Eylül 1957 tarihinde yeni devletin kurucu başbakanı Tunku Abdul Rahman’a gönderdiği kutlama telgrafı göndermiştir. Bu kutlama mesajında şöyle denilmektedir: “On the happy occasion of the proclamation of the Malayan independence I take great pleasure in presenting to your Excellency my warmest congratulations and most sincere wishes for the welfare and prosperity of the Malayan people.” (Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Belge No. 030.01.0000.7.36.7.2).

Bu mesaja karşılık, Tunku Abdul Rahan ise bir teşekkür telgrafı ile karşılık vermiştir: “Grateful for your excellency’s kind message stop the persekutuan Tanah Melayu will endeavour to contribute towards World peace and prosperity stop.” Telgrafın Ankara’ya ulaştığı tarih 21 Eylül 1957 olduğu görülmektedir (Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Belge No. 030.01.00.7.36.7).

Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin bölge ile kurduğu ilişkilere kısaca göz atıldığında, Endonezya Cumhuriyeti ile büyükelçilik düzeyinde ilişkilerin kurulduğu ve Cakarta büyükelçiliğinin sorumluluk sahasında Malezya Federasyonu’nun da bulunduğu görülmektedir (Cakarta Büyükelçisi Tevfik Kazım Kemahlı’nın, aynı zamanda Malezya Hükümeti nezdinde büyükelçi olarak atanmasıyla ilgili olarak Bkz.: Cumhuriyet arşivi, Dosya No. 1-86, 030.18.1.2.151.75.6.).

Malaya Federasyonu ile bu ilk resmi yazışmanın ardından elçilik hizmetlerinin Cakarta’daki Türkiye Büyükelçiliği tarafından üstlenilmiştir. Buna göre, 1959 yılı yazışmalarından anlaşıldığına göre Cakarta Büyükelçisi Tevfik Kazım Kemahlı, aynı zamanda Malezya hükümeti nezdinde büyükelçi olarak Hariciye vekâletinin 21.01.1959 tarihli ve 100004-31 ve 32 sayılı yazıları üzerine, İcra Vekilleri Heyetince 17.02.1959 tarihinde kararlaştırılmıştır. Söz konusu bu atama kararı dönemin Reisi Cumhuru Celal Bayar imzasını taşımaktadır (Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Belge No. 030.18.01.02.151.75.6).

13 Şubat 1977 tarihinde Ankara’da Türkiye Cumhuriyet Hükümeti ile Malezya Hükümeti arasında Ekonomik ve Teknik işbirliği anlaşması onaylanması bir diğer gelişmeye işaret etmektedir (Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Belge No. 30.18.1.2/367.58.20).


Kaynaklar 

Abdullah, Wan Mohd. Shaghir. (2015). Ensiklopedia Naskhah Klasik Nusantara, Cetakan Pertama, Kuala Lumpur: Khazanah Fathaniyah. 

Alatas, Syed Farid. (1997). Democracy and Authoritarianism in Indonesia and Malaysia: The Rise of the Post-Colonial State, Hampshire: Macmillan Press Ltd.

Aljunied, Syed Muhd. Khairuddin. (2011). “A Theory of Colonialism in the Malay World”, Postcolonial Studies, 14: 1. (7-21). 

Barendse, R. J. (2002). The Arabian Seas: The Indian Ocean World of the Seventeenth Century, Armonk: An East Gate Book.

Gibb, H. A. R. (1983). Ibn Batuta Travels in Asia and Africa: 1325-1354, (Çev.: H. A. R. Gibb), New Impression, London: Darf Publishers.

Hall, Kenneth R. (2001). “The Roots of ASEAN: Regional Identities in the Strait of Melaka Region Circa 1500 C. E.”, Asian Journal of Social Science, Vol. 29, No. 1. (87-119).

İnegöllüoğlu, Metin. (1994). Asya-Pasifik’te Türk İzleri, Manisa: Celal Bayar Üniversitesi Yayınları. 

Meriç, Ümit. (2010). Şehirlerin Sultanı Seyyahların Aynasında İstanbul, İstanbul: Al Baraka Türk Katılım Bankası. 

Reid, Anthony. (2001). “Understanding Melayu (Malay) As A Source of Diverse Modern Identities”, Journal of Southeast Asian Studies, 32 (3). (295-313).

Reid, Anthony. (1999). “A Saucer Model of Southeast Asian Identity”, Southeast Asian Journal of Social Science, Vol 27, No. 1. 

Teeuw, Andries. (1959). “The History of the Malay Language. A Preliminary Survey”, Bijdragen tot de Taal-, Land- en Volkenkunde 115, No. 2, Leiden. (138-156).

Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Belge No. 30.18.1.2.72.16.12.

24.01.1949 tarihli bu yazışma “Yüksek Başbakanlığa” başlığını taşımakta ve Genel Katip’in imzasını taşımaktadır. Bkz.: (Not: Metin Ek’te verilmiştir.)

Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Belge No. 030.10.257.727.16.

Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Belge No. 030.01.0000.7.36.7.2

Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Belge No. 030.01.00.7.36.7.

Cakarta Büyükelçisi Tevfik Kazım Kemahlı’nın, aynı zamanda Malezya Hükümeti nezdinde büyükelçi olarak atanmasıyla ilgili olarak Bkz.: Cumhuriyet arşivi, Dosya No. 1-86, 030.18.1.2.151.75.6.

Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Belge No. 030.18.01.02.151.75.6.

Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Belge No. 30.18.1.2/367.58.20. 


https://guneydoguasyacalismalari.com/osmanli-malay-calismalari-hakkinda-bir-deneme/



Devam edecek...


19 Şubat 2025 Çarşamba

Trump, uluslararası sistem ve Ukrayna / Trump, international system and Ukraine

Mehmet Özay                                                     19.02.2025

ABD başkanı Donald Trump’ın, Avrupa’da Ukraysa savaş sürecine müdahalesi başladı.

Trump’ın, geçen hafta Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’le telefon konuşmasıyla başlayan süreç, Riyad’da ABD ve Rusya taraflarının biraraya gelmesiyle devam ediyor. 

Bununla birlikte, hem coğrafi olarak savaş alanında yer alması hem de doğrudan Rusya’nın tehdidini yakından hissetmesine rağmen, AB’den veya NATO’dan temsicilerin Riyad toplantısına davet edilmemesinin uluslararası sistem içerisinde rol ayrışmasında, yeni bir gelişme olarak değerlendirmek gerekiyor. 

Ukrayna piyon (mu?)

ABD’de, başkan Donald Trump’ın, Avrupa’nın göbeğinde Ukrayna topraklarında sürmekte olan savaşı sonlandırma konusundaki arzusunun, Ukrayna’yı bu bataktan çıkarmak olup olmadığı kuşkulu. 

Bunun temel nedeni, Rusya ile görüşmelerin sadece, ABD tarafının katılımıyla gerçekleştirilmesi, Ukrayna’dan hiçbir ismin masada yer almamasında kendini ortaya koyuyor. 

Bu durum, tıpkı üç yıl önce Rusya işgaline konu olan Ukrayna’nın, tüm çabalara karşın genel itibarıyla yalnız bırakılması gibi, bugün de, aynı ülke barış sürecinde dışarda tutularak ikinci bir konuma indirgeniyor. 

Batı Avrupa’nın, NATO’nun ve de ABD’de Joe Biden yönetimin, tüm destek söylemlerine ve fiili bazı karşılıklara karşın, özellikle de, savaş boyunca ABD tarafından bir piyon olarak kullanılmasına benzer bir durum bugün, Trump’ın barış girişiminde ortaya çıkıyor. 

Bir başka ifadeyle, Trump’ın savaşı sona erdirme girişiminde, savaşın mağduru ve de doğrudan aktörü konumundaki Ukrayna’yı masaya, -en azından bu süreçte- davet edilmemiş olması, ABD ve Rusya arasında belirleyici olacağı anlaşılan bir yapının ortaya çıkacağı işaretini veriyor. 

Riyad’da ABD ve Rusya müzakerecilerince yapılan görüşmelerde elçiliklerin yeniden işlevsel haline getirilmesi kadar, “jeo-politik ve ekonomik işbirliği” süreçlerinin başlatılmasına dair söylemleri dikkatle izlemek gerekiyor. 

Bunun, birbiriyle ilintili iki açıdan önemli olduğunu söylemek mümkün. 

İlki, bu durum, Trump’ın herşeyden çok öncellediği ekonomik kazanımlara dair bir alandır. ABD’nin ekonomik kalkınmasına imkȃn tanıyacak her süreç Trump nezdinde hiç kuşku yok ki, makul ve rasyoneldir. 

İkincisi ise, Rusya-Çin yakınlaşmasını ve bu ikilinin son on yılda oluşturmaya çalıştığı alternatif küresel blok düşüncesini zedelemeye matuf bir yönelindir. 

Unutulmamalı ki, daha önceki yazılarda da dile getirdiğim üzere, Trump’ın ve Trump yönetiminin birincil hedefi Çin’dir...

Putin’e meşruiyet

Riyad’daki görüşmelerde, AB ve NATO’nun dışlanması ve ABD müzakereci heyetinin uluslararası süreçlere dair tecrübesizliği dikkate alınacak olursa, Rusya’nın elinin gizli/açık güçleneceğine dair ihtimalleri gündeme getiriyor. 

Riyad görüşmelerinde, ABD tarafının, Biden döneminde dondurulan Rusya ile ilişkilerin yeniden başlatılması kararının, Ukrayna sorununun dışında Rusya için gayet önemli bir uluslararası kazanım anlamına geldiği konusundaki görüşlere hak vermemek mümkün değil.

Bunun yanı sıra, başkan Trump’ın başkan seçilmesinden bu yana dile getirdiği Rusya’nın Ukrayna’da ele geçirdiği ülkenin yüzde 20’lik toprak parçasına hakim olması konusundaki yaklaşımının devam etmesini de Rusya’nın ya da Putin’in hanesine artı olarak yazmak gerekiyor. 

Düne kadar, sabık başkan Joe Biden yönetimince, ekonomik ve siyasi yaptırımlarla köşese sıkıştırılmaaya çalışılan Putin’in, son bir hafta içinde yaşanan gelişmeler sonrasında uluslararası sistemde meşruiyetine yeniden kazanmakta olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

AB nerede?

Avrupa’nın tam ortasında süren savaşın Ukrayna kadar, tıpkı son üç yılda gözlemlendiği üzere Avrupa’nın bir başka deyişle Avrupa Birliği’nen temel sorunu olması nedeniyle beklenenin aksine, Avrupa’dan da bir temsilcinin yer almaması dikkat çekiciydi. 

Bu gelişme, Trump’ın uluslararası sistemi yeniden şekillendirme sürecine dair niyetinin, Avrupa Birliği ve de NATO dışında güçlerin yapılandırmasına odaklandığını söylemek, -şu an için erken olmakla birlikte, böylesi bir niyeti hasıl ediyordu. 

ABD’nin bir başka deyişle, Trump’ın tekil eyleminin ortaya koyduğu açık gerçeğe karşın, ABD dışişleri bakanı Marco Rubio, “kimseyi süreçten dışlamadık... Alınacak herhangi bir çözüm kararı, tüm taraflarca kabul edilmelidir” açıklamasıyla bir çelişkiyi ortaya koyuyordu. 

AB’nin veya AB’yi temsilen herhangi bir Avrupa ülkesinin görüşme sürecine davet edilmemesini, Trump’ın AB’yi temsil makamındaki birkaç ülkenin, yani Almanya ve Fransa’nın, iç politik süreçlerindeki sorunları uluslararası arenada kendi lehine kullandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Uluslarası sistem tanzimi

Trump’ın birinci başkanlık dönemindeki ABD-AB ilişkilerindeki gergin sürecin ardından bugün, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde, AB’nin artan iç sorunlarla yüzyüze kalmasının da verdiği etkiyle, uluslararası sistemi tanzim işini kendi tekelinde yürütme arzusunda olduğu şeklinde yorumlamak mümkün. 

Trump, 20 Ocak’ta başkanlık koltuğuna oturmadan önce, Vladimir Putin ve Volodymyr Zelensky’i ‘yakından tanıdığı’ görüşünü kamuoyuyla paylaşırken, sorunun çözümünün gizli/açık kendinde olduğunu da bir şekilde ima ediyordu. 

Açıkçası, Trump, “bu savaşı olsa olsa ben bitiririm” iddiasındaydı. 

Geçen hafta, Trump-Putin telefon görüşmesi ve Riyad’da, ABD ve Rusya müzakerecileri arasında gerçekleşen görüşme sürecin, Trump’ın birkaç ay önce söylediği şekilde işlemeye başladığını gösteriyor. 

Bu durum, bize Trump-odaklı bir gelişmenin ayak izlerinin çoktan verildiğini gösterirken, arabulucu olarak seçilen ülkenin Suudi Arabistan olması da bir o kadar dikkat çekici bir olgudur. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/trump-uluslararasi-sistem-ve-ukrayna-trump-international-system-and-ukraine/


17 Şubat 2025 Pazartesi

Çin, ABD’ye tepki vermeye başladı / China begins to respond to the U.S.

Mehmet Özay                                                                                                                            17.02.2025

ABD’de başkan Donald Trump’ın, Çin’e yönelik gümrük tarifi stratejisine ilk önemli tepki bugün gündeme geldi.

Çin’de başkan Şi Cinping’in, ülkenin önde gelen iş çevreleriyle düzenlenen bir sempozyumda biraraya gelmesi, ‘nadir’ bir gelişme olarak yorumlanıyor.

Bu sempoyzum, Cinping’in devlet başkanlığı koltuğuna oturmasından altı yıl sonra yani, 2018 yılında iş çevreleriyle yaptığı ilk önemli ve kapsamlı toplantıdan sonraki, ikinci önemli toplantı olarak değerlendiriliyor.

ABD baskısı hissediliyor

Bugün, devletin üst düzey isimleri ile önde gelen iş çevrelerini biraraya getiren sempozyumun gerçekleştirilmesine sebep, Çin ekonomisinde görülmeye başlanan duraklama ve ABD’den gelen ve de artması beklenen gümrük vergileri politikası oluşturuyor.

Söz konusu bu sempozyum, hiç kuşku yok ki, ABD başkanı Trump’ın ticaret politikalarının, Çin’de üretim ve devlet politikaları noktasında yansımalarının ortaya çıkmaya başlaması, -veya bu baskının yakından hissedilmeye başlanması- olarak değerlendirmek mümkün.

Başkan Cinping’in hedefinde, sektörün öne çıkan isimlerinden gelişmelere dair görüşlerini almak olduğu belirtiliyor.

Başkan Cinping’in, devletin siyasal gücünü üzerlerinde hissetmekle birlikte, üretim gücünü elinde tutan iş çevrelerinin görüşlerine başvurması Çin’de ekonomik -ve de siyasal- karar alma süreçlerinde yenilikçi bir model olarak adlandırmak mümkün.

Öyle ki, Çin’in, sadece ekonomik kalkınma süreçlerini değil, bölgesel ve küresel bağlamda, askeri ve siyasi  yönelimlerini de doğrudan etkilemesi mümkün olan dış ticaretinde, ABD’ye yönelik gümrük vergilerinin artışı karşısında, nasıl bir politika izleneceğine dair böylesine nadir ve de önemli toplantının, Pekin’de gerçekleştirilmiş olmasını önümüzdeki süreçte alınacak siyasal ve ekonomik kararlar bağlamında dikkate almak gerekiyor.

Cinping: Dinleyen başkan!

Başkan Şi Cinping, sempozyumda ilgili özel sektör liderlerini dinlemesinin ardından, yaptığı konuşmada, özel sektörün hem, ulusal yani iç ve hem de, uluslararası yani, dış pazarlarda genişlemeci bir politika izlemeye davet ettiği belirtiliyor.

Cinping’in öne çıkardığı alanların, ‘kritik’ olarak değerlendirilen, ‘yapay zeka’ ve ‘yarı iletken’ gibi alanlarda Çin’in dışa bağımlılıktan kurtarılması olmasına şaşırmamak gerekiyor.

Hatırlanacağı üzere, geçen hafta Japon başbakanı Shigeru Ishiba’nın ABD’ye yaptığı resmi ziyarette iki ülke üst düzey yetkilileri arasında yapılan görüşmelerin önemli bir bölümünü, enerji işbirliğinin yanı sıra, bu iki alanın olduğunu hatırlamakta yarar var.

Günümüzde, küresel güç olma iddiasındaki hiçbir ulus-devletin vazgeçemeyeceği bir alanı oluşturan ‘yapay zekȃ’ ve ‘yarı iletken’ alanlarında yenilikçi ve sürdürülebilir yaklaşımların ortaya konması ulusal güvenlik meselesi kadar, bu alanı da etkileyebilecek nitelikle önem arz ediyor.

Trump’ın kapsamlı dış ticaret politikası!

Trump’ın dış ticaret politikalarının yapıcı mı yıkıcı mı olduğu konusu, hiç kuşku yok ki, son yılların en önemli tartışma konularından birini teşkil ediyor.

Bu gelişmenin, sadece ABD’nin ulusal ekonomi politikası olarak kalmadığı, aksine, küresel düzeyled irili ufaklı her bir ulus-devleti yakından ilgilendirdiği bugün kendini giderek daha çok hissettiriyor.

Bu anlamda, dikkat çekilmesi gereken husus, başkan Trump’ın, ABD ile ikili dış ticaret ilişkilerinde büyük oranda açık verdiği ülkelere yönelik gümrük vergisi uygulaması yeni olmamasıdır.

Başkan Trump’ın, 2016-2020 yıllarında birinci başkanlık sürecinde uygulamaya koyduğu gümrük vergisi yaptırımı, ABD’nin sadece, Çin’i de hedef alan bir politikası değildi.

Aksine, Trump’ın ilgili diğer ülkelere yönelik yaptırım çağrısı, belki de, pek fazla dikkat çekmemiş olsa da, ABD’nin dış ticarette açık verdiği ülke ve bölgelerle ilişkilerini yeniden gözden geçirme kararı almıştı.

Bunun en açık görünümü sabık Başkan Barack Obama döneminin ürünü olan ve Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nın (Trans-Pacific Partnership Agreement-TPPA) Trump tarafından 2016’da Beyaz Saray’daki ilk günlerinde rafa kaldırılmış olmasıydı.

Küresel ticaretin yeniden yapılandırılması gibi gayet iddialı bir proje olarak ortaya çıkan TPPA’nın Trump tarafından ABD ekonomisine yarardan çok zarar getireceği kabulü bu anlaşmayı reddetmesindeki temel faktördü.

Bugün, aynı Trump’ın 2020’de kaldığı yerden, özellikle, Çin’i hedef aldığına kuşku olmayan gümrük vergileri yaptırımı farklı bir politik zeminde, yeniden yürürlüğe koymasına tanık oluyoruz.

Bu ayın başında Meksika ve Kanada ile başlayan ve düşünülenin aksine, Çin’in ikinci planda kaldığı 2. Dönem Trump gümrük tarifeleri politikası hedef şaşırtma olarak değerlendirilebilir.

Ancak, yukarıdaki gelişme bağlamında kaleme aldığımız yazılarda Meksika ve Kanada’ya yaptırımların sadece, ticaret ve ekonomi alanıyla sınırlı olmadığına değinmiştik.

Öte yandan, Trump’ın yeni gümrük vergisi politikasında salt Çin’i hedefe alan bir yaklaşımdan ziyade, Çin’le doğrudan veya dolaylı ilişkileri olan ülkeleri -ki, bu anlamda komşuları Meksika ve Kanada’dan başlayarak öncellediğini söylemiştik...

Çin’le ticaret savaşı

Kapitalist Batı’nın, özellikle de, ABD’nin kendine özgü bir ekonomik modernleşmeyle ortaya çıkan Çin’e karşı sabrının dolduğunu söylemek mümkün.

Bunun bariz göstergelerini başkan Donald Trump’ın 2016’dan bu yana ortaya koyduğu söylemde ortaya konuyor.

ABD iç siyasetinde Demokratlar-Cumhuriyetçiler kapışmasına tanık olunmasına rağmen, konu Çin’in ekonomik modernleşmesinden kaynaklanan sorunla mücadeleye geldiğinde, 2020-2024 yıllarındaki başkan Joe Biden döneminin de, Trump politikalarına kayda değer ölçüde devam edildiği ortada. 

Bu gelişmeler karşısında bugün, Pekin’de başkan Şi Cinping’in ülkenin önde gelen özel sektör iş çevreleriyle toplantısı, bize Trump’ın ticaret politikalarının Çin’de doğrudan hissedilmeye başlandığının gayet önemli bir göstergesidir.

Bu gelişmenin ardından, Pekin yönetiminin somut olarak ne tür adımlar atacağını beklemek gerekiyor.

Bölge ülkelerinde uzmanlarca uzunca bir süredir dillendirildiği üzere, ABD-Çin ticaret savaşlarından özellikle, küresel kalkınmanın motoru konumundaki Güneydoğu Asya ülkelerinin yani, ASEAN’ın kazançlı çıkması yönünde bir konsensus bulunuyor. 

Bu yönelimin bir yanında, Çin üretici sektörlerinin güneye yani, ASEAN topraklarına kaydırılması öte yandan, Çin ürünlerinin ASEAN toprakları üzerinden ABD’ye tedariki gibi iki temel açılım gündemde bulunuyor.

ABD’de, başkan Trump’ın ve önde gelen ekonomistlerin bu gelişmeyi öngörmemesi mümkün değil.

Bu durum bize, önümüzdeki kısa dönemde sadece ABD-Çin ticareti lişkilerinin değil, aynı zamanda ASEAN-Çin ve ASEAN-ABD ticaret ilişkilerinin gündemde yer alacağını öngörmemizi sağlıyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/cin-abdye-tepki-vermeye-basladi-china-begins-to-respond-to-the-u-s/

15 Şubat 2025 Cumartesi

Hadım Süleyman Paşa doğruyu mu söyledi? (II) / Did Hadım Süleyman Pasha tell the truth? (II)

Mehmet Özay                                                     15.02.2025

Bir önceki yazıda, 1538 yılında Diu Seferi’ni gerçekleştiren Hadım Süleyman Paşa’nın süreçte neler yaptığı ve bu sürecin ardından, nasıl ödüllendirildiğine kısaca değinmiştim. 

Bununla birlikte, yazının konusunun Paşa’nın ödüllendirmesinden ziyade, Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu’ndaki gelişmelere karşı vermeye çalıştığı askeri ve politik karşılığın neye tekabül ettiğine dair eleştirel bir yaklaşım geliştirmeye çalıştığımı söylemeliyim. 

Bu hususa devam etmekte yarar var... 

Hadım Süleyman Paşa’nın temel hedef olan Portekiz varlığıyla mücadele edemediği; hatta, Doğu’dan ve Batı’dan çeşitli tarihçilerin ortak bir fikirde buluşarak, mağlubiyetine rağmen,  niçin ödüllendirildiğini ve bu ödüllendirmenin ardında, başka ne tür nedenlerin olabileceğini; Osmanlı başkentinde saray ve çevresinin Hint Okyanusu politikasını Hadım Süleyman Paşa’dan dinlemek suretiyle, nasıl bir yanlışa süreklendiğini vs. anlamak mümkün olabilecektir. 

Bu sayılan hususlardan da öte, 

a) Osmanlı Devleti ile siyasi, askeri ve -muhtemelen ticari- ilişkileri geliştirme talebinde bulunan Gücerat Sultanlığı ile -elimizde, şimdilik doğrudan bir kaynak olmamakla birlikte-, Osmanlı’yla benzeri süreçleri hayata geçirmeyi arzu ettiği düşünülebilecek şehir devletlerinin -nihayetinde, bölgedeki süreçler benzerlik arz ediyordu- nasıl olup da, Osmanlı’yla ittifak kurmaktan vazgeçtiklerini; 

b) bunun yerine, zamanı ve yeri geldiğinde Osmanlı’ya karşı Portekizlilerle işbirliği yaptıklarını; 

c) dolayısıyla, -tüm bu gelişmeler noktasında- Osmanlı Devleti’nin hem, dini yani, İslami hem de, ekonomik ve siyasi bağlamlarında gelişmeleri doğru okuyamamış olduğuna dair bazı fikirler geliştirmek de mümkün olabilecektir. 

Sorun Portekiz değil!

Bu noktada, Portekizlilerin varlığıyla Hint Okyanusu’ndaki gelişmeleri doğru değerlendirmemize olanak tanıyacak bazı gelişmeleri paylaşmak gerekiyor. 

Avrupalı denizci ulusların, Hint Okyanusu’na açılma başarısını göstermeleri, dönemi itibarıyla dünyanın sadece, coğrafi anlamda yönünü değiştiren bir gelişme olarak ele alınamaz. 

Bu deniz seferlerine neden teşkil eden ticari metaların kaynağına ulaşma kadar, bu ticaretin sürdürülmesi ve gelişmesiyle birlikte, Batı Avrupa kapitalizminin konsolidasyon sürecini ve ardından, yükselme dönemini yaşaması anlamına geliyordu. 

Öyle ki, Portekizlilerin, 1498’de Hindistan’ın batısında Kalikut (Calicut) limanına ayak basmaları ve tedrici ancak sürdürülebilir bir şekilde, başta 1503 yılında Surat olmak üzere, 1505, 1509 yıllarında yani, yaklaşık on yıllık süre zarfında, Hindistan sahillerindeki -Goa, Cochin vb. gibi kuzeyden Gücerat’dan başlayıp, güneyde Malayalam’a değin uzanan sahil şeridindeki irili ufaklı liman şehirlerindeki- varlıklarını güvence altına almalarının ardından, önce Kuzey Sumatra’yı ve kısa bir süre sonra da, Malay Yarımadası’nı hedef olarak belirledikleri görülür. 

Portekizlilerin emelleri arasında bildik anlamda, teritoryal genişlemeden söz etmek mümkün değildir. 

Aksine, ticari faaliyetleriyle öne çıkan liman şehirlerinde kontrolü sağlamakla sınırlı bir politika takip etmişlerdir. 

Bu yaklaşımı, dönemi itibarıyla düşündüğümüzde, teritoryal egemenlikten çok daha önemli olduğuna kuşku bulunmamaktadır.

Bu süreçte, 1509 yılında belki de, 12. ve 13. yüzyıllardaki siyasi varlığından önemli şeyler yitirmiş olduğu söylenebilecek Kuzey Sumatra’daki Samudra-Pasai’ye (1509) barışcıl bir çabayla çıkmaları ve ardından, 1511’de Malay Takımadaları’nın dönemin en önemli liman şehirlerinden, özellikle de, Portekiz ve Venedik kaynaklarına bakıldığında, en önemli ticaret merkezi hüviyetini taşıyan Malaka şehir devletini ele geçirmeleri, dönemin küresel baharat ticaretinde ve de, bu ticaretin tetiklediği kapitalist ekonomik süreçlerin yeni gelişmelere konu olmasını sağladı. 

Portekizlilerin, 1641’de Malaka şehrini Hollandalılara kaptırmalarıyla, yukarıda dikkat çekilen kapitalist ekonomik gelişmenin bitmediğini aksine sadece, Portekizlilerin bölgedeki yaklaşık yüz yirmi yıllık güçlü varlığının bittiğini söylemek mümkün. 

Bunun ardından, Batı Avrupa denizci ulusların öncüsü konumundaki Hollandalılarca -ve bölgede, aynı dönemde varlık sürmeye başlayan İngilizlerce- sürecin giderek artan bir hızla devam ettirildiği anlamına gelir. 

Bölgeye dair Osmanlı’nın bilgisi

1538 yılına yani, Hadım Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasının Portekizlilere yönelik girişimine dönebiliriz... 

Temel hedef dikkate alındığında, Paşa’nın, askeri ve politik anlamda bu seferi yönetemediği açık seçik ortadadır...

Paşa’nın Aden’de, Ada’nın emirini idam ettirmesinin, önemli bir dönüm noktası olduğunu ve bunun, Paşa’nın bölge politikalarından haberdarsızlığını göstermesi bakımından ileri sürmek mümkün. 

Nihayetinde, bu idam haberinin yayılması karşısında, Paşa’nın Diu’ya ulaşmasına, Ada’nın kalesini kuşatmasına rağmen, Gücerat Sultanlığı’ndan gereken siyasi ve lojistik desteği sağlayamamış olması, iki açıdan dikkat çekici ve öğreticidir. 

İlki, askeri ve ikincisi de, politik anlamda, Osmanlı’nın bölgede var olmayı başarmasını sağlayacak iki temel yaklaşımdan yoksun olduğuna işaret eder... 

Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemine tekabül eden bir süreçte böylesi bir başarısızlığa anlam bulmak gerektiğine kuşku yok. 

Bölge coğrafyası, denizleri, toplumları, iklimi vb. gibi özelliklerine yabancı olan Osmanlı’nın bu maddi nedenlerin dışında, kendisine devletin kuruluşundan itibaren biçtiği -dini/siyasal epistemolojik temellerin dışında-, pratik ve pragmatik siyasi yöneliminin ağırlığından kurtulamadığını söylemek gerekir. 

Karacı devlet-denizci devlet

Bundan kasıt, devletin kara devleti olma özelliği, ordu ve tarım sisteminin ayrışmazlığı, denizlerle ilişkisinin karaları savunmasına yarayacak şekilde ikincilleştirilmesi, devşirme sistemiyle askeri ve sivil bürokrasinin belirlenmişliği şeklinde özetlemek mümkündür. 

İkincisinde yani, askeri ve sivil bürokrasinin teşkilinin kendi içerisinde -zamanla- devletin rasyonel işleyişiyle bağının ne denli sağlıklı bir şekilde örtüşüp örtüşmediği sorgulanmaya değerdir. 

Burada, karşı bir argüman olarak, bölgedeki Osmanlı topları ve -Melik Ayaz gibi askeri yöneticiler (amir) vb. olguları dile getirenler olacaktır. 

Bunda doğruluk payı yok değil... 

Ancak, çeşitli çalışmalarda dile getirildiği üzere, bölgedeki bu askeri yapıların ve techizatın varlığının, Osmanlı’nın doğrudan siyasal ve askeri ilişkilerinden ziyade, adları Rumi olarak zikredilen ‘özerk’ yapılar ve bunların çabalarıyla açıklanması daha rasyoneldir. 

Kaldı ki, sürecin Osmanlı merkezinden yönetilebilirliğine ve bunun, uzun dönemli olarak sürdürülebilirliğine dair elde, -en azından şimdilik- anlamlı kaynaklar bulunduğunu söylemek mümkün gözükmüyor. 

Tüm bu söylenenlerin dışında ve de ötesinde...

Hadım Süleyman Paşa’nın sergilediği siyasi zekȃnın, salt onun bireysel tutumuyla sınırlı olmadığını aksine, Osmanlı’da devlet yapılaşmasının, bürokraside -özellikle üst katmanlarda- yer alan zevatın, devlet bürokrasisinin işleyişine dair içselleştirmiş olduğu politik tutumlarının genele matuf bir vechesi olduğunu da ileri sürmek mümkün. 

Nihayetinde, Osmanlı Devleti’nin merkezi yönetimi ile Paşalar arasındaki ilişkinin, tarihsel olarak ‘kul’ bağlamı çerçevesinde yapılandırılmış olması, herhangi bir hatanın karşılığının, bürokratik ve rasyonel kararların dışında, -pozitif veya negatif anlamda-, ikili ilişkilerle belirlenebileceğini ortaya koyuyor. 

Hadım Süleyman Paşa’nın Diu Seferi başarısızlığına rağmen, seferin belki de öngörülmeyen ancak, sonunda bir başarı gibi sunulan Aden ve Yemen sahillerinin alınmasına karşılık, benzer bir sürece konu olan Piri Reis’in ‘kellesinin alınması’nın Osmanlı bürokrasisinde yükselme dönemine dair örnek olaylar olarak ele alınmayı gerektiriyor. 

Burada bir parantez açarak... 

Aden ve Yemen sahillerinin alınmasının bile, temelde yukarıda dikkat çekilen Osmanlı’daki yerleşik teritoryal egemenlik konseptiyle örtüştüğünü söylemekte yarar var...

Piri Reis, Mısır kapudanı olduğu dönemde (1551-1552), Süveyş’den baştarda, kadırga, kalite ve kalyondan oluşan yaklaşık otuz gemiyle çıktığı seferde, Portekizlilerle karşılaşma imkȃnı bulamadan, bölgedeki iklim koşullarının kurbanı olmasıyla, filonun kayda değer bir bölümünün hasara uğramasına veya yitirilmesi sonucu geri dönmek zorunda kalırken, “Umman bölgesinde Maskat hisarını ele geçirmesine ve halkını tutsak etmesine” karşılık, filonun kaybedilmesinden ötürü olsa gerek, en ağır cezaya çarptırılmaktan kurtulamadı.  

Yine burada bir parantez açarak... 

Piri Reis’in de tıpkı, Hadım Süleyman Paşa’nın yürüttüğü süreçte olduğu gibi, Batı Hindistan açıklarında Portekizlilere karşı bir başarı ortaya koymamakla birlikte, Osmanlı’nın toprak kazanma politikasının bir yansıması olarak, en azından, Muskat Kalesi gibi küçük -ancak, jeo-stratejik önemine kuşku olmayan- bir mevkii ele geçirmeyi düşünmüş olması üzerinde durulmaya değerdir. 

Diğer bazı detaylar bize, Piri Reis’in bu seferinin aslında, Hadım Süleyman Paşa’nın Aden hakimini idamıyla ortaya çıkmasına neden olduğu ve bir anlamda devamlılık arz eden bir gelişme olduğunu söylemek gerekir.

Öyle ki, Osmanlı’nın o dönem egemen olduğu Hürmüz’de, “bölgenin emiri Portekizlilerden yardım talep etmesi sonrasında 19 gemi ve 1000’i aşkın askerle gelen Portekiz donanması, Osmanlı varlığına son vermesine tepki olarak” Piri Reis, -kaynaklarda Pir Bey veya Pir Baig olarak zikredilir- donanmanın başında bölgeyi kontrol etmek amacıyla gönderildi.  

Buna rağmen, Piri Reis en ağır bedeli vermekten kurtulamamıştır... 

Buna sebep, öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı saray çevresinde Portekizlilerle mücadelenin önemli olmadığını söylemek mümkün değilse de, bundan çok daha önemli olanın, mevcut donanmayı kayba uğramadan elde tutmanın öncellendiği sonucuna varmak mümkün. 

Piri Reis gibi bir denizci ve bu konuda yani, denizcilik alanında gayet önemli bir eser vermiş bir kaptanın, Hint Okyanusu sularında gerek, deniz ve hava koşulları gerekse, düşmanla mücadele gibi teknikler konusunda gösterdiği yaklaşım temelde, bireysel bir özellik değil, Osmanlı Devleti’nin bölge ile irtibatının boyutlarını ortaya koyan bir gelişme olarak algılanmalıdır.

Yazının birinci bölümünde, “Peki, Hadım Süleyman Paşa, 1538 başarısızlığına rağmen, 1. Süleyman’a neler sunmuş olmalı ki, benzer bir cezalandırmadan kurtulmuş olsun?” sorusunu gündeme getirmiştim. 

Yazının yöneliminin, bundan çok daha farklı olacak şekilde, Osmanlı Devleti’nin siyasal temellerine dair bazı görüşleri ortaya koymamıza yol açtığı dikkatlerden kaçmamıştır.

Aslında, tam da bu durum, Hadım Süleyman Paşa’nın içinde uzun yıllar yer aldığı sistemi içselleştirmesine ve başarısız olduğu önemli bir süreci devletin başına yani, 1. Süleyman’a başarılı bir sonuç elde etmiş gibi aktarabilecek bir siyasi zekȃya sahip olduğunu ortaya koyuyor. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/hadim-suleyman-pasa-dogruyu-mu-soyledi-ii-did-hadim-suleyman-pasha-tell-the-truth-ii/


13 Şubat 2025 Perşembe

Hadım Süleyman Paşa doğruyu mu söyledi? / Did Hadım Süleyman Pasha tell the truth?

Mehmet Özay                                                     12.02.2025

Osmanlı’nın Hint Okyanusu’na yönelik denizcilik ve askeri girişimlerinin hangi boyutlarda gerçekleştiği konusu özellikle, Batılı araştırmacılar ve -az sayıda da olsa- Türk akademisyen tarafından ele alındığı gözlemleniyor. 

Bu noktada, bir ölçüde merhum Cengiz Orhonlu ile öğrencisi Salih Özbaran’ı anmakta ve hatırlatmakta yarar var... 

Hadım Süleyman’a dair 

Başlıkta dikkat çektiğimiz Hadım Süleyman Paşa’yla ilgili olarak gayet kısaca gündeme getirmek istediğim husus, onun 1538 Diu seferi başarısızlığının ardından, belki de, bu başarısızlığın doğurduğu bir hınçla giriştiği Yemen sahillerini alma girişimindeki başarısını Edirne’de 1. Süleyman’a nasıl sunduğuna dairdir. 

Bu sunumun önemli olduğunu düşünmeliyiz. Bunun temel nedeni, Osmanlı geleneğinde kendisine görev tevdi edilen kişinin başarısızlığının -en azından dönemi itibarıyla 16. yüzyıl ilk yarısında- başka bir şekilde karşılığı bulunmuyordu. 

Bunun tipik örneğini, Piri Reis gibi dönemi ve sonrasının Osmanlı haritacılığında simge bir ismin aynı suyolunda başarısızlığı sonucu kellesini yitirmesinde tanık oluyoruz. 

Peki, Hadım Süleyman Paşa, 1538 başarısızlığına rağmen, 1. Süleyman’a neler sunmuş olmalı ki, benzer bir cezalandırmadan kurtulmuş olsun?

Bu hususa geçmeden önce, 1538 öncesine dair yine kısa olmak kaydıyla bazı gelişmeleri paylaşmakta yarar var.

1517 süreci ve Hint Okyanusu 

Osmanlı’nın Hint Okynausu sürecinin, 1517 ile başlatılmasının doğallığı kadar, sürecin nasıl işlediğine dair karmaşa ve hatta belirsizlikten bahsetmek mümkün. 

Karmaşadan kasıt, 1517’de Mısır’ı ve dolayısıyla Hicaz’ı almasının getirdiği doğallıkla, sınırlarını Hint Okyanusu kıyılarına dayandıran Osmanlı’nın bu devasa okyanus üzerinde, ne tür faaliyetler gerçekleştireceği konusunu denizcilerden ziyade, eyalet valiliği üzerinden Kapudan Paşa olarak atanan sivil-askeri liderlerce yönetilmesine terk edilmiş olmasıdır. 

Bu atamalarla gelenlerin yanlarında denizcilikten anlayan kişilerin ve grupların olduğunu söylemek gerek. 

Sürpriz isimler 

Haddi zatında, ilgili kaynaklar dikkate alındığında, adları ve sanları noktasında bugüne sadece birkaç kişinin kaldığı gözlemlenen denizci unsurların aslında, Osmalı başkenti ile Mısır Valiliği ile Süveyş Donanması arasında kayda değer bir rol oynayabilecek nitelikte kişiler olduğunu vurgulamak gerekir. 

Bunların başında Selman Reis’in geldiği, konuya şu veya bu şekilde vakıf kişilerce malumdur... 

Selman Reis’in, önceki yaşamına dair elimizde pek veri olmamakla birlikte, yüzyılın başlarında yani, 1500’lerde Akdeniz’de yetişmiş ve akabinde, Mısır Memlüklüleri’nin denizci Portekizlerin varlığı karşısında, donanma ve insan gücü noktasındaki talebine, II. Bayezıd döneminde verilen karşılığın bir yansıması olarak, bir Osmanlı denizcisi olarak kabul etmek rasyonel gözüküyor. 

Onunla birlikte, örneğin Portekiz kaynaklarında dikkat çekildiği üzere, Murat Reis , Hüseyin Reis gibi başka Reisler’in de bölgede var olduğunu görüyoruz. 

Bu bireyleri ve bunlara bağlı küçük denilebilecek grupları ‘Rumiler’ adıyla özerk denizci yapıları olarak adlandırmak için elimizde gayet önemli veriler var. Bunların yazılı çizili hale getirildiği de biliniyor... 

Ancak, Selman Reis’i diğerlerinden ayıran husus, onun salt denizci değil, aynı zamanda bölgedeki gelişmeleri detaylı denilebilecek bir şekilde anlama çabası sergilemiş bir kişi olmasında yatıyor. 

Bu özelliğinin işaretini, adına ‘lahiya’ denilebilecek çalışmasını önce 1. Selim’e ve ardından, oğlu 1. Süleyman’a ulaştırması onun, -Hint Okyanusu’nun tamamında olmasa bile- en azından, Batı bölümü’nde yani, Arab Denizi denilen suyolunda olan biten yakın tarihsel gelişme ve bunun doğurduğu ve doğurabileceği gelişmelere dair fikirlerini paylaşabilen, okur-yazar ve -bir ölçüde- düşünür olmasında görüyoruz. 

Selman Reis’in bu yazılı çalışmasının ne, 1. Selim ne de, 1. Süleyman tarafından hakkıyla yerine getirilebilmiş ve değerlendirilebilemiş olduğunu söylenebilir. 

Bu yaklaşımı, Selman Reis’in 1517 ila 1525’de sunduğu lahiyalar ile bu dönemlerde hükümdar olan, yukarıda adı geçen iki sultanın icraatlarının yapılaşma süreçlerindeki farklılık ortaya koyuyor. 

1. Selim’in müdahalesizliği, belki de, beklenmedik şekilde vefatı, gayet maddi bir neden olarak ileri sürülebilirken, 1. Süleyman’ın ilgili lahiya’ya yaklaşımının gayet gecikmeli olarak ortaya çıkmasında, diğer siyasal ve askeri nedenleri yani, Osmanlı’nın klasik dış politika unsuru diyebileceğimiz, ‘Balkanlar ve Orta Avrupa’ üzerine yönelik askeri politikalarına bağımlılığı geldiğini söylemek mümkün.   

Okyanus denizciliği

Osmanlı’yı, okyanuslarda bir denizci devlet yapma iddiası ile Osmanlı’nın küresel hakimiyet sergilemesi arasında koşutluk kurma çabasının var olan bilgileri yanlış yorumlamanın ve ilgili bölgelerdeki Osmanlı’ya dair olan bilgilerde, neler olup bittiğini yeterince ele almamanın ortaya çıkardığı bir karmaşadan bahsetmek mümkün. 

Osmanlı öncesinde, Hint Okyanusu’na yönelik denizcilik yöneliminin Memluklüler Devleti’nde olup olmadığının sorgulanması bile bize, bir devamlılık olup olmadığını göstermesi açısından önemli olduğunu söylemek gerekiyor.  

Benzer bir karmaşanın,  1525 yılından itibaren Sultan 1. Süleyman’a lahiyanın sunulması sonrasında da ortaya çıktığı görülüyor. Karmaşayı belki şu şekilde tanımlamak mümkün: “Osmanlı pek de bilmediği Okyanus sularına, ‘Öteki’ Müslüman toplumların talepleri ve çağrılarına karşılık gelecek şekilde’ açılma niyetinde olmakla birlikte, bir türlü bu açılma sürecini arzu edilen nitelikte ve bağlamda ortaya koyamamıştır...

Bu karmaşanın, tarihçi denilebilecek bazı kişilerin zihinlerinde yol açtığı bir diğer kafa karışıklığı ise Osmanlı’nın kapalı denizcilikteki varlığını, -yukarıda dikkat çektiğim üzere-Okyanus denizciliği boyutuna taşıma arzusuna karşılık gelecek bir yapının oluşturulamamış olmasıdır...  

Bu sürece kısaca değinemceğimi yukarıda ifade etmiştim...

Bu kafa karışıklığının, öyle anlaşılıyor ki, -diyelim ki, 1980’lerden sonra gündeme gelen yazılı çalışmaları ortaya koyan tarihçilerde değil-, bizatihi, 16. yüzyıl ilk yarısındaki gelişmelere konu olan ve bu gelişmelerin aktörü hükmündeki Hadım Süleyman Paşa’da  tezahür etmiş olmasıdır. 

Hadım Süleyman Paşa, kendisine tevdi edilen görevi yani, Gücerat Sultan’ı Bahadır Şah’ın  -bir yandan, karadan Timurlar öte yandan, denizden Portekiz tehdidi karşısında Osmanlı ile girdiği haberleşme sonrasında en azından denizden gelen tehdidi savurma adına yardım talebini ortaya koymak amacıyla sefere çıkmıştı. 

Hadım Süleyman Paşa, dönemi itibarıyla gayet önemli sayıda ve güçte olduğu belirtilen donanmasına rağmen,  Portekizlilerin hakimiyetindeki ve de bölgeyi kontrol etme konusunda son derece stratejik olan Diu Adası’nı alamamasına ve bölgedeki Portekiz donammasıyla karşılayıp ‘üstesinden gelememesine’ rağmen, bu seferi ‘zaferle taçlandırmayı’ başarabilmiştir. 

Bazı kaynaklara göz attığımızda, Hadım Süleyman Paşa’nın, “tantanayı seven” bir kişilikte yönetici olduğu, Kahire’ye vali olarak atandığında yanına aldığı bin yeniçerinin tamamının, “altın kemerlerle donandığı ve üzerlerine kıymetli mücevherler iliştirilmiş hançerler bulunduğu”  belirtilir. 

Paşa’nın tantanayla ilgili yaklaşımının sadece yeniçerilerine giydirdiği kıymetli eşyalarla sınırlı olmasa gerek... Paşa’nın, yine Hammer’den alıntıyla söyleyecek olursak, “tek kusurunun, ‘Emir Canım Hamravi’ ve oğlu Emirü’l Hacc Yusuf’u öldürmesi”nin gösterilmesinin dışında hususiyetleri olsa gerek...  Bölge ile ilgili görevlendirilmesinin en önemli süreçlerinden biridir aslında Aden’e uğraması. 

Ve burada adı geçen emiri amiral gemisine astırmasının sadece Aden’de kalan bir ‘hikâye’ olmadığını aksine, Gücerat’a kadar bu ‘infazın’ duyulduğunu ifade etmekte yarar var...

Paşa’nın tantana ile ilgili yönünde, Diu dönüşü Yemen sahillerini Osmanlı topraklarına katmış olmasında da karşımıza çıktığını söylemek mümkün. Paşa’nın, Cidde’de mola verip hac farizasını yerine getirmesine karşılık, “önemli ancak, o dönemde gerekli miydi?” soru gündeme getirilebilir. 

Belki de, bunun en basit cevabı yaşının gayet ilerlemiş olmasından mütevellik bir daha belki o coğrafyaya gelemeyecek olmasıyla şeklinde verilebilir... 

Şayet Hammer’a kulak kesilecek olunursa,  Hadım Süleyman Paşa’nın, Edirne’de 1. Süleyman’ı ziyaretine öyle elini kolunu sallayarak gitmediği, yanında yüklü hediyelerle huzura çıktığı söylenemez mi? 

Bu hediyelerin yanı sıra Diu’da başarısız olsa da, Aden Adası’nı ve Yemen sahillerini Osmanlı topraklarına dönüştürmesini de eklemesi gayet doğal olsa gerek. 

Kahire’ye vali olarak atanacak kıymette bir devlet adamı olan Hadım Süleyman Paşa’nın, yukarıda dile getirildiği üzere, diğer bazı hasletleri de mevcut gözüküyor. 

Bu hasletlerinin 1. Süleyman önünde onu haklı çıkarmaya yeter kuvvette olduğu, örneğin 1555’de idam edilen Piri Reis gibi, benzeri başarısızlıklarının bedellerini hayatlarıyla ödeyenlerle karşılaştırıldığında anlaşılıyor. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/hadim-suleyman-pasa-dogruyu-mu-soyledi-did-hadim-suleyman-pasha-tell-the-truth/


11 Şubat 2025 Salı

Japonya-ABD işbirliğinde güvence / Assurance in Japanese-US cooperation

Mehmet Özay                                                     11.02.2025 

Japon başbakanı Shigeru Ishiba’nın geçtiğimiz Perşembe ve Cuma günleri ABD’ye yaptığı ziyaret, sadece iki ülke ilişkileri açısından değil, Trump yönetiminin küresel yeniden yapılanma bağlamında da büyük önem arz ediyor. 

Bu ziyareti, Japon-ABD ilişkilerinin ne denli birbirine yakın olduğunu kanıtlarken, Trump’ın son dönemde önerdiği projelerine önemli küresel destekçiler bulma noktasında da, umudunu artıran bir gelişme olarak görmek gerekiyor. 

İkili ilişkiler kaldığı yerden...

Trump ikinci dönem başkanlığına, birinci dönemden kaldığı yerden devam ederken, en önemli rakibi olarak Çin’i görmesine paralel olarak Japonya, Doğu Asya’da ulusal güvenliğine temel tehdit olarak Çin’i bulması hiç kuşku yok ki, iki ülkenin birbirine bağını güçlendiren en önemli nedeni teşkil ediyor. 

Buna Kuzey Kore’yi de eklediğimizde özelde, Japonya ve genelde, Doğu Asya güvenliği’nin ABD için kaçınılmaz önemi, bölgedeki en önemli müttefiki Japonya’yı diğer ülkeler arasında öne çıkartıyor. 

Trump, Ishiba ile yaptığı ortak basın toplantısında bu hususa değinerek, ABD ve Japonya arasında güvenlik işbirliğine özenle vurgu yaptı. 

Bu çerçevede, Trump’ın, Japonya’nın güvenliğine yönelik işbirliğinde bir değişiklik olmayacağını vurgularken, Çin ve Kore Yarımadası güvenliğine özenle değindiğini de söylemekte yarar var. 

Trump, güvenlik konusuna somut bir açılım getirerek, hafta içinde ABD yönetiminin aldığı kararla Japonya’ya bir milyar dolarlık askeri malzeme satışı yapacağını açıkladı. 

Hint-Pasifik 

Son yirmi yıldaki küresel gelişmelere bakıldığında, Çin’in giderek artan ekonomik, askeri ve de siyasi gücü karşısında, Japonya ve ABD ittifakının her açıdan önem kazandığını ifade edebiliriz. 

ABD’nin, Hint-Pasifik coğrafyasında deniz seyr-ü seferinin tüm aktörlere serbest ve açık olarak işlev göstermesi konusundaki yaklaşımına, Japonya ilk elden destek verirken, bu geniş suyolunun güvenliği noktasında oluşturulan uluslararası birliklerde ilk sırada yer alan yine Japonya oluyor. 

Bu noktada, Quad adıyla anılan birliği hatırlamakta yarar var... 

Bünyesinde ABD, Japonya, Avustralya ve Hindistan bulunan söz konusu birlik, 2004 yılında Hint Okyanusu’nda meydana gelen tsunami sonrasında oluşturulmuş ve ardından, güvenlik diyalog çerçevesine dönüştürülmüştü. 

Son dönemde, askeri tatbikatlarla adını duyuran yapının Hint-Pasifik güvenlik süreçlerine paralel olarak yeni düzenlemeler gidebileceğini öngörmek mümkün.

Siyasal ve ekonomik işbirliği

Japonya ve ABD arasındaki bu güvenlik boyutunun yanı sıra, iki ülkenin siyasal ve ekonomik işbirliğinin kopmaz bir bağla tesis edildiğini söylemek abartı olmayacaktır. 

Aşağıda değineceğim üzere Japonya’nın ABD’ye olan yatırımları konusunda Japon tarafı gayet agresif bir açılım sergileme arzusunda. 

İki liderin görüşmelerinde Japonya’nın ABD’ye olan 800 milyar dolarlık dış yatırımının bir trilyon dolara çıkartılması hedefleniyor. 

Bunun yanı sıra, enerji konusu hiç kuşku yok ki, önemli işbirlikleri arasında yer alıyor. 

Bu noktada, Japonya’nın ABD’den sıvılaştırılmış gaz alımını artıracağı konusunda anlaşma yapıldığı açıklandı. 

Ayrıca, iki ülkenin Alaska’da enerji sahasında ortak yatırımları olacağı da dikkat çeken konular arasında bulunuyor. 

Trump’ın umudu

Trump, umduğu dış yatırımı Japon şirketlerinden bulabilecek mi? 

Ishiba’nın ABD’ye yaptığı resmi ziyarette belki de, öne çıkan en önemli soru buydu. 

Bu noktada, ilk akla gelen soru ABD ve Japonya arasındaki ticaret açığı... Trump, bu hususa değinerek açığın 100 milyar dolar civarında olduğuna işaret etti. 

Ancak, Trump, herhangi bir yaptırımdan bahsetmezken, bu açığın giderilmesi konusunda özellikle petrol ve gaz gibi enerji alanlarındaki yatırım ve işbirlikleriyle bu açığın kapatılmasına dolaylı bir vurguda bulundu. 

Aşılan sorun!

Ishiba ve Trump görüşmesinin en önemli süreçlerinden biri Nippon çelik firmasının Amekina çelik endüstrisine yatırımı konusuydu. 

Bu husus, Biden döneminde Nippon Çelik Firması’nın, Amerikan çelik endüstrisinin en önemli merkezi konumundaki Pittsburg üretim merkezini alma çabası olumsuzlukla sonuçlanmıştı. 

Sabık başkan Joe Biden yönetimi, çelik endüstrisinin Amerikan ulusal güvenliğiyle doğruna ilintili olduğu yönlü yaklaşımı nedeniyle 15 milyar Dolarlık Japon yatırımına ‘hayır’ demişti. 

İşin ilginç yanı, çelik endüstrisi çalışanları şirketin Japonlara geçmesinden yana tavır sergiliyordu. 

Taraflar arasında yapılan görüşmeler sonrasında Trump yaptığı açıklamada, Nippon şirketi’nin Pittburg’daki çelik üretim merkezini tümüyle satın almasının mümkün olmadığını ancak, önemli bir yatırımın yapılacağını söyleyerek konuya açıklık getirmiş oldu. 

Sorunun bu şekilde aşılması, öyle anlaşılıyor ki, Trump yönetiminin pazarlık konusundaki gücünü gösteriyor. 

Trump, bunun ipucunu geçen SoftBank ceosuyla yaptığı görüşme sonrasındaki açıklamalarıyla ortaya koymuştu. 

Trump, geçen ay yaptığı ilgili açıklamasında, Japon teknoloji firması SoftBank önümüzdeki dört yıl boyunca ABD’ye yüz milyar dolarlık yatırım yapacağını ifade etmişti. 

Trump, Biden yönetiminin ‘ulusal güvenlik’ sorununu gündeme taşımamakla birlikte, Pittburg’daki oluşumun satılmayacağına değinirken, Japonya’dan gayet önemli miktarda bir yatırımın geleceğini söyleyerek orta yol takip ettiğini söyleyebiliriz. 

Bu karar, hiç kuşku yok ki, Donald Trump’ın neredeyse, tüm dünyayı Amerika’ya yatırıma davet etmesiyle doğrudan bağlantılı bir husus. 

Japonların yatırım ısrarı

Japonların ABD’de yatırım konusundaki ısrarlarının temelinde, birkaç temel husus dikkat çekiyor. Bunların başında, son dönemde Çin’e yatırımlarda yaşadıkları zorluklar geliyor. 

İkincisi, yaşlanan nüfus nedeniyle Japon firmalarının yurt dışı yatırımları öncellemeleri. Üçüncüsü, Japon para birimi Yen’in uluslararası piyasalardaki düşük değeri...

Kanımca, Japonya ile ABD arasında son yetmiş yılda gelişme gösteren ikili ekonomik ilişkilerin doğasından kaynaklanan bir durumun da, ağırlıklı olarak bu süreçte önemi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

Öyle ki, devlet destekli Çin firmaları karşısında yaşanan yatırım zorlukları nedeniyle yönünü büyük ölçüde ABD’ye çevirmiş olan Japonların 2019 yılından bu yana, ABD’de en büyük dış yatırımcı olmaları bunu kanıtlıyor. 

Söz konusu Japon yatırımlarının, Trump yönetiminin dış yatırımcılara sağlayacağını vaat ettiği en önemli imtiyazlardan sonuna kadar yararlanacaklarını söylemek gerekiyor. 

Japon başbakanı Ishiba’nın ABD’ye yaptığı resmi ziyaret, iki ülke ilişkilerinin tahmin edildiği üzere hasarsız bir şekilde devamı konusunda önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. 

Bu sorunsuz yapının oluşmasında son yaklaşık yetmiş yıllık işbirliği gibi bir birikimin olması kadar, yaşadığımız süreçte Japonya ve ABD’yi yan yana olmaya zorlayan çeşitli nedenler olduğunu unutmamak gerekiyor. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/japonya-abd-isbirliginde-guvence-assurance-in-japanese-us-cooperation/


9 Şubat 2025 Pazar

ABD’de Trump politikaları ve küreselleşme / Trump policies in the U.S. politics and globalization

Mehmet Özay                                              09.02.2025

Modernleşme teorilerinin önemli alt alanlarından birini oluşturan küreselleşme’nin, 1970’ler ve özellikle de, 1980’lerden sonra gündeme geldiği görülür. 

Bu sürecin, dünyanın farklı bölgelerinde farklı ölçülerde ve boyutlarda ortaya çıkması doğaldır. Önce Batılı liberal ekonomi modeline sahip ülkeler arasında başgösteren ve ardından, bu ülkelerin ikili ve bölgesel ilişkileriyle yaygınlaşan bir sürece tanık olundu. 

Bununla birlikte, yaşanılan küreselleşme sürecinin bu döneme ait toplumlara özgü olmadığı da hatırlanmalıdır. 

Öyle ki, her yüzyılın veya dönemin kendine özgü bir küreselleşme süreci yaşadığı tarihsel bir vakıadır. 

Örneğin, Roma İmparatorluğu’nun genişleme süreci, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nda devlet dini haline gelmesi, İslamiyetin Arab Yarımadası’ndan başlayan gelişimi, Çin’de 9. yüzyıldan 14. yüzyıla değin tedrici olarak gelişme gösteren Sung, T’ang ve Ming Hanedanlıkları yüzyıllarında denizcilik çalışmaları, 12 ve 13. yüzyıllarda Cengiz ile sembolleşen Moğol hanedanlıklarının Asya güçleri olarak istilȃcı yapılaşmaları, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar ve Doğu Avrupa’ya genişlemeciliği, 15. yüzyıl sonlarında başlayan ve giderek Batı Avrupa denizci uluslarını içine çeken dünya okyanuslarını ve bu okyanuslara komşu topraklardaki toplumları anlama, öğrenme ve sömürge süreci vs. her biri kendi siyasi, dini, ekonomik bağlamları nezdinde küresel gelişmeler olarak akıllarda yer tutmuştur. 

Tüm bu süreçlerde ve dedevamlarında ortaya çıkan salgın hastalıklar, savaşlar örneğin 1. ve 2. Dünya Savaşları ve bugün anısı hȃlȃ zihinlerimizde canlı olan kovid 19 bunlar arasındadır.

Yaşadığımız dönemin küreselleşme olgusunu gündeme getiren ise belki de, yukarıda zikredilen ve de benzerelerini de ekleyebileceğimiz tüm tarihsel süreçlerin, bir tür toplamı olarak kabul etmek mümkün. 

Bununla söylenmek istenen, finans, emtia ve insan mobilitesinin aldığı hız ve yayılım boyutudur. 

Yukarıda zikredilen dönemlerde, her bir farklı süreci doğrudan veya dolaylı olarak yöneten bir ulus öne çıkarken, günümüz küreselleşmesinde bu yayılımı sağlayan başat aktör Batı olurken, diğer irili ufaklı aktörlerin de, en az Batı kadar eylemde rolü ve işlevi bulunmaktadır. 

Trump politikaları

Küreselleşme bağlamında bu kısa girişi yazmama sebep husus, ABD’de başkan Donald Trump’ın gümrük tarifeleri olgusuyla ortaya koymaya çalıştığı sürece dair bir projeksiyon sunmaktır. 

Bir Amerikan siyasal milliyetçisi olarak kabul edilmesinde mahzur olmayan Trump, bu tanımlamaya uygun olarak, küresel gücünden veya bu gücü oluşturan komponentlerin bazılarında gerileme kaydeden Amerika’yı “yeniden büyük yapma” hedef ve iddiasını ortaya atarken, bu yaklaşım onu gizli/açık aşırı, tutucu ve de saldırgan bir dil kullanmaya sevk ediyor. 

Trump’ın, kendi ulusunun milliyetçisi olarak, ulusunu sevme ve küresel güçler arasında en öne çıkarma çabasının anlaşılabilir ve gayet doğal olduğu söylenebilir. 

Bununla birlikte, Trump’ın bu hedefe ulaşmada başvurduğu yolların normal dışılığı, ‘öteki’ ulusların ticaret gücünü, ekonomisini, üretim süreçlerini, küresel mobilite ağlarını vb. sekteye uğratacak, dönüşüme maruz tutacak ve/ya kökten değiştirecek bir yöntem izlemesinden kaynaklanıyor. 

Ancak, bu agresif ve kuraldışılık boyutları gayet aşikȃr olan bu yaklaşımın, sistemin küresel işleyişi dikkate alındığında ABD’ye yarar getirip, ötekilere zarar getireceğini düşünmek mümkün gözükmüyor. 

Küreselleşmenin kaçınılmazlığı

Kovid-19 sürecinde, küresel vatandaşlar olarak her birimizin tecrübe ettiği üzere tedarik ağlarının aksaması doğu’dan batı’ya, kuzey’den güney’e her toplumu ve her bireyi etkilemiştir...

Öyle ki, bugün, herhangi bir konunun küreselleşme dışında ele alınamayacağı bir dönemin yaşandığı konusunda kanımca her bilim çevresi hem fikirdir. 

Bu durum, finanstan eğitime, sağlıktan dini alana kadar toplumları çekip çeviren tüm kurumsal yapıların birbirine eklemlenmişliği kadar, bu yapıların salt bir ülkenin değil, yanı başındaki komşu ülkelerden başlayarak, küresele doğru genişleyen etkileşimlere neden olduğu gerçeği ile karşılaşılır.

Gümrük tarifeleri 

Trump’ın, Amerikan dış ticaretinde en önemli yeri teşkil eden ülkelere yönelik ticari yaptırımlarının, bu alanla sınırlı kalmadığı ve sürecin siyasi yaptırımlara doğru evrildiği görülüyor. 

İlk dikkat çeken ülkelerin ABD’nin güneyindeki komşusu Meksika ile kuzeyindeki komşusu Kanada olduğunu herkes görmüş ve anlamış durumda...

Aynı coğrafi konumu paylaşan bu ülkelerin ticaret, ekonomi, yatırım işbirlikleri gibi alanları birbirine entegre etme adına oluşturulmuş ve konumuzla doğrudan ilgisi bağlamında, bölgenin kendi içinde ve de diğer bölgelerle küreselleşmesini sağlayan Kuzey Amerika Serbest Ticaret İşbirliği Anlaşması (North America Free Trade Agreement-NAFTA) bunun kanıtı olarak 1992’de hayata geçirildi. 

Bu anlaşmanın, tıpkı benzerlerinin olduğu gibi, ilgili üye ülkeler arasında her alanıyla ekonomik mobiliteyi gerçekleştirmek günün popülerleşen tabiriyle söylemek gerekirse, tedarik hatlarını olabildiğince genişletmek ve ekonomileri birbirine entegre etmek suretiyle gelişmeyi sürdürülebilir hale getirmektir. 

Bu süreçte, hangi ülke halkının daha çok kazanacığından ziyade, gizli/açık birlikte kazanma olgusunun öne çıktığı görülür. 

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, bölgesel ve küresel ticaret anlaşmalarında ilgili imzacı ülkeler zararı öngörmezler aksine, oluşacak ekonomik dinamizmin kendilerine ne ölçüde katkı sağlayacağının plȃnlamasını yaparlar. 

Bugün, ABD özelinde karşı karşıya kalınan durum da aslında, tastamam bunun bir göstergesidir. 

Bumerang etkisi! 

ABD yönetimi, başkan Trump’ın söylemleriyle 2016’dan bu yana şekillendirdiği ve bugün, çok daha siyasi gücü de arkasına alarak ortaya koymaya çalıştığı yaklaşım, oluşan entegre ekonomi yapılarında kırılmaya yol açmaktır. 

Nihayetinde, Trump’ın hedefinde, NAFTA özelinde söylecek olursak, ilgili üye ülkelerle ortak kalkınma ve paylaşım değil, aradan geçen süre zarfında her iki ülkeyle yani, Meksika ve Kanada’yla dış ticareti önemli açıklar veren ABD’nin, ticaret kuralları dışına taşan ve daha çok siyasi kararları ve yaptırımları öngören bir metod izleme arzusudur. 

20 Ocak’tan bu yana, Trump’ın ortaya koyduğu yönetim tarzı, bir küresel lider tipi şeklinde algılanmaya müsaitken, küresel şartları oluşturan unsurları kendi ülkesi lehine çevirme girişimini bildik, konsensüs üzere oluşturulmuş kurallar bütünü bağlamında çözme taraftarı olmaması onu, benzeri liderlerden ayırt eden en önemli konumu oluşturuyor. 

Trump’ın şu ana kadar üç ülke üzerinde icraya geçirilen ve bu bağlamda bazı diğer alanlardaki gelişmeleri de tetikleyen gümrük tarifeleri politikasının sadece bu ilgili ülkeleri değil, ABD’yi ve diğer ülkeleri de etkileyebilecek gelişmeler olduğunu unutmamak gerekir. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/abdde-trump-politikalari-ve-kuresellesme-trump-policies-in-the-u-s-politics-and-globalization/