Mehmet Özay 17.06.2024
Çokça Tanzimat olarak bilinen Gülhane Hatt-ı Humayun’unun
detaylarına bakıldığında, Batılılaşmacı bir eğilimin olduğu iddia edilebilirse
de, temelde “kanun-i kadim” denilen olgu dikkat çeker.
Kanun-i kadim, yani eski düzen’den kasıt, 15. ve 16.
yüzyıllarda yerleşik kurallar bütününe, nizama dönüşün öngörülmesidir.
‘Kanun-i kadim’ öyle, hiç de azımsanacak gibi bir kavram
gibi durmuyor... Belki de, devlet ve nizam bağlamında, pek çok şeyin tükenip,
elde avuçta bir şey kalmadığı bir zamanda başvurulacak bir sığınak...
Reform’da alternatif
Ancak, bir alternatif de gözlerden kaçmıyor...
Bizatihi, Tanzimat’ın referans yaptığı kurumsal
yapılaşmanın nereden ve nasıl temin edileceği meselesinde iş dönüp dolaşıp Batı
Avrupa ülkelerine dayanıyor.
Burada dikkat çeken ikilem, aradan geçen süre zarfında
meydana gelen yozlaşmadan kurtulmanın çaresi olarak bir yandan, kanun-i kadim’e
gönderme yapılırken öte yandan, yenileşmeci bir unsur olarak Batı kurallar ve
kurumlar sistemine yapılan atıflardır.
Hatt-ı Humayun’da dikkat çekilen dil’in temelde, ‘İslami’
bir bağlama oturmasını, Tanzimatçı zihniyetin reformu hedefleyen bu metni,
geniş toplum kesimlerine kabul ettirmenin bir aracı kılıp kıldıkları sorusunu
akla getirmiyor değil.
Eğitim reformu
Bu çerçevede, Eğitim’de Reform’un savunusu ve başlatıcısı
konumunda yine, Tanzimat sürecinin öncüsü Reşit Paşa’yı görüyoruz.
Paşa, geniş kapsamlı değişim sürecinin ‘eğitimsiz’
olamayacağını görmüş ve anlamış olmalı ki, Eğitim Genel Müdürlüğü ile Eğitim
Meclisi gibi iki kurumsal oluşuma dikkat çekmiştir.[1]
Ancak ilginçtir ki, bu kurumsallaşma sürecinde söz konusu
bu iki kurum Meclis-i valay-i ahkam-ı adliye ile Hariciye nezaretine, yani
dışişleri bakanlığı altında işlev göreceği belirtilmiş.[2]
Tam da bu noktada, burada da bir tür tuhaflık yok mu diye
sorası geliyor insanın...
İşin adliye kısmı bir yana, acaba dışişlerine yapılan
gönderme ile dönemin paşaları tarafından, “reform yapıyoruz, yani Batılılaşma
rotasındayız, bu işi de en iyi dışişlerimi bilir” denmiş olabilir mi?
Detayları -şimdilik- bir yana, iki temel kurumun
oluşturulması bağlamında bu iki başlık bize, dönemin var olan eğitim
kurumlarının bir çatı altında toplanması ve eğitim işinin -ehli üyelerin
bulunacağı- bir meclis marifetiyle gerçekleştirilmesi niyeti olduğunu
gösteriyor.
Söz konusu Eğitim Meclisi’nin, Meclis kelimesinden ötürü
çoklu bir meclis olduğu intibaı uyanıyor. Ancak, -en azından başlangıçta- atanan
üyelere bakıldığında, aralarında şeyhülislam Arif Hikmet Efendi, Mütercim Rüşdi
Paşa ve Fuad Efendi’nin isimlerine rastlıyoruz.[3]
Cevdet Paşa değinmese de, Eğitim Genel Müdürlüğü olarak
ifade edebileceğimiz ve 17 Mart 1857’de kurulan “Maarif-i Umumiye Nezareti”nin
başına ilk atanan kişi ise Morolu Abdurrahman Sami Efendi’dir.[4]
İşinin ehli bir bürokrat olduğu aşikâr olan Abdurrahman
Sami’nin dört yılı biraz aşkın bir süre sonra bu görevden istifa etmesi,
bireysel bir sebebe mi dayandığı yoksa, eğitimin kurumsallaştırılması sürecinde
karşılaştığı ve aşamadığı zorluklar neticesinde mi bu yolu seçtiği hususunda
elimdeki kaynaklarda bir açıklama bulamadım.
Eğitimi yönetmek
Yukarıda, eğitim işlerinin hukuk ve dışişleri bünyesinde yürütülmesinde
bir tuhaflık var diye değinmiştim.
Eğitim reformu hususunda destek verdiği belirtilen önde
gelen bürokratlar arasında dini bürokrasinin başında yer alan, dönemin
şeyhülislamlık makamında oturan Şeyhülislam Arif Hikmet Efendi de bulunuyordu.[5]
Eğitimde reform işini adliye ve dışişlerinden sorumlu
birimlere havale etmek yerine içinde örneğin, Şeyhülislam’ın da bulunacağı
dönemin dini-sivil entellektüellerini sürece dahil etmek yenilikçilik anlamında
daha esaslı bir yaklaşım olurdu.
Bu yapılmamış olsa dahi, en azından, eğitimde
düzenlemeler yapılması gereğine ihtiyaç duyulduğunda, dini bütün çevreler ve
kurum temsilcilerinin de bizzat gündeme gelmiş veya getirilmiş ve bu bağlamda, dini
destek (fetva) noktasında gayet önemli bir desteğin alındığı da anlaşılıyor.
Reformda şüphe!
Cevdet Paşa, eğitim reformuna nereden başlanacağı
konusunda bir fikir vermeye çalışıyor. Daha doğrusu, o dönem yaşanan
tartışmalar bağlamında, reforma mekatib-i sıbyan’dan (ilköğretim) başlamak
yerine, mekatib-i rüşdiyeye’den (ortaokul) başlanmalıydı anlamına gelecek bir eleştiride
bulunuyor.
Ona göre, reformun eğitimin ilk aşamasından yani, ilk
öğretimden (sıbyan mektebi) başlanması ve öğrencilerin zamanla, sürecin üst
eğitim düzeylerine geçmeleriyle eğitim aşamalarının da tedrici olarak yeniden
düzenlenmesi gerektiğini söylüyor.
Bu yapılmadığına göre, reforma yanlış yerden başlandığı
ortadadır...
Bu durum, Cevdet Paşa’nın Hatt-ı Humayun’da belirtilen
reform sürelerine dair yaklaşımdan hareketle izah getirmemiz gerekirse
açıkçası, reform sürecinin belki de, daha başından işin savsaklandığına vurgu
yapıyor demek yanlış olmayacaktır.
Kısaca, şu hususa da değineyim...
Cevdet Paşa, eğitim kelimesini ‘terbiye’ kavramı ile de
tanımlıyor.
Demek ki, o dönemde eğitimin en azından, önemli
işlevlerinden birinin terbiye olduğunu görüyoruz.
Ne var ki, eğitim’de terbiye’den geçerli çok olduğunu da
bu vesileyle zikretmiş olalım.
Reformcu karşıtları
Eğitim’de reform işlerinin aksatılmasında bir diğer amil
olarak sadrazam değişikliğini gündeme getiriyor Cevdet Paşa. Ve gizli/açık suçu,
1864 yılında Reşid Paşa’nın azledilmesi üzerine yerine getirilen Sarım Paşa’ya
atıyor!
Reşid Paşa’nın düşmanı çok... Bu süreçte karşısındaki
isim ise Serasker Damad Said Paşa...
Damad Said Paşa, 1864’de padişah Abdülaziz nezdindeki
girişimleri neticesinde, Reşit Paşa’yı azlettirme ve kendine yakın isimlerden
Sarım Paşa’yı Sadrazamlık makamına atatmada başarılı olmuş gözüküyor.
Böylece, “Devlet, Said Paşa’nın eline geçince” diyor,
Cevdet Paşa.[6]
Devletin ele geçirilmesi meselesi demek ki, yaşadığımız
dönemlere dair bir olgu değilmiş.
Öncesinde bir heyüla gibi sarmış olduğu gözüküyor. Bu
anlamda, gayet önemli bir gelenekle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.
Tabii, yaşanan kavga gürültü bununla sınırlı değil...
Cevdet Paşa, eğitim reformunun akamete uğratılması
açısından bakıyor meseleye ve diyor ki, “Bu adem -yani, Said Paşa, ise
taassub-u barid eshabından bir mecnun-ı akilnüma olup Reşid Paşa mensubanını
umur-ı diniyyede mübalatsızlık ile itham ederek kimini idam ve kimini nefy
ettirmek ve İstanbul’u efkar-ı cedide eshabından tahliye etmek velhasıl,
Devlet-i yüz sene geri döndürmek gibi hülyalara saptı...”
Özetle ifade etmek gerekirse, Said Paşa, Abdülmecid
üzerinde -muhtemelen- ailevi nüfuzunu kullanarak, Tanzimat reformlarının öncü
isimlerini, yani çalışan adamları -içinde, idam metodu da dahil olmak üzere-, tek
tek ortadan kaldırmayı kendine bir görev addetmiş...
Bu yöntemlerle sadece, adam kıyımına ön ayak olmamış,
aynı zamanda devleti yüz sene geriye götürecek yeni tedbirler, -herhald ebuna
reform diyemeyeceğiz-, almaya meyletmiş...
Cevdet Paşa, belki alaylı denilebilecek bir dil
kullanarak gelişmeyi, şu şekilde izaha devam ediyor: “... İşte maarifin
terakkiyesine çalışıyorken böyle bir sekteli vakit gördük. Bereket versin Sarım
Paşa aklı başında bir zat olup Said Paşa’ya uymadı ve onun dizginini elinden
bırakmadı. Zat-ı Şahne, dahi Said Paşa’nın asra uyar adem olmadığını anlayıp
anı deft etti ve Reşid Paşa’yı yine sadarete
getirdi.[7]
Böylece, Said Paşa’nın -kısa sürede, kimi reformcu
isimleri ortadan kaldırsa da, Osmanlı’yı yüz sene evveline götürecek plân ve projelerini
yerine getirme fırtasını kaçırdığı anlaşılıyor.
Ancak, genel itibarıyla Gülhane Hatt-ı Humayun’da
belirtilen hususlar ve özelde, eğitim reformununda ülkeyi arzu edilen ilerleme
süreçlerine sevk ettiğini de söylemek zor.
Öyle ki, bizzat Reşid Paşa tarafından yazılan ve okunan
Hatt-ı Humayun’un hemen başlarında, şayet ilgili tedbirler alınır yani
reformlar hayata geçirilir ise, “... beş on sene zarfında bi-tevfikihi teala
suret-i matlube hasıl olacağı zahir olmakla” ifadesinin somut bir gerçeklik
olarak ortaya çıkmadığı da aşikârdır.
[1]
Cevdet Paşa. (1953). Tezakir (1-12),
(Yayınlayan: Cavid Baysun), Ankara: Türk
Tarih Kurumu, s.10.
[2] A.g.e., s. 11.
[3] A.g.e., s. 10.
[4] Subaşı, Turgut. (2019). “Osmanlı Devleti’nin İlk Maarif-i Umumiye Nazırı
Abdurrahman Sami Paşa”, Prof. Dr. Mevlüt Koyuncu’ya Armağan, (ed.: Recep
Yaşa; Haşin Şahin), Sakarya: Sakarya Üniversitesi Yayınları, No. 197, s. 271.
(269-287).
[5] Cevdet Paşa. (1953). A.g.e., s. 11.
[6] A.g.e., s. 11.
[7] A.g.e., s. 11.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder