Mehmet Özay 12.02.2025
Bu noktada, bir ölçüde merhum Cengiz Orhonlu ile öğrencisi Salih Özbaran’ı anmakta ve hatırlatmakta yarar var...
Hadım Süleyman’a dair
Başlıkta dikkat çektiğimiz Hadım Süleyman Paşa’yla ilgili olarak gayet kısaca gündeme getirmek istediğim husus, onun 1538 Diu seferi başarısızlığının ardından, belki de, bu başarısızlığın doğurduğu bir hınçla giriştiği Yemen sahillerini alma girişimindeki başarısını Edirne’de 1. Süleyman’a nasıl sunduğuna dairdir.
Bu sunumun önemli olduğunu düşünmeliyiz. Bunun temel nedeni, Osmanlı geleneğinde kendisine görev tevdi edilen kişinin başarısızlığının -en azından dönemi itibarıyla 16. yüzyıl ilk yarısında- başka bir şekilde karşılığı bulunmuyordu.
Bunun tipik örneğini, Piri Reis gibi dönemi ve sonrasının Osmanlı haritacılığında simge bir ismin aynı suyolunda başarısızlığı sonucu kellesini yitirmesinde tanık oluyoruz.
Peki, Hadım Süleyman Paşa, 1538 başarısızlığına rağmen, 1. Süleyman’a neler sunmuş olmalı ki, benzer bir cezalandırmadan kurtulmuş olsun?
Bu hususa geçmeden önce, 1538 öncesine dair yine kısa olmak kaydıyla bazı gelişmeleri paylaşmakta yarar var.
1517 süreci ve Hint Okyanusu
Osmanlı’nın Hint Okynausu sürecinin, 1517 ile başlatılmasının doğallığı kadar, sürecin nasıl işlediğine dair karmaşa ve hatta belirsizlikten bahsetmek mümkün.
Karmaşadan kasıt, 1517’de Mısır’ı ve dolayısıyla Hicaz’ı almasının getirdiği doğallıkla, sınırlarını Hint Okyanusu kıyılarına dayandıran Osmanlı’nın bu devasa okyanus üzerinde, ne tür faaliyetler gerçekleştireceği konusunu denizcilerden ziyade, eyalet valiliği üzerinden Kapudan Paşa olarak atanan sivil-askeri liderlerce yönetilmesine terk edilmiş olmasıdır.
Bu atamalarla gelenlerin yanlarında denizcilikten anlayan kişilerin ve grupların olduğunu söylemek gerek.
Sürpriz isimler
Haddi zatında, ilgili kaynaklar dikkate alındığında, adları ve sanları noktasında bugüne sadece birkaç kişinin kaldığı gözlemlenen denizci unsurların aslında, Osmalı başkenti ile Mısır Valiliği ile Süveyş Donanması arasında kayda değer bir rol oynayabilecek nitelikte kişiler olduğunu vurgulamak gerekir.
Bunların başında Selman Reis’in geldiği, konuya şu veya bu şekilde vakıf kişilerce malumdur...
Selman Reis’in, önceki yaşamına dair elimizde pek veri olmamakla birlikte, yüzyılın başlarında yani, 1500’lerde Akdeniz’de yetişmiş ve akabinde, Mısır Memlüklüleri’nin denizci Portekizlerin varlığı karşısında, donanma ve insan gücü noktasındaki talebine, II. Bayezıd döneminde verilen karşılığın bir yansıması olarak, bir Osmanlı denizcisi olarak kabul etmek rasyonel gözüküyor.
Onunla birlikte, örneğin Portekiz kaynaklarında dikkat çekildiği üzere, Murat Reis , Hüseyin Reis gibi başka Reisler’in de bölgede var olduğunu görüyoruz.
Bu bireyleri ve bunlara bağlı küçük denilebilecek grupları ‘Rumiler’ adıyla özerk denizci yapıları olarak adlandırmak için elimizde gayet önemli veriler var. Bunların yazılı çizili hale getirildiği de biliniyor...
Ancak, Selman Reis’i diğerlerinden ayıran husus, onun salt denizci değil, aynı zamanda bölgedeki gelişmeleri detaylı denilebilecek bir şekilde anlama çabası sergilemiş bir kişi olmasında yatıyor.
Bu özelliğinin işaretini, adına ‘lahiya’ denilebilecek çalışmasını önce 1. Selim’e ve ardından, oğlu 1. Süleyman’a ulaştırması onun, -Hint Okyanusu’nun tamamında olmasa bile- en azından, Batı bölümü’nde yani, Arab Denizi denilen suyolunda olan biten yakın tarihsel gelişme ve bunun doğurduğu ve doğurabileceği gelişmelere dair fikirlerini paylaşabilen, okur-yazar ve -bir ölçüde- düşünür olmasında görüyoruz.
Selman Reis’in bu yazılı çalışmasının ne, 1. Selim ne de, 1. Süleyman tarafından hakkıyla yerine getirilebilmiş ve değerlendirilebilemiş olduğunu söylenebilir.
Bu yaklaşımı, Selman Reis’in 1517 ila 1525’de sunduğu lahiyalar ile bu dönemlerde hükümdar olan, yukarıda adı geçen iki sultanın icraatlarının yapılaşma süreçlerindeki farklılık ortaya koyuyor.
1. Selim’in müdahalesizliği, belki de, beklenmedik şekilde vefatı, gayet maddi bir neden olarak ileri sürülebilirken, 1. Süleyman’ın ilgili lahiya’ya yaklaşımının gayet gecikmeli olarak ortaya çıkmasında, diğer siyasal ve askeri nedenleri yani, Osmanlı’nın klasik dış politika unsuru diyebileceğimiz, ‘Balkanlar ve Orta Avrupa’ üzerine yönelik askeri politikalarına bağımlılığı geldiğini söylemek mümkün.
Okyanus denizciliği
Osmanlı’yı, okyanuslarda bir denizci devlet yapma iddiası ile Osmanlı’nın küresel hakimiyet sergilemesi arasında koşutluk kurma çabasının var olan bilgileri yanlış yorumlamanın ve ilgili bölgelerdeki Osmanlı’ya dair olan bilgilerde, neler olup bittiğini yeterince ele almamanın ortaya çıkardığı bir karmaşadan bahsetmek mümkün.
Osmanlı öncesinde, Hint Okyanusu’na yönelik denizcilik yöneliminin Memluklüler Devleti’nde olup olmadığının sorgulanması bile bize, bir devamlılık olup olmadığını göstermesi açısından önemli olduğunu söylemek gerekiyor.
Benzer bir karmaşanın, 1525 yılından itibaren Sultan 1. Süleyman’a lahiyanın sunulması sonrasında da ortaya çıktığı görülüyor. Karmaşayı belki şu şekilde tanımlamak mümkün: “Osmanlı pek de bilmediği Okyanus sularına, ‘Öteki’ Müslüman toplumların talepleri ve çağrılarına karşılık gelecek şekilde’ açılma niyetinde olmakla birlikte, bir türlü bu açılma sürecini arzu edilen nitelikte ve bağlamda ortaya koyamamıştır...
Bu karmaşanın, tarihçi denilebilecek bazı kişilerin zihinlerinde yol açtığı bir diğer kafa karışıklığı ise Osmanlı’nın kapalı denizcilikteki varlığını, -yukarıda dikkat çektiğim üzere-Okyanus denizciliği boyutuna taşıma arzusuna karşılık gelecek bir yapının oluşturulamamış olmasıdır...
Bu sürece kısaca değinemceğimi yukarıda ifade etmiştim...
Bu kafa karışıklığının, öyle anlaşılıyor ki, -diyelim ki, 1980’lerden sonra gündeme gelen yazılı çalışmaları ortaya koyan tarihçilerde değil-, bizatihi, 16. yüzyıl ilk yarısındaki gelişmelere konu olan ve bu gelişmelerin aktörü hükmündeki Hadım Süleyman Paşa’da tezahür etmiş olmasıdır.
Hadım Süleyman Paşa, kendisine tevdi edilen görevi yani, Gücerat Sultan’ı Bahadır Şah’ın -bir yandan, karadan Timurlar öte yandan, denizden Portekiz tehdidi karşısında Osmanlı ile girdiği haberleşme sonrasında en azından denizden gelen tehdidi savurma adına yardım talebini ortaya koymak amacıyla sefere çıkmıştı.
Hadım Süleyman Paşa, dönemi itibarıyla gayet önemli sayıda ve güçte olduğu belirtilen donanmasına rağmen, Portekizlilerin hakimiyetindeki ve de bölgeyi kontrol etme konusunda son derece stratejik olan Diu Adası’nı alamamasına ve bölgedeki Portekiz donammasıyla karşılayıp ‘üstesinden gelememesine’ rağmen, bu seferi ‘zaferle taçlandırmayı’ başarabilmiştir.
Bazı kaynaklara göz attığımızda, Hadım Süleyman Paşa’nın, “tantanayı seven” bir kişilikte yönetici olduğu, Kahire’ye vali olarak atandığında yanına aldığı bin yeniçerinin tamamının, “altın kemerlerle donandığı ve üzerlerine kıymetli mücevherler iliştirilmiş hançerler bulunduğu” belirtilir.
Paşa’nın tantanayla ilgili yaklaşımının sadece yeniçerilerine giydirdiği kıymetli eşyalarla sınırlı olmasa gerek... Paşa’nın, yine Hammer’den alıntıyla söyleyecek olursak, “tek kusurunun, ‘Emir Canım Hamravi’ ve oğlu Emirü’l Hacc Yusuf’u öldürmesi”nin gösterilmesinin dışında hususiyetleri olsa gerek... Bölge ile ilgili görevlendirilmesinin en önemli süreçlerinden biridir aslında Aden’e uğraması.
Ve burada adı geçen emiri amiral gemisine astırmasının sadece Aden’de kalan bir ‘hikâye’ olmadığını aksine, Gücerat’a kadar bu ‘infazın’ duyulduğunu ifade etmekte yarar var...
Paşa’nın tantana ile ilgili yönünde, Diu dönüşü Yemen sahillerini Osmanlı topraklarına katmış olmasında da karşımıza çıktığını söylemek mümkün. Paşa’nın, Cidde’de mola verip hac farizasını yerine getirmesine karşılık, “önemli ancak, o dönemde gerekli miydi?” soru gündeme getirilebilir.
Belki de, bunun en basit cevabı yaşının gayet ilerlemiş olmasından mütevellik bir daha belki o coğrafyaya gelemeyecek olmasıyla şeklinde verilebilir...
Şayet Hammer’a kulak kesilecek olunursa, Hadım Süleyman Paşa’nın, Edirne’de 1. Süleyman’ı ziyaretine öyle elini kolunu sallayarak gitmediği, yanında yüklü hediyelerle huzura çıktığı söylenemez mi?
Bu hediyelerin yanı sıra Diu’da başarısız olsa da, Aden Adası’nı ve Yemen sahillerini Osmanlı topraklarına dönüştürmesini de eklemesi gayet doğal olsa gerek.
Kahire’ye vali olarak atanacak kıymette bir devlet adamı olan Hadım Süleyman Paşa’nın, yukarıda dile getirildiği üzere, diğer bazı hasletleri de mevcut gözüküyor.
Bu hasletlerinin 1. Süleyman önünde onu haklı çıkarmaya yeter kuvvette olduğu, örneğin 1555’de idam edilen Piri Reis gibi, benzeri başarısızlıklarının bedellerini hayatlarıyla ödeyenlerle karşılaştırıldığında anlaşılıyor.
https://guneydoguasyacalismalari.com/hadim-suleyman-pasa-dogruyu-mu-soyledi-did-hadim-suleyman-pasha-tell-the-truth/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder