Mehmet Özay 15.02.2025
Bununla birlikte, yazının konusunun Paşa’nın ödüllendirmesinden ziyade, Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu’ndaki gelişmelere karşı vermeye çalıştığı askeri ve politik karşılığın neye tekabül ettiğine dair eleştirel bir yaklaşım geliştirmeye çalıştığımı söylemeliyim.
Bu hususa devam etmekte yarar var...
Hadım Süleyman Paşa’nın temel hedef olan Portekiz varlığıyla mücadele edemediği; hatta, Doğu’dan ve Batı’dan çeşitli tarihçilerin ortak bir fikirde buluşarak, mağlubiyetine rağmen, niçin ödüllendirildiğini ve bu ödüllendirmenin ardında, başka ne tür nedenlerin olabileceğini; Osmanlı başkentinde saray ve çevresinin Hint Okyanusu politikasını Hadım Süleyman Paşa’dan dinlemek suretiyle, nasıl bir yanlışa süreklendiğini vs. anlamak mümkün olabilecektir.
Bu sayılan hususlardan da öte,
a) Osmanlı Devleti ile siyasi, askeri ve -muhtemelen ticari- ilişkileri geliştirme talebinde bulunan Gücerat Sultanlığı ile -elimizde, şimdilik doğrudan bir kaynak olmamakla birlikte-, Osmanlı’yla benzeri süreçleri hayata geçirmeyi arzu ettiği düşünülebilecek şehir devletlerinin -nihayetinde, bölgedeki süreçler benzerlik arz ediyordu- nasıl olup da, Osmanlı’yla ittifak kurmaktan vazgeçtiklerini;
b) bunun yerine, zamanı ve yeri geldiğinde Osmanlı’ya karşı Portekizlilerle işbirliği yaptıklarını;
c) dolayısıyla, -tüm bu gelişmeler noktasında- Osmanlı Devleti’nin hem, dini yani, İslami hem de, ekonomik ve siyasi bağlamlarında gelişmeleri doğru okuyamamış olduğuna dair bazı fikirler geliştirmek de mümkün olabilecektir.
Sorun Portekiz değil!
Bu noktada, Portekizlilerin varlığıyla Hint Okyanusu’ndaki gelişmeleri doğru değerlendirmemize olanak tanıyacak bazı gelişmeleri paylaşmak gerekiyor.
Avrupalı denizci ulusların, Hint Okyanusu’na açılma başarısını göstermeleri, dönemi itibarıyla dünyanın sadece, coğrafi anlamda yönünü değiştiren bir gelişme olarak ele alınamaz.
Bu deniz seferlerine neden teşkil eden ticari metaların kaynağına ulaşma kadar, bu ticaretin sürdürülmesi ve gelişmesiyle birlikte, Batı Avrupa kapitalizminin konsolidasyon sürecini ve ardından, yükselme dönemini yaşaması anlamına geliyordu.
Öyle ki, Portekizlilerin, 1498’de Hindistan’ın batısında Kalikut (Calicut) limanına ayak basmaları ve tedrici ancak sürdürülebilir bir şekilde, başta 1503 yılında Surat olmak üzere, 1505, 1509 yıllarında yani, yaklaşık on yıllık süre zarfında, Hindistan sahillerindeki -Goa, Cochin vb. gibi kuzeyden Gücerat’dan başlayıp, güneyde Malayalam’a değin uzanan sahil şeridindeki irili ufaklı liman şehirlerindeki- varlıklarını güvence altına almalarının ardından, önce Kuzey Sumatra’yı ve kısa bir süre sonra da, Malay Yarımadası’nı hedef olarak belirledikleri görülür.
Portekizlilerin emelleri arasında bildik anlamda, teritoryal genişlemeden söz etmek mümkün değildir.
Aksine, ticari faaliyetleriyle öne çıkan liman şehirlerinde kontrolü sağlamakla sınırlı bir politika takip etmişlerdir.
Bu yaklaşımı, dönemi itibarıyla düşündüğümüzde, teritoryal egemenlikten çok daha önemli olduğuna kuşku bulunmamaktadır.
Bu süreçte, 1509 yılında belki de, 12. ve 13. yüzyıllardaki siyasi varlığından önemli şeyler yitirmiş olduğu söylenebilecek Kuzey Sumatra’daki Samudra-Pasai’ye (1509) barışcıl bir çabayla çıkmaları ve ardından, 1511’de Malay Takımadaları’nın dönemin en önemli liman şehirlerinden, özellikle de, Portekiz ve Venedik kaynaklarına bakıldığında, en önemli ticaret merkezi hüviyetini taşıyan Malaka şehir devletini ele geçirmeleri, dönemin küresel baharat ticaretinde ve de, bu ticaretin tetiklediği kapitalist ekonomik süreçlerin yeni gelişmelere konu olmasını sağladı.
Portekizlilerin, 1641’de Malaka şehrini Hollandalılara kaptırmalarıyla, yukarıda dikkat çekilen kapitalist ekonomik gelişmenin bitmediğini aksine sadece, Portekizlilerin bölgedeki yaklaşık yüz yirmi yıllık güçlü varlığının bittiğini söylemek mümkün.
Bunun ardından, Batı Avrupa denizci ulusların öncüsü konumundaki Hollandalılarca -ve bölgede, aynı dönemde varlık sürmeye başlayan İngilizlerce- sürecin giderek artan bir hızla devam ettirildiği anlamına gelir.
Bölgeye dair Osmanlı’nın bilgisi
1538 yılına yani, Hadım Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasının Portekizlilere yönelik girişimine dönebiliriz...
Temel hedef dikkate alındığında, Paşa’nın, askeri ve politik anlamda bu seferi yönetemediği açık seçik ortadadır...
Paşa’nın Aden’de, Ada’nın emirini idam ettirmesinin, önemli bir dönüm noktası olduğunu ve bunun, Paşa’nın bölge politikalarından haberdarsızlığını göstermesi bakımından ileri sürmek mümkün.
Nihayetinde, bu idam haberinin yayılması karşısında, Paşa’nın Diu’ya ulaşmasına, Ada’nın kalesini kuşatmasına rağmen, Gücerat Sultanlığı’ndan gereken siyasi ve lojistik desteği sağlayamamış olması, iki açıdan dikkat çekici ve öğreticidir.
İlki, askeri ve ikincisi de, politik anlamda, Osmanlı’nın bölgede var olmayı başarmasını sağlayacak iki temel yaklaşımdan yoksun olduğuna işaret eder...
Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemine tekabül eden bir süreçte böylesi bir başarısızlığa anlam bulmak gerektiğine kuşku yok.
Bölge coğrafyası, denizleri, toplumları, iklimi vb. gibi özelliklerine yabancı olan Osmanlı’nın bu maddi nedenlerin dışında, kendisine devletin kuruluşundan itibaren biçtiği -dini/siyasal epistemolojik temellerin dışında-, pratik ve pragmatik siyasi yöneliminin ağırlığından kurtulamadığını söylemek gerekir.
Karacı devlet-denizci devlet
Bundan kasıt, devletin kara devleti olma özelliği, ordu ve tarım sisteminin ayrışmazlığı, denizlerle ilişkisinin karaları savunmasına yarayacak şekilde ikincilleştirilmesi, devşirme sistemiyle askeri ve sivil bürokrasinin belirlenmişliği şeklinde özetlemek mümkündür.
İkincisinde yani, askeri ve sivil bürokrasinin teşkilinin kendi içerisinde -zamanla- devletin rasyonel işleyişiyle bağının ne denli sağlıklı bir şekilde örtüşüp örtüşmediği sorgulanmaya değerdir.
Burada, karşı bir argüman olarak, bölgedeki Osmanlı topları ve -Melik Ayaz gibi askeri yöneticiler (amir) vb. olguları dile getirenler olacaktır.
Bunda doğruluk payı yok değil...
Ancak, çeşitli çalışmalarda dile getirildiği üzere, bölgedeki bu askeri yapıların ve techizatın varlığının, Osmanlı’nın doğrudan siyasal ve askeri ilişkilerinden ziyade, adları Rumi olarak zikredilen ‘özerk’ yapılar ve bunların çabalarıyla açıklanması daha rasyoneldir.
Kaldı ki, sürecin Osmanlı merkezinden yönetilebilirliğine ve bunun, uzun dönemli olarak sürdürülebilirliğine dair elde, -en azından şimdilik- anlamlı kaynaklar bulunduğunu söylemek mümkün gözükmüyor.
Tüm bu söylenenlerin dışında ve de ötesinde...
Hadım Süleyman Paşa’nın sergilediği siyasi zekȃnın, salt onun bireysel tutumuyla sınırlı olmadığını aksine, Osmanlı’da devlet yapılaşmasının, bürokraside -özellikle üst katmanlarda- yer alan zevatın, devlet bürokrasisinin işleyişine dair içselleştirmiş olduğu politik tutumlarının genele matuf bir vechesi olduğunu da ileri sürmek mümkün.
Nihayetinde, Osmanlı Devleti’nin merkezi yönetimi ile Paşalar arasındaki ilişkinin, tarihsel olarak ‘kul’ bağlamı çerçevesinde yapılandırılmış olması, herhangi bir hatanın karşılığının, bürokratik ve rasyonel kararların dışında, -pozitif veya negatif anlamda-, ikili ilişkilerle belirlenebileceğini ortaya koyuyor.
Hadım Süleyman Paşa’nın Diu Seferi başarısızlığına rağmen, seferin belki de öngörülmeyen ancak, sonunda bir başarı gibi sunulan Aden ve Yemen sahillerinin alınmasına karşılık, benzer bir sürece konu olan Piri Reis’in ‘kellesinin alınması’nın Osmanlı bürokrasisinde yükselme dönemine dair örnek olaylar olarak ele alınmayı gerektiriyor.
Burada bir parantez açarak...
Aden ve Yemen sahillerinin alınmasının bile, temelde yukarıda dikkat çekilen Osmanlı’daki yerleşik teritoryal egemenlik konseptiyle örtüştüğünü söylemekte yarar var...
Piri Reis, Mısır kapudanı olduğu dönemde (1551-1552), Süveyş’den baştarda, kadırga, kalite ve kalyondan oluşan yaklaşık otuz gemiyle çıktığı seferde, Portekizlilerle karşılaşma imkȃnı bulamadan, bölgedeki iklim koşullarının kurbanı olmasıyla, filonun kayda değer bir bölümünün hasara uğramasına veya yitirilmesi sonucu geri dönmek zorunda kalırken, “Umman bölgesinde Maskat hisarını ele geçirmesine ve halkını tutsak etmesine” karşılık, filonun kaybedilmesinden ötürü olsa gerek, en ağır cezaya çarptırılmaktan kurtulamadı.
Yine burada bir parantez açarak...
Piri Reis’in de tıpkı, Hadım Süleyman Paşa’nın yürüttüğü süreçte olduğu gibi, Batı Hindistan açıklarında Portekizlilere karşı bir başarı ortaya koymamakla birlikte, Osmanlı’nın toprak kazanma politikasının bir yansıması olarak, en azından, Muskat Kalesi gibi küçük -ancak, jeo-stratejik önemine kuşku olmayan- bir mevkii ele geçirmeyi düşünmüş olması üzerinde durulmaya değerdir.
Diğer bazı detaylar bize, Piri Reis’in bu seferinin aslında, Hadım Süleyman Paşa’nın Aden hakimini idamıyla ortaya çıkmasına neden olduğu ve bir anlamda devamlılık arz eden bir gelişme olduğunu söylemek gerekir.
Öyle ki, Osmanlı’nın o dönem egemen olduğu Hürmüz’de, “bölgenin emiri Portekizlilerden yardım talep etmesi sonrasında 19 gemi ve 1000’i aşkın askerle gelen Portekiz donanması, Osmanlı varlığına son vermesine tepki olarak” Piri Reis, -kaynaklarda Pir Bey veya Pir Baig olarak zikredilir- donanmanın başında bölgeyi kontrol etmek amacıyla gönderildi.
Buna rağmen, Piri Reis en ağır bedeli vermekten kurtulamamıştır...
Buna sebep, öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı saray çevresinde Portekizlilerle mücadelenin önemli olmadığını söylemek mümkün değilse de, bundan çok daha önemli olanın, mevcut donanmayı kayba uğramadan elde tutmanın öncellendiği sonucuna varmak mümkün.
Piri Reis gibi bir denizci ve bu konuda yani, denizcilik alanında gayet önemli bir eser vermiş bir kaptanın, Hint Okyanusu sularında gerek, deniz ve hava koşulları gerekse, düşmanla mücadele gibi teknikler konusunda gösterdiği yaklaşım temelde, bireysel bir özellik değil, Osmanlı Devleti’nin bölge ile irtibatının boyutlarını ortaya koyan bir gelişme olarak algılanmalıdır.
Yazının birinci bölümünde, “Peki, Hadım Süleyman Paşa, 1538 başarısızlığına rağmen, 1. Süleyman’a neler sunmuş olmalı ki, benzer bir cezalandırmadan kurtulmuş olsun?” sorusunu gündeme getirmiştim.
Yazının yöneliminin, bundan çok daha farklı olacak şekilde, Osmanlı Devleti’nin siyasal temellerine dair bazı görüşleri ortaya koymamıza yol açtığı dikkatlerden kaçmamıştır.
Aslında, tam da bu durum, Hadım Süleyman Paşa’nın içinde uzun yıllar yer aldığı sistemi içselleştirmesine ve başarısız olduğu önemli bir süreci devletin başına yani, 1. Süleyman’a başarılı bir sonuç elde etmiş gibi aktarabilecek bir siyasi zekȃya sahip olduğunu ortaya koyuyor.
https://guneydoguasyacalismalari.com/hadim-suleyman-pasa-dogruyu-mu-soyledi-ii-did-hadim-suleyman-pasha-tell-the-truth-ii/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder