Mehmet Özay 23.06.2024
Osmanlı Devleti’nde reform süreçlerinin sadece, bu devlete özgü niteliklerle ortaya çıkmamış, aksine, dünya tarihinin çeşitli evrelerinde farklı coğrafyalardaki devlet yapılarında görüldüğü üzere reform, bir gereklilik olarak kendini ortaya koymuştur.
Bu süreçlerin bir yanında, -geleneksel devlet
yapılaşmalarında ordunun ve/ya ordu içerisindeki güç yapılaşmasında edindikleri
yer nedeniyle bazı ordu birimleri yer alırken öteki yanında, bürokrasinin çekip
çevrilmesi ile tüm sosyal sistemi nizama getirecek eğitim süreçlerinin
kaçınılmaz bir yeri ve önemi bulunmaktadır.
Bu çerçevede, Osmanlı’da toplumsal ve siyasal düzenin
rasyonalitesini yitirmesindeki amillerden başlıcaları olarak, ordunun ve sivil
bürokrasinin nizam ve intizamı meselesi, devleti kayda değer ölçüde meşgul
etmiştir.
Ordu kurumu, var olan karakretistik niteliğiyle ‘askeri
gücün’ tesisi ve devamını kendinde bir çıkara dönüştürmesiyle disiplinsizliğin
başlangıcını oluştururken, sivil bürokrasi oluşan devlet nizamı içerisinde
refahın gelişmesi kurulu düzenin gevşekleşmesiyle birlikte, benzeri bir
kendinde çıkar unsuru olarak bir evrim geçirmiştir.
Bu evrimin en önemli aşamasını, adına meritokrasi (meritocracy)
denilen veya İslami terminolojiden istifadeyle ‘hak’ ve ‘adalet’ olgularıyla
hareket etmek yerine, kendinden olanı koruyup kollama yani, sosyolojik kavramsallaştırmayla
patron-müşteri (patron-client) ilişkisiyle belirlenen çıkarlar silsilesinin
yerleşmesi teşkil etmiştir.
Bu yazıda kısaca, söz konusu bu iki temel kurumdan askeri
boyutunda ve ‘Yeniçeriler’ özelinde durarak, değişim veya evrim çabalarına
değineceğim.
Değişimin somut nedenleri
Osmanlı Devleti de, bu süreci genel itibarıyla veya
kurumsal yapılaşma bağlamında, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarında
bizatihi, siyasal güce sahip yöneticiler vasıtasıyla gerçekleştirme yoluna gitmiştir.
Bu süreci tetikleyen unsurların başında, hiç kuşku yok ki,
rasyonalitesini yitirmiş devlet kurumları, çökmeye yüz tutmuş yapılar ile
Avrupa’nın ‘değişme ve gelişme’ konusunda doğrudan ve dolaylı baskısı rol
oynamıştır.
Tüm bunların temelinde ise, bir zihinsel durağanlık
meselesi olduğuna ise kuşku bulunmuyor...
Öyle ki, Avrupa’da elçi olarak bulunan eski bürokratların
veya ‘yeni diplomatların’ gözlemleri ile 1780’lerden itibaren, Avrupa
gazetelerini ‘yakından takip etmeye başlayan ‘Pay-i taht’ın, uzun yüzyılların
ardından değişmeme konusunda bir direniş ortaya koyması beklenemezdi.
Kaldı ki, buna en başta Batı Avrupa devletleri izin
vermemeye karar vermiş gözüküyorlar!
Kopuş ve süreklilik
Osmanlı Devleti’nde, 3. Selim’le başlayan ve 2. Mahmud’da
güçlü bir şekilde devam ettiği görülen yenileşme süreçleri, döneme nizam-ı
cedid/Yeni Düzen (New Order) adı verilmesiyle, önceki dönemden
ayrılan bir boyuta sahiptir.
Önceki dönem, yani gizli/açık Kanun-i Kadim yani,
‘eski düzen’ dönemi...
Oysa, Yeni Düzen’in ilerleyen safhalarında özellikle de,
kurumsal dönüşümlerin habercisi olan, Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) gibi
iki hatt’ın ilânı ve uygulanmaya çalışılması sürecinde bir referans olarak karşımıza,
Kanun-i Kadim yani, eski düzene dönüş çağrıları ve davetleri çıkar...
Aslında ‘eski düzen’, kimilerinin zannettiği anlamda
‘gericilik’ değildir...
Aksine, ideali temsil eden dönemdir ve o dönemin
başarılarının ancak, o dönem kurumsal yapılaşmalarının ihyasıyla olacağına dair
güçlü kanaattir.
Bu bağlamı, sosyolojik bir tutum olarak idealleştirmemek
gerektiğini söyleyebiliriz.
Bu anlamda, bu süreçte kendini, ‘kanun-i kadim’e bağlı
hisseden ve bu süreci gündeme getirenlerin his ve niyetlerinin samimiliği
meselesi bu şahısların kendileriyle menkuldur.
Ancak, sosyolojik olarak bakıldığında, bu sürecin
manipüle edilmiş olması, söz konusu bu çevreler arasında, dönemin değişme ve
değişmeme dikotomisinde kafa karışıklığı kadar samimiyetsizliği de içinde
barındırdığı ortadadır.
Meselâ, Halet Efendi’yi bu grup içerisinde, önde gelen
bir şahsyiet olarak sunabiliriz....
Kararlılık süreçleri
Öte yandan, gerek ehli bürokratlar, diplomatlar
vasıtasıyla Batı’daki dönüşümü en azından, ‘yüzeysel olarak’ bile
gözlemleyenlerin katkısı ve isteğiyle, modernleşme ve/ya Batılılaşma yer alması
ortada, gayet önemli bir tenazukun varlığına işaret ediyor.
Belki, bu olguyu ayrı bir yazıda ele almak daha doğru
olacak...
3. Selim’in sürecin başlatıcısı olmasına karşın, 1808
yılında Yeni Düzen süreci Yeniçeri isyanıyla inkitaya uğraması ve başlatıcısı
olduğu reform sürecini bizatihi canıyla ödeyerek devam ettirme arzusu,[1] hiç
kuşku yok ki, onun siyasal değişim süreçlerindeki samimiyetinin bir
göstergesiydi.
2. Mahmud ise, selefinin akibetini gözler önüne alarak
reform sürecinin gayet dikkatle ve ilâve tedbirler alarak yürütmüş olması
gözlerden kaçmıyor.
2. Mahmud’un, kendinden önceki 3. Selim dönemini dikkatle
izlediği ve analiz ettiği ve süreçlerde neler yapılması gerektiği konusunda
derin bilgi sahibi olduğu ortadadır.
Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, “şahin gibi kafesden çıkıpda
taht saltanata cülus ettiği gibi mütegallibe ve hususuyla Yeniçeri eşkiyasının
ezelalarını tasmim almış idi.[2]
Öyle ki, bu süreçte, değişimin en önemli aracı ve hedefi konumundaki
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması olduğuna kuşku yoktur.
Kurulu düzen olarak ‘Yeniçeri’
Yeniçeri... Öyle bir kurumdan bahsediyoruz ki, Osmanlı
Devleti’nin neredeyse kuruluşundan itibaren, önemli bir rol icra eden ve
devletin neredeyse, Sultan’dan sonra varlık nedeni haline gelmiştir.
‘Yeniçeri’ adına ‘sipahi’ ile birlikte ilk olarak Orhan
Gazi döneminde rastlanırken, kardeşi Alaaddin’in H. 730 yılında orduyu yeniden
düzenlemesi sürecinde, ‘Yeniçeri’ ve ‘Sipahi’ adlarıyla ayrıldığı görülür.[3]
İlerleyen süreçte ise, örneğin, 1. Murat döneminde
Çandarlı Kara Halil çabalarıyla kurulan Yeniçerilik müessesesi yeniden ele
alınmıştır.[4]
Söz konusu bu askeri kurumun değiştirilmesi ve
dönüştürülmesi meselesinin öyle, sanıldığı gibi 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl
başı meselesi olmadığını, Osmanlı’nın yükselme dönemindei bazı önemli kayıtlar
bize açıkça gösteriyor.
Örneğin, Yavuz Sultan Selim döneminde, Kemah, Sivas ve
Elbistan bölgelerinin Osmanlı topraklarına katılması sürecinde, Yeniçerilerin ortaya
koydukları “şerkeşlik” meselesi karşısında Yavuz Selim, İstanbul’da tedbir
almaktan geri durmamıştır:
“Yeniçeriler biraz serkeşlik etmiş olmağla, Sultan
Selim İstanbul’a döndükte fesad başlarını yine anlardan sürüp zor ile
söyleterek bulduklarının cezasını icra eyledi.”[5]
Ardından, oğlu I Süleyman yani, Kanuni Sultan Süleyman
idaresinin ilk yıllarında, Mısır meselesi hâl yoluna konulmak amacıyla, Osmanlı
politikası geçici bir süre savaştan uzak bir dönem yaşarken, Yeniçeriler’in
İstanbul’da toplumsal huzuru bozan davranışlarına müdahale yine doğrudan
Sultan’dan gelmişti:
“Yeniçeri zorbalarına rahat batıp, İstanbul içinde
fedahate (!) başlamalarıyla Padişah alicenap bir gün içlerine dalarak bir
kaçını tepelemişti.”[6]
Dönemin gereği olarak, bütün bir kurumu dönüştürmek
mümkün olmadığı gibi, ‘rasyonel de değildi’ diyebiliriz.
Devletin en güçlü dönemlerinde, Yeniçeri kurumunda disiplinsizlik sorunuyla ilgili gelişmelerin ilerleyen dönemlerde ve özellikle de, ‘zayıf sultanlar’ dönemlerinde gayet belirgin bir hâl aldığına kuşku yok.
Ve bunun ilk örneğini, daha Kanuni Süleyman’ın naşı
ortadayken ve 2. Selim henüz cülus’unu tamamlamış iken, Sigetvar seferi dönüşü
yolda ve İstanbul’da Çemberlitaş civarında yaşanan hadiseler ortaya koymuştur.
Bu gelişme, sadece toplumsalla sınırlı olmayan aynı
zamanda, devletin varlığı ve geleceği üzerinde bir tür ipotek olarak kendini
ortaya koyan yapılaşması Yeniçeri konusunu, hiç kuşku yok ki, 19. yüzyıl reform
sürecinin en önemli olgusu haline getirmiştir.
Osmanlı Devleti’nde reform süreçlerinin hiç kuşku yok ki,
en önemli aşamasını merkezde güç yapılaşmasında yer alan unsurlar teşkil
etmiştir.
Bunların başında askeri unsur olarak Yeniçeriler
gelirken, sivil bürokraside yer alan yapılaşmalar da zamanla reform ihtiyacının
hissedildiği kurumlar olmuştur.
Yeniçeri yapılaşmasındaki çözülme emareleri, devletin
merkezinde erken dönemlerden itibaren hissedilirken, alınması beklenen
tedbirlerin bir başka deyişle reform süreçlerinin gecikmesi kaçınılmaz
başarısızlıkta önemli rol oynamıştır.
[1]
Alp Eren Topal. (2021). “Political Reforms as
Religious Revival: Conceptual Foundations of Tanzimat”, Oriente Moderno,
101, s. 157. (153-180).
[2] Cevdet Paşa. (?). Tarih-i Cevdet, Cildi
Hadi aşre, Min ibtida-i vakıa sene 1232 ilâ evahiri vakıa sene 1236, İstanbul:
Matbaa-i Asmani, s. 3.
[3] Ahmet Vefik Paşa. (1302/1885). Fezleke-i Tarih-i Osmani,
İstanbul: Matbaa-i Osmaniye, s. 13.
[4] İpşirli, Mehmet. (1998). “Osmanlı Devleti’nde Kazaskerlik” (XVII. Yüzyıla
Kadar), Belleten, C. LXV, (Aralık, 1997), Sayı 232, Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi, s. 606. (597-699).
[5] Ahmet Vefik Paşa. (1287/1870). Fezleke-i Tarih-i Osmani, Tab-ı Sani, Mekteb-i Harbiyye-i Şahane Matbaası, s. 49.
[6] A.g.e., s. 51.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder